Ortadoğu’da genel olarak adlandırıldığı şekliyle “Arap Baharı” ile başlayan gelişmeler en çok Türkiye ve İsrail tarafından izleniyor. İsrail bölgede değişen rejimler ve istikrarsız siyasal ortam sebebiyle Türkiye ile ilişkilerini düzeltmeye daha fazla önem vermeye başladı. Mavi Marmara olayı sebebiyle bozulan ilişkileri ABD Başkanı Obama’nın devreye girmesiyle düzeltmeye çalışmaları da bunun açık bir göstergesidir. Başbakan Erdoğan’ın ABD gezisi öncesinde Filistin ve İsrail’e yaptığımız bir inceleme gezisinde Filistin ve Kudüs notlarımızı paylaşmak amacıyla bu yazı kaleme alınmıştır.
İsrail’in Kabul Edilemez Boyutlardaki Ayrımcılık Politikası
1948’deki savaşta İsrail vatandaşı olarak kalan Araplar daha sonra işgal edilen topraklarda yaşayan Araplarla karşılaştırıldığında daha elverişli koşullara sahipler. Ama İsrail vatandaşı Yahudilere gore yine ikinci sınıf vatandaştırlar. Havaalanında bunlar da diğer Filistinliler gibi ayrı muameleye tabi tutuluyorlar. Ancak özellikle Batı Şeria’da yaşayan Arapların sahip olduklarından imkanlardan daha fazla imkana sahipler. Vatandaş Araplar, işgal altındakilerden 3 kat daha fazla ücret alabiliyor. Sağlık ve eğitim olanakları var. Arapça yayın yapan özel radyo istasyonları var. “Check point” (control noktası) vb. muamelelere tabi tutulmuyorlar.
İsrail, vatandaşlık vermiş olduğu Araplar ile “ekonomik barış” diye ifade ettiği bir politika çerçevesinde ilişki kurmaya çalışıyor. Böylece tüketim yoluyla istediğini yapan, itaat altına alınmış bir Arap topluluğunun desteğini hedefliyor. İsrail asimilasyon politikası izlemiyor. Zira, asimile edilenler eridikleri potadakilerle eşit olma durumundadır. Ama İsrail Yahudi kökenliler dışındakilere eşit bir vatandaşlık sağlamaktan uzak duruyor. İsrail’de katı değil ama, yumuşak çizgileri olan bir apartheid politikası var. Apertheid ayrımcılık her yerde karşınıza çıkıyor. Adı konulmamış daha doğrusu bu alanda çalışan akademisyenlerin dikkate değer bir tanımlamada bulunmadıkları bu durum açık bir olgudur. İtiraz etmeyen, “memleketin asıl sahibi olma iddiası”ndan uzaklaşmış, azınlık olmayı zımnen kabullenmiş bir Filistinli kimliği dikte edilmeye çalışılıyor. İsrail vatandaşı olan ve İsrail nüfusunun yaklaşık %22’lik kısmını oluşturan kitle bu politikaların hedefi durumundadır.
İsrail’de yaşayan Hristiyan Araplar da 1948 sınırları içinden çıkıp Batı’ya göç etmeye devam ediyorlar. Tüm işgal altındaki topraklardaki genel durum da bu yönde. Bugün Beytüllahim ve Kudüs’te yaşayan Hristiyan Arapların nüfusu çok azalmış durumda. İsrail nüfusunun %2 si nispetinde yani 150 bin kadardırlar. Hristiyan nüfus Milat’tan sonra tarihin hiçbir devrinde bu nispette bir düşüş yaşamadı. Ancak İsrail batı kamuoyuna yaptığı açıklamalarda “İsrail devlet olarak Kudüs’te ve Filistin topraklarında Batının çıkarlarını koruyor” mesajını vermektedir.
İsrail tarafı küresel ölçekte iletişim kanallarını etkin biçimde kullanma yetenek ve imkanına sahiptir. Bu durum iç ve dış kamuoyunu bilgilendirme ve yönlendirme açısından İsrail’e önemli avantajlar sağlamaktadır. Örneğin İsrail’in Gazze üzerindeki son bombalama saldırısında, İsrail dışişleri bakanlığı 1000 kadar üniversite öğrencisine geçici maaş vererek internetteki facebook, twitter ve blog kanalları vasıtasıyla kendi propogandalarını yaptırmıştır. Bu öğrenciler acımasızca saldırıya uğradıklarını, çok korktuklarını ve bombalama sonrası saldırılar durduktan sonra rahatladıkları vs. yazmışlardır. Kısacası İsrail yazılı, görsel ve sosyal medyayı çok yüksek seviyede etkinlikle kullanmaktadır. Yukarıda anlatılan örnek uygulamayı başka demokrat bir devletin kullanması neredeyse imkansızdır. Bunun 3 nedeni vardır: 1) Başka devletlerin bürokrasisi bu boyutta bir görev yapmakta isteksiz kalır. 2) böyle bir görevi yapmaya yeltenen görevliler basın ve muhalefet tarafından “derin devlet”, “faşist uygulama” gibi suçlamalara maruz kalarak sonuca ulaşamaz. 3) En önemli sorun da kim, nasıl, görevlendirilecektir noktasında ortaya çıkar. Yetkililer görev verilecekler için güvenlik soruşturması yapana kadar olay gündemden kalkar.
İsrail basınında sansür çeşitli biçimlerde uygulanmaktadır. Basın resmi olarak askeri konulardaki haberleri ancak bir şablon çerçevesinde gündemine alır. Basım aşamasından önce bir sansür mekanizması işlemektedir. Dış politika, işgal, yerleşim, Filistin, Kudüs gibi konular askeri konular olduğundan sansürün girmediği alan spor karşılaşmaları ve hava durumu haberleri ile kısıtlı gibidir. İsrail makamları, gerek duyduklarında Kuveyt veya Londra’dan yayın yapan Arap basınına haber sızdırarak “açıklama ve bilgi verme” fonksiyonunu kullanıyorlar. Zira bu tür sızdırmaların hiçbir sorumluluğu da bulunmuyor. Duruma göre daha fazla açıklama yapıyorlar ya da basitçe yalanlıyorlar.
Yukarıdaki basınla ilgili örnekler de göstermektedir ki, İsrail batıda tanımı yapılan demokratik, modern bir ulus-devlet değildir. Halk devlet aygıtının bir organı gibi. Siyonist kültür toplumun ortak kimliğini oluşturan noktalardan birisidir. İsrail Parlemntosu’nda siyonist olmadığını söyleyen sadece bir komunist milletvekili var. Devlet halkın nabzını iyi tutuyor. Vatandaş da Siyonist/Yahudi milliyetçiliği felsefesini büyük ölçüde benimsemiştir. İsrail’de erkekler 3 yıl kadınlar da 2 yıl zorunlu askerlik yaptıklarından olsa gerek, İsrail toplumu bu haliyle adeta disiplin altına alınmış askeri nitelikteki bir Neo-Sparta gibi.
Tel-Aviv batılı bir kent gibi. Seküler Yahudiler burada yaşıyor. Kentin merkezinde Osmanlı döneminden kalan camiler, çarşı, belediye binası ve liman binaları var. Cuma namazı ezanı açıktan okunuyor. Kudüs dışında yaşayan Yahudilerle Kudüs’te yaşayanlar arasında yaşam tarzı açısından büyük farklar bulunmaktadır.
İsrail halkı ekonomiden çok şikayet ediyor. Küresel kriz onları da etkilemiş görünüyor. İsrail hükümetinin Kudüs, Batı Şeria ve Gazze politikasından şikayetçi değiller. Barış yanlıları azalmış gibi. Önce Arafat’ı sonra da Abbas’ı suçluyorlar. Diyorlar ki “bizim zamanında verdiğimiz çok ileri tavizleri bile kabul etmediler. Zira, demografik avantajlarının artacağını ve Yahudilerin artan Arap nüfus içinde zamanla azınlığa gerileyeceğini düşündüler. Eninde sonunda azınlık olarak kalacak Yahudilerle anlaşma yapmayız demek istediler”. “Şu anda ise biz bu konuda yenilmedik. Araplarla dengeli bir nüfusumuz var.” Bu düşüncelerle hareket eden Yahudiler Kudüs ve Golan tepelerini tartışmaya bile açmıyorlar. Hatta Harem-i Şerif’i bile tartışmak istemiyorlar. İsrail’in resmi haritalarında, uluslararası hukuk tarafından tanınmayan Golan Tepeleri ve Kudüs sınırlar içinde gösteriliyor. Başbakan Netanyahu da “ekonomik barış” politikasını uygalamaya çalışıyor. Siyasal barışı gerçekleştiremedik. Ekonomik barış yapalım diyerek Filistinlileri itaati altında tutmak istiyor. Bu bağlamda toplam 144 dönüm arazi üzerinde yükselen Harem-i Şerif bile tartışma dışında tutuluyor. Oysa Clinton planı olarak bilinen ve zamanında Ehud Olmert ve Mahmud Abbas ile ulaşılan anlaşmaya göre Harem-i Şerif’in üstü Müslümanlara altı Yahudilere bırakılması şeklindeki çözüme bile bugün Netanyahu yanaşmak istemiyor. Bugün ortada bir statü belirsizliği var. Harem-i Şerif konusunda, Golan tepeleri, Batı Şeria, Gazze ve İsrail’i çevreleyen tüm sınırlarda bu durum sözkonusudur. İsrail bölgedeki ve Filistin’deki varlığına uzun vadeli bakıyor. Mevcut sınırlarda dahi nihai bir anlaşmadan uzak duruyor. Zira belirlenecek nihai sınırlar genişleme ve işgal politikalarına aykırı bir pozisyon sağlamaktadır.
İsrail’de Filistinlilerle barış karşısında tavır alan çok radikal akımlar var. Bunlar İsrail’de yaşam hakkı konusunda Yahudilerin önceliği olduğunu iddia ediyorlar, hatta bu konunun tartışılmasına bile tahammül edemiyorlar. Başta bu radikal akımlar olmak üzere hemen hemen tüm İsrail vatandaşları İsrail’i tek evleri olarak kabul ediyorlar. “Milat’tan sonra 70 yılında zorunlu olarak evimizi terkettik 1948’de de geri döndük. Evimize dönmemiz biraz rötarlı olduğu için bugün bazı sorunlarla karşı karşıyayız. Adeta yaz tatiline giden ev sahipleri gibiyiz. Döndüğümüzde uzun sure boş kalan evimizin işgal edildiğini gördük”. Bu görüşleri savunanlar İsrail’in ana vatanları olduğunu ve buranın asıl sahipleri oluklarını iddia etmek yanında işgal suçlamasını da Filistinlilere yöneltmiş oluyorlar.
Toprak ve mülk konusunda da yasalar Filistinliler aleyhine işletilmektedir. Askeri alan ilan edilen topraklara Filistinlilerin girmesi dahi yasaktır. Bir tarım arazisi 49 yıllığına askeri alan ilan edilmektedir. Ayrıca başka bir yasa da 20 yıl kullanılmayan mülk ve toprağın kamulaştırılmasına olanak veriyor. Bu yasalara dayanarak filistinli arapların vakıfları, tarım arazileri, ev ve işyerleri ellerinden alınmaktadır. Hatta söz konusu açıdan bir arazi askeri alan edildikten sonra yasak dolayısıyla arazisine ve içindeki evine giremeyen Filistinli 20 yıl sonra, arazisini ve evini kullanmadığı için kamulaştırma uygulamasına maruz kalıp mülkünü tamamiyle kaybetmektedir.
İsrail’de yasalarda ciddi bir ayrımcılık göze çarpmaktadır. Bazı araştırmacıların ifadesine göre 50 kadar yasa İsrail’de Yahudilerin üstünlüğüne ve ayrıcalığına kaynaklık etmektedir. Bu bakımdan İsrail yasaları demokratik bir Avrupa devletiyle katiyyen karşılaştırılamaz. Yargılama, gözaltına alma ve tutuklama usul ve uygulamaları da demokratik kurallara aykırı unsurlar barındırmaktadır. İşgal altındaki topraklarda askeri mahkemeler görev yapmaktadır. Zanlı bir şahıs mahkemeye çıkarıldığında bile hangi suçtan tutuklandığını öğrenememektedir. Zanlı mahkemeye çıktığında savcı hakime zanlının istihbarat birimleri tarafından yakalandığını ve suç tanımının istihbarat kaynağının güvenliği açısından ifade edilemeyeceğini beyan eder. Bu sırada zanlı dışarı çıkar, onun gıyabında savcı ve hakim karar verirler. Böylece zanlı suçunu dahi öğrenmeden hüküm giyebilir ve ne zaman sona ereceği bilinmeyen bir tutukluluk süreci geçirebilir.
Bu tür uygulamalar, batılı normlar ile ülkeyi yönettiklerini iddia eden İsrail için çok ciddi eleştiri kaynağını oluşturuyor.