Muharrem Varol 

Sultan II. Abdülhamid’in saltanatı sırasında (1876-1909) Yemen meselesinin devletin önemli sorunlarından biri olduğu görülmektedir. Özellikle, Arap dünyasında hilafet bağlamında Müslümanların desteğini ve bağlılığını kazanmaya çalışan padişah burada çıkan isyanlar ile çok yakından alakadâr olmuştur. Bu sebeple, Yemen coğrafyasında meydana gelen isyan ve karışıklıkların nihayete ermesi için bir takım mülkî ve askerî tedbirlerin alındığı müşahede edilir. Bunun yanında, söz konusu düzensizliğin sebebini öğrenmek, problemlerin kaynağını tespit ve teşhis etmek maksadıyla padişah çok farklı yol ve yöntemleri takip etmiştir. Özellikle, 1880’li yıllardan itibaren bölgeye çok sayıda heyet göndermiş ve “sahada” çalışan bu görevliler hem yerli halkla hem de bölgedeki en etkili dini grup olan Zeydîlerin önderi sayılan imamlarla diyaloga geçmeye gayret etmiştir. Bu bağlamda, Yıldız Sarayı’nın yanında ikamet ettirilen ve padişahın hususi müşavirlerinden biri olarak kabul edilen Rifaî tarikatı şeyhi Ebü’l-Huda Sayyadî’nin genç mahdumu Hasan Halid Bey yanında maiyeti ve askerî müfrezeyle birlikte 3 Mayıs 1902’de Yemen’e gönderilmiştir. Nasihat heyeti olarak tanımlanan bu grubun en önemli misyonu İmam Mansur ile “mülakat” ederek söz konusu isyanlara bir son vermektir. Heyet bu görevini icra ederken, telgraf vasıtasıyla II. Abdülhamid ile doğrudan irtibat halindedir. Dolayısıyla, pek çok meselede olduğu gibi sürecin baş aktörünün padişah olduğunu söylemek mümkündür.

Bölgede isyan eden çeşitli kabile ve aşiretler ile temasa geçen heyet gittikleri her yerde padişahın hususi selam ve hediyelerini muhataplarına takdim ederek bir çeşit “diplomatik” görev ifa etmişlerdir. Hasan Halid Bey’in Hz. Peygamber’in neslinden geliyor görünüşünün bu anlamda çok önemli bir hamle olduğu ve bu vasıfla pek çok yerli grubun şeklî dahi olsa itaatlerinin temin edildiği öne sürülmektedir. Uzun uğraş ve gayretler sonucu İmam Mansur’un süt kardeşi aracılığıyla kendisine ulaşılmış ve hatta amca çocuklarıyla dahi temasa geçilerek görüşme talep edilmiştir. İmam bu görüşme talebini lisan-ı münasiple reddetmiş ancak gönderdiği öne sürülen mektuplarda ise halifeye muti bir görüntü çizmiştir. Bu şekilde, gönderilen nasihat heyetinin mevcudiyeti aslında bölgede Osmanlı idaresinin salt kaba kuvvet ve güç kullanmadığını da ortaya çıkarmaktadır. Buna benzer misyonlar ile bölgeye başka heyetlerin de gönderildiği bilinmekle beraber, takip edilen bu yöntemin reel-politik açısından gayet makul olduğunu söylemek mümkündür. Ayrıca, Hasan Halid Bey’in Rifaî kimliği ise bu tarikatın uzak taşrada Osmanlı hâkimiyetinin tesisi adına aktif bir biçimde kullanıldığını da göstermektedir. Bu durum ise II. Abdülhamid’in bazı tarikatları devletin siyaseti doğrultusunda istihdam ettiği şeklindeki görüşleri şüpheye mahal vermeyecek bir biçimde teyit etmektedir.

Heyetin bölgede yaklaşık beş aylık faaliyetlerinin dökümü ise Hasan Halid Bey tarafından yazma bir eserle Sultan II. Abdülhamid’e takdim edilmiştir. Bu yazma eser ise bir çeşit seyahatnâme, rapor ve layiha suretinde yazılmıştır. Bölgenin coğrafî, sosyolojik, etnik, kültürel, mimarî özelliklerinin yanı sıra özellikle, Osmanlı yerel idaresi ve idarecileri, kabile ve aşiretler, İmam Mansur hakkında önemli gözlem ve müşahedeler yer almaktadır. Bu bağlamda, bugüne kadar oluşturulmuş Yemen literatürü açısından da önemli bir kaynak niteliğine sahip bu eserin içeriğinin Osmanlı resmi evrakıyla desteklenmesi Osmanlı Devleti’nin uzak taşrada uygulamaya koyduğu politikaların keyfiyetinin bilinmesi açısından iyi bir örnek teşkil ettiği ileri sürülebilir. Son olarak, nasihat heyeti bağlamında geliştirilen bu girişimi bir bakıma İslam Birliği siyasetinin en somut aracı olan Osmanlı Hilafeti tezi çerçevesinde değerlendirmek de pekâlâ mümkündür. Arap Hilafeti karşıt teziyle Batılı güçlerin desteklediği Türk-Arap ihtilafına karşı bu heyetin bölgede ifaya çalıştığı diplomatik misyon bir ölçüde II. Abdülhamid’in hem iç hem de dış politikada uygulamaya çalıştığı siyasete dair önemli ipuçları ihtiva etmektedir.