Hamas’ın 7 Ekim Aksa Tufanı operasyonu sonrası İsrail’in Gazze’de başlattığı saldırının neden olduğu yıkım ve on bini aşan sivil can kaybı Gazze halkını çok zor duruma düşürdü. Gazze halkının acısını hafifleten şeylerden biri, geniş bir coğrafyada İsrail’in acımasız saldırılarına verilen tepki oldu. İsrail saldırıları, İslam dünyasının yanı sıra, Londra, Paris, Barcelona, Berlin, Kopenhag, Washington, New York ve Los Angeles’ta da tepkiyle karşılandı. Dahası tepkilerin bir kısmı bizzat Yahudi topluluklar tarafından gerçekleşti. Dünya kamuoyunun bu tepkisi şimdilik bir ateşkese yol açmasa da İsrail’in ilerleyen zamanlarda batı kamuoyunu ve bazı batılı liderlerin sınırsız desteğini kaybedeceğini göstermesi bakımından önemli görülmelidir. Nitekim İsrail’e koşulsuz desteği ile dikkat çeken ABD Başkanı Joe Biden ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron gibi simler dahi son günlerde ateşkesten ve sivil ölümlerden bahsetmeye başladılar.
İsrail’in Gazze saldırısının sonuçlarını kimse kesin olarak kestiremese de artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı çok net anlaşılıyor. En azından Gazze’nin mevcut yapısını değiştirmek, bölgeyi Hamas’tan arındırmak, bölgede uluslararası bir yönetim kurmak veya Gazze’yi Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın kontrolüne vermek ya da Gazze halkını top yekûn Sina Çölü’ne sürmek gibi çeşitli senaryolar konuşulmaktadır. Ancak yaşanan gelişmeler bu senaryolar dışında son olayların başka siyasi ve sosyal sonuçlarının olacağına da işaret etmektedir.
Bu sonuçların en olumsuz olanı, bundan sonraki süreçte batı dünyasının geniş bir halk kitlesi nezdinde itibar kaybı ile antisemitizm ruhunun yeniden yeşermesi ve Yahudilerin dünyanın değişik yerlerinde uğradıkları kötü muamelenin meşruiyet kazanacağına dair bir iddiadır. Nitekim bunun en somut örneği Fransa’da yaşandı ve ülkede son bir ayda Yahudi karşıtı binden fazla olay vuku buldu. Bunu ilerleyen zamanlarda farklı Batı kentlerinde yaşanacak benzer gelişmelerle daha net göreceğiz.
Bir diğeri ise, Hamas’ın 7 Ekim’de başlattığı Aksa Tufanı operasyonunun İsrail’in güvenliği ile ilgili artırdığı endişelerdir. İsrail doğal sınırları olmayan ve son derece zayıf kara ordusu olan bir ülkedir. Bu zaaf İsrail’in ve de batının 2006 Lübnan savaşından beri farkında olduğu bir durum. Bu zaafla birlikte İsrail ve düşmanları arasındaki güç ilişkisinin gittikçe değiştiği dikkatlerden kaçmıyor. İsrail ordusu 2006 yılında Hizbullah karşısında olduğu gibi bu kez de Hamas karşısında ciddi bir zaafa uğradı. İsrail’in bu aşamadan sonra Amerika’nın desteği olmadan, düşman gördüğü gruplar üzerine bırakın herhangi bir kara harekatını gerçekleştirmeyi, kendi sınırları içerisinde daha fazla varlığını devam ettirip ettiremeyeceği bile tartışılır bir konudur.
Bu kaygı ve varoluşsal korkular öylesine üst düzeye çıkmıştır ki, İsrail işgal yönetimi güya terörizme karşı kendini savunmak amacıyla hareket ettiğini iddia etse de bir ayı aşkın bir süredir Gazze’de hastahaneler dahil sivil yerleşim yerlerini bombalamaktan ve savunmasız masum insanlar üzerine ölüm yağdırmaktan başka bir şey yapmıyor. En azından Hamas karşısında ciddi bir başarı sağladığına dair en ufak bir belirti bulunmuyor.
ABD ve batılı liderleri endişelendiren en önemli husus, olası bir çatışmada İsrail ordusunun Hamas’ın yanı sıra İran’ın “Direniş Ekseni” adını verdiği gerek Hizbullah ve gerekse savaş tecrübesine sahip Kudüs Ordusu ve ona bağlı milislerin harekete geçmesi halinde, içine düşeceği zaaf durumudur. İran, İsrail’e karşı Lübnan’daki Hizbullah’ın yanı sıra, Irak, Yemen ve Suriye’deki milisler başta olmak üzere “Direniş Ekseni” adı verilen bir ittifakı desteklemekte ve savaşın patlak vermesinden bu yana önemli bir risk faktörü olduğunu hissettirmektedir. İran’ın, Devrim Muhafızlarına bağlı Kudüs Ordusu’nun emri altında örgütlediği ve Irak, Lübnan, Afganistan ve Pakistan’dan getirip Suriye’nin batısında çeşitli savaş meydanlarına yaydığı milis güçleri, İsrail için 2018 yılından itibaren ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Suriye’deki bu grupların İsrail ile gerginlik yaşadıkları ve zaman zaman İsrail’in hava saldırılarına maruz kaldıklarına dair birçok olay bulunmaktadır.
İsrail ile Hizbullah arasında 8 Ekim’de başlayan düşük yoğunluklu çatışmalar devam ederken, İran bağlantılı grupların gerek Suriye’den gerekse Yemen’den doğrudan İsrail’e ya da Irak ve Suriye’de bulunan Amerikan üslerine yönelik saldırıları, İsrail karşıtı direnişin bundan sonra Hamas ile sınırlı kalmayacağına işaret etmektedir. Aslında, ABD’nin 7 Ekim saldırısından sonra olaya müdahil olması ve Akdeniz’e savaş gemileri göndermesinin gerekçesi, İsrail’i dört bir yandan kuşatan İran yanlısı bu gruplardan duyulan güvenlik endişesidir. ABD’nin Ortadoğu politikasındaki önceliği İsrail’in güvenliği olduğu için benzer bir güvenlik önlemini Suriye’de geniş bir alana PKK’ya müzahir gruplardan oluşan Suriye Demokratik Güçlerini yerleştirmekle de yaptı. Böylece İran’ın Irak üzerinden Suriye, Lübnan ve Hizbullah ile olan kara bağlantısını kuzeyde Aynelarab’dan güneyde Ebu Kemal’e uzanan bir alana Suriye Demokratik Güçleri’ni yerleştirerek önleme çalıştı.
ABD’nin uçak gemilerinin veya askeri yetkililerinin İsrail’i daha ne kadar koruyabilecekleri merak konusuysa da, İsrail’in güvenliğinin yalnız Hamas’ı ortadan kaldırmakla sağlanamayacağı ve İsrail için tehdit olan diğer unsurların da kısa ve uzun vadede bir müdahaleye uğrayacağı görülmektedir.