ABD Dış Politikasındaki Dönüşüm, İran ve Katar

Son yıllarda özellikle barışa yönelik aktif ve basarılı diplomatik arabuluculuk girişimleri ile diğer Körfez ülkelerinden farklılaşıp uluslararası alanda yükselen Katar, bugünlerde komşularının kendisine karşı beklenmedik bir düzeyde oluşturduğu tecrit ve yaptırımlar sonucu dünya gündemine oturmuş durumda. Katar ile kendisinin de üye olduğu diğer Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) üyeleri olan komşuları arasında büyük benzerlikler ve kısmi bir entegrasyon düzeyinin mevcut olmasının yanında tarihsel farklılıklar da mevcut olagelmiştir. Katar dış politikasındaki ciddi farklılıkların sonucu olarak diğer KİT ülkeleri ile arasında benzer bir kriz Arap Baharı sürecinin sonunda, 2014 yılında yaşanmış ve bugün aynı eksende fakat çok daha şiddetli yeni bir kriz Orta Doğu dinamiklerini etkiler hale gelmiştir.

Katar ile ilgili gelişmeler, ABD başkanı Trump ile birlikte yeni bir Ortadoğu politikasının tatbik edilmeye çalışıldığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Trump’ın ilk yurt dışı gezisini Ortadoğu’ya yapmış olması gerçeği ve gezinin mahiyeti Trump ABD’sinin yeni Ortadoğu politikasına vurgu yapmaktadır. Trump, Suudi Arabistan ziyaretinden sonra İsrail’e geçmiş ve gezinin hemen ardından patlak veren Katar krizi ile bu iki ülkenin menfaat ve beklentilerine cevap vermeyi vaat eder mahiyette bir suçlamalar zinciri ile Katar hedef gösterilmiştir. Trump kısa süre içinde Katar aleyhindeki kampanyayı sahiplenmiş, Katar’ın “ileri düzeyde bir destek ile terörü uzun zamandan beri desteklemekte olduğu”nu iddia ederek bunun durdurulmasını kendine bir misyon edindiğini ortaya koymuştur. Bununla birlikte Trump’ın Amerikan kurumları ile yaşadığı siyasi sıkıntılar göz önüne alındığında mevcut Trump politikaları ABD’nin Ortadoğu dış politikası olarak değerlendirilmemelidir.

Temel noktalarda aynı kalmakla birlikte, Obama dönemi ABD’nin Ortadoğu politikası ile Trump dönemi Ortadoğu politikası arasındaki temel değişim İran politikasında gözlemlenmektedir. Obama 2015’te tarihi bir adım atarak, İran ve P5+1 ülkeleri arasında yapılan Nükleer Anlaşma ile, 79’dan beri sürdürülmekte olan İran ambargosuna son vererek İran ve ABD/batı ilişkilerinde normalleşme startını vermişti. Bu tarihi gelişme Ortadoğu’da en çok İsrail’i ve ardından Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez blokunu rahatsız etmişti. Bu anlaşmaya en büyük tepkiler İsrail’den gelmiş, Natenyahu’nun tehdit içeren demeçleri İran ile uzlaşmanın İsrail menfaatleri ve “güvenliği” için kabul edilemez olduğunu ortaya koymuştur. İran ile ezeli bir rekabet sürdüren Suudi Arabistan’ın İran politikası İsrail’in İran politikası ile mutabakat içinde kalmıştır.

Trump’ın görevi devralmasını takiben açıkça ortaya koyduğu ilk dış politika girişimlerinden biri Obama’nın atmış olduğu tarihi adımı hiçe sayarcasına İran’ı baş düşman koltuğuna oturtmak olmuştur. Trump liderliğindeki ABD’nin yeni İran politikası, İsrail menfaatlerini ve beklentilerini tatmin edecek şekildedir. Umman haricindeki Körfez ülkelerinin İran ile aralarına koydukları mesafeye karşın Katar’ın İran ile istikrarlı bir şekilde sürdürdüğü stratejik işbirliği bölgede İsrail- Suudi bloku için bir rahatsızlık konusudur.

Katar Krizinde Müslüman Kardeşler Faktörü

Müslüman Kardeşler meselesi ise Katar’a karşı yapılan “terörü destekleme” ithamında temel referans noktasını teşkil etmektedir. Arap Baharı döneminde seçimlerde çoğunluk oylarıyla Mısır’da yönetime gelen bu örgüt, Körfez monarşilerinin rejim güvenliği için ciddi bir tehdit olarak algılanırken diğer taraftan İsrail ve batı dünyası tarafından bölge istikrarı için büyük bir tehdit olarak görülmüştür. Durdurulması hatta yok edilmesi için Suudi Arabistan ve BAE destekleriyle 2013’te Mısır’da darbe gerçekleştirilmiş ve yerine General Sisi başkanlığında darbe yönetimi kurulmuştur. Her şeyden önce Siyonizm karşıtı bir fikri alt yapı ile kurulmuş olması bile MK’in İsrail için, kendi sınır komşusu olan Mısır’da etkin olmaması için yeterli bir sebeptir.

Filistin’de Gazze şeridinin bir kapısının Mısır’a açılıyor olması, “İsrail güvenliği” için Mısır yönetiminin İsrail ile iyi geçinecek bir lider ya da yapının elinde olmasını gerektirmektedir ki MK böyle bir profil vaat etmekten oldukça uzaktı. Hepsinden önemlisi, MK ve Hamas arasındaki yakınlık faktörü, İsrail için MK’nın ne derece bir tehdit kaynağı olduğunu göstermektedir. Güçlü ve meşru bir MK hükümeti, Hamas’ın da güç kazanması anlamına gelir ki bu da İsrail devleti için bir felaket olarak yorumlanabilir. Mısır’daki darbe yönetimi bölge ülkeleri tarafından desteklenmekte, özellikle Suudi blokunun güdümü ve finansal desteği ile himaye altına alınmış durumdadır. Bu durum İsrail çıkarları ve Filistinlilere karşı hukuksuz uygulamalarına gerekçe olarak sürekli lanse ettiği “güvenlik” meselesi için korunması gerekli bir yapıyı oluşturmuştur.

Katar’da bulunan Müslüman Kardeşler’in kanaat önderi Yusuf el Kardavi

Mevcut statükonun korunmasına engel teşkil edebilecek faktör ise MK üyelerini uzun zamandır himayesinde barındıran Katar’dır. Katar, Arap Baharı döneminde Suudi Arabistan ve BAE’den farklı bir dış politika benimseyerek MK’i Mısır’da desteklemiş ve darbe sonrasında MK liderlerinin hamiliğine devam etmiştir. Buna mukabil, KİK üyeleri 2014’te Katar’ı cezalandırmak üzere diplomatik ilişkilerini keserek dışlama yoluna gitmişlerdir. BAE hükümeti yayınladığı terör listesinde MK’yı terörist olarak ilan etmiştir. Bütün bu gelişmelere karşı Şeyh Tamim Al Sani liderliğindeki Katar yönetimi, MK konusundaki politikasından vazgeçmeyerek, komşuları ile ilişkilerini iyileştirme yoluna girmiştir ki mevcut krizin patlak vermesine kadar Katar ve diğer KİK ülkeleri sıcak ilişkiler içinde bulunmuşlardır.

2014’te yaşanan krizden bugünkü Katar ambargosuna/ablukasına kadar geçen dönemde yeni Suudi kralı Selman bin Abdul Aziz yönetiminde, MK’e yönelik baskıcı uygulamalarda bir yumuşama gözlenirken, BAE’de aksine MK aleyhi politikalar hız kazanarak devam etmiştir. BAE, MK ile mücadelesini toplumsal düzeyde etkinleştirmek üzere, MK “teröristlerini” konu alan bir yerli dizi yaptırmış ve 2016 yılı boyunca gösterime koymuştur. Buna paralel olarak batıda MK aleyhinde kampanyalarda hız kazanmış, İngiltere’de MK üyeleri tutuklanmış ve batıda birçok düşünce kuruluşu “terörizm” gerekçesi ile MK karşıtı çalışmalara vermeye devam etmiştir.

Bu noktada, Katar’ın ısrarla MK yanlısı politikasına devam etmesi BAE ve batılı müttefiklerini rahatsız etmektedir. Katar’ın politikalarını güçlü medya organı Al-Jazeera yoluyla yaygınlaştırıp, Ortadoğu ve İslam dünyası üzerinde etkinlik kazanması Körfez’de tedirginliğe sebep olmuştur. Dış politikada denge ve diplomasi temelinde bölgesel güçlerle ikili ilişkilerini nispeten bağımsız olarak (free rider) genişletmeyi başaran Katar, Körfez’de Suudi Arabistan liderliğindeki statükoyu zorlamaya başlamıştır. Suudi Arabistan, Kral Selman ile birlikte Katar politikaları ile yaklaşma ve uzlaşma çizgisi takip etmiş olmasına rağmen bugün Trump’ın yeni Ortadoğu yaklaşımının sonucu olarak tekrar statükoya sahip çıkmış ve Katar ambargosunu BAE ile başlatmıştır. BAE’nin bu krizde başat aktör olduğu gerçeği, BAE Washington büyükelçisi Al-Utaybe’ nin ABD menşeli düşünce kuruluşlarına Katar karşıtı çalışmalar için verdiği finansal desteğin Al-Jazeera tv tarafından deşifre edilmesi ile gün yüzüne çıkmıştır ki bu da krizin patlamasına sebep olmuştur. Bunlarla birlikte, Körfez’in Kuveyt ve Umman gibi diğer önemli ülkelerinin Katar ambargosuna destek vermemesi, en azından tarafsız kalmaları, Körfez dengelerinin belirlenmesinde yadsınmaması gereken önemli bir faktördür.

Katar ve Türkiye

Katar-Türkiye iş birliği bu minvalde algılanan tehdit boyutunu genişletmektedir ki, bu iki partner ülke dış politikada önemli bir oranda uyum sağlamaktadır. Türkiye’nin Ak Parti yönetimi Arap baharı öncesinde Ortadoğu’da MK, Tunus An-Nahda’sı ve Filistin Haması gibi partilerle iyi ilişkiler geliştirmiş ve kendi demokratik başarıları ile onlara bir model olmuştur.

Arap Baharı sürecinde Türkiye hükümeti bu partilerin ülkelerinde kazandıkları siyasi başarılarını tam anlamıyla desteklemiş, Mısır’daki darbenin açıkça karşısında olmuş ve darbe yönetimi ile ilişkilerini uzun bir süre dondurmuştur. Bölgesel bir güç olma gayretiyle Türkiye’nin, Ortadoğu halklarının demokratik tercih ve haklarından yana açıkça bir duruş sergilemesi ve aynı politika düzleminde bölgenin önemli bir finans gücü olan Katar’la askeri, ticari ve kültürel alanlarda iş birliği geliştirmesi uluslararası statüko belirleyicileri tarafından istenmeyen ve önü alınması gereken bir durumdur.

Katar’a karşı başlatılmış ambargo başarılı olup Katar’ın ‘hizaya sokulması’ sağlanırsa, Katar-Türkiye yakınlığının, ABD kontrolünde Ortadoğu ve özellikle Körfez’de korunmak istenen statükoya zarar vermesinin önüne geçilmiş olacaktır.

Krizin Küresel Yansımaları 

Krizin arka planını hazırlayan faktörler özetle bunlar olmakla birlikte, küresel boyutta krizin karşılık bulması rasyonel bir beklenti olmayacaktır. Katar’ın gerek Avrupa’da gerek Asya’da ciddi yatırımları ve önemli ikili ortaklıkları bulunmaktadır. Katar’a müttefikleri Türkiye, İran ve Pakistan’ın verdikleri destekle birlikte Avrupa Birliği krize destek vermemiş, Almanya gibi Katar’ın finans ortağı olan bir ülke krizin tutarsızlığını dile getirmiştir.

Birçok Avrupa ve Asya ülkesinin Katar doğal gazına bağımlılığı söz konusudur. Birçok Amerikan Üniversitesi ve çok sayıda büyük global şirketlerin Katar’da uzantıları bulunmaktadır. Çok sayıda Avrupalı ve Amerikalı çalışan, Katar kurum ve şirketlerinin insan kaynağını teşkil etmektedir. En önemlisi, ABD’nin bölgedeki en büyük askeri üssüne sahip olma kozunu elinde bulunduran Katar’ın, kendi egemenlik haklarına meydan okuyan bu yaptırımlara kolaylıkla teslim olacağı beklenmemelidir.

Nitekim, Trump kişisel olarak krize tam destek verirken, Amerikan kurumları aynı yaklaşımı göstermediler. Dış İşleri Bakanı Tillerson’ın Katar’a yapılan ambargonun özellikle Ramazan ayında makul ve insani boyutlarda olmadığını dile getirip sağduyu çağrısında bulunması, Pentagon’un krize mesafeli yaklaşması ABD yönetimindeki ikiliği ortaya koymaktadır.

Trump’ın bu krizle, İran karşıtı politikası ile inşa etmeye çalıştığı şu iki ana hedefi yakaladığı görülmektedir: bir taraftan İsrail lobilerinin güvenini pekiştirirken diğer taraftan Suudi Arabistan ile olan ‘petro-dolar’ temelli ittifakını sağlamlaştırmak.