Dünya genelinde azımsanmayacak bir nüfusa ulaşan, organize bir teşkilata sahip olup yeni bir din ihdası iddiasında olan Bahailer, ülkemizde görünür ve tanınır değillerdir. Oysa gerçek bu mu? Adeta bir şirket mantığı ile gelişen Bahai inancı kendilerinden önce gelen hiçbir dini reddetmediklerini, aksine hepsini kabullendiklerini ileri sürmektedirler. Esasında Şii İslam’ın içinden çıkmış bir fırka olan bu inanç mensupları, İslam’dan ayrı yeni bir dine ihtiyaç duyulduğunu savunmaktadırlar. İnançlarını temellendirdikleri en önemli nokta Bahailiğin ortaya çıktığı XIX. yüzyılda İslam’ın zamana hitap edebilen özelliklerini kaybettiği iddiasıdır. XIX. yüzyılı İslam’ın kıyameti olarak gören Bahailer bu devirde İslam’ın hükmünün kalmadığını savunarak yeni bir din ihdas etmişlerdir. Paradoksal bir biçimde de hem İslam’ı ve hem de daha önce gelmiş olan dinleri kabul ettiklerinin fakat Bahailiğin tüm bu inançları birleştirerek dünyaya yeni bir soluk getirdiğin söyleyerek diğer dinlerden de kopmamaktadırlar. Diğer din ve mezhepler gibi Ortadoğu kökenli bu anlayış her ne kadar diğerleri kadar gündemde olmasa da tartışılmaya değerdir.
Günümüzde dünyanın dört bir yanına yayılmış ve Türkiye’de de hatırı sayılır derecede mensubu bulunan Bahai toplumu, görece kapalı, fakat gizli olmayan faaliyet ve ayinleriyle varlığını devam ettiriyor. İsrail’in Hayfa şehrinde yer alan ve Yüce Adalet Evi olarak isimlendirilen inanç merkezlerine bağlı toplamda sekiz büyük Bahai mabedi bulunuyor. Her kıtada bir mabedin bulunması esasına göre inşa edilen büyük mabetlerin ardından milli ve mahalli Bahai mabetlerinin inşası, Bahai toplumunun gerçekleştirmek istediği hedefler arasında. Böylece Bahailer milli ve mahalli mahfil müntesiplerinin evleri ve diğer çeşitli mekânlarda gerçekleştirdikleri mutat toplantıları, ibadetleri ve diğer sosyal faaliyetleri bu yeni kurulacak olan mabetlerde gerçekleştirmek niyetindeler.
Bahailer kendilerinin, yeni bir din/medeniyet anlayışı ortaya koyduklarını savunmaktalar. Bu anlayışı namaz ve oruç gibi ibadetleriyle bir din olarak kabul ediyor olsalar da daha çok medeniyetin ilerleyişine yapacakları katkı ile bilinmek istiyorlar. Fertlerin kemâle erme yolunda ilerlemeleri, içinde yaşanılan dünyanın daha güzel ve yaşanabilir bir yer olması, dünyada bölünmüşlüğün ortadan kaldırılarak birliğin sağlanması gibi düşünceler bu anlayışın hareket noktasını oluşturuyor. Ölümden sonra da hayatın devam edeceğine inanan Bahailer için ahiret, çok fazla bilinemez ve tahmin edilemez bir olgu olmakla birlikte ruhun gelişimini devam ettireceği bir süreçten ibarettir. Bu yüzden dünyada edinilecek olan bireysel ve sosyal gelişimin önemi çok fazladır. Bahai toplumu öğretisine göre yapılacak ibadetlerin yanı sıra gerçekleştirilecek eğitim ve sosyal faaliyet projeleri ile dünya barışına katkı sağlanacak ve böylece de bireysel gelişim devam etmiş olacaktır. Her ne kadar bu anlaşılır öğretiyi ileri sürseler de Bahailerin tarihi serüvenleri bu kadar net ve anlaşılır değildir.
Bahailerin Ortaya Çıkışı: Bâbı mi Bahaî mi?
Bahailik XIX. yüzyılda İran topraklarında, Şiiliğin İsnâaşeriyye (İmamiye) fırkası içinden çıkan bir tasavvufi hareketin devamıdır. Hz. Bâb olarak isimlendirdikleri ve “Bahaullah”ın gelişini müjdelemekle görevli bir peygamber olduğuna inandıkları Mirza Ali Muhammed el-Bâb, düşüncelerinden ötürü 1850’de İran şâhı Nasırüddin Şâh tarafından idam edildi. Osmanlı Devleti’nin Bahaeddin Efendi olarak isimlendirdiği; Bahailerin ise Hz. Bahaullah olarak tanımladığı Mirza Hüseyin Ali, Bâbî mezhebini yaymaya çalıştığında, İran şahının baskılarına maruz kaldı. Müntesipleri çoğalmaya başlayan bu mezhebi ortadan kaldırmanın kolay olmayacağını gören Şâh, mezhep mensuplarını sürgüne göndermek istemesi, İran ve Osmanlı arasına bir anlaşmazlığa neden oldu. Çünkü Şâh bu taifeyi, kendi topraklarından kovarak Osmanlı vilayeti olan Bağdat’a sürgüne göndermek istediğini padişaha bildirdiğinde, “Osmanlı Devleti topraklarının İran’ın sürgün yeri olmadığı” cevabını aldı. Bu esnada, daha sonra paşa olacak olan Tahran sefiri Ahmed Vefik Efendi (sonradan Paşa: 1823-1891) devreye girerek Bâbîlerin mülteci sıfatıyla Kerbela’ya yerleştirilmelerine vesile oldu. Bâbîler Kerbela’da geçirdikleri altı ay zarfında bölgenin İran’a yakın oluşu ve Şiî nüfusun bulunmasından dolayı toplumda mezheplerinin yayılması için çaba sarf ettiler. Bu durumdan hoşnut olmayan Osmanlı yönetimi mezhep müntesiplerini topluca önce İstanbul’a ve ardından da Edirne’ye yerleştirdi.
Günümüz Bahai toplumu Edirne yıllarını kendi dinlerinin doğuş yeri olarak kabul ediyor. Fakat Kerbela’dan çıkıp gelen Bâbî toplumu burada ikiye bölündü. Mezhebin lideri olan Mirza Hüseyin Ali Bahaullah olarak peygamberliğini ilan ettiğinde kardeşi Mirza Yahya bunu kabul etmeyerek kendi peygamberliğini ilan etti. Bahailerin inanışına göre burada Mirza Yahya’yı, toplumun huzurunda Selimiye Camii’nde açık bir münazaraya davet ettiğinde Bahaeddin Efendi, çağrılarına cevap alamadı. Böylece kendisinin peygamberliği halkın nazarında da teyit edilmiş oldu. Fakat mezheplerini yaymaya çalışan ve kendi aralarında da sürtüşen bu cemaatlerin toplum için zararlı olduğunu düşünen devlet, Bahaeddin Efendi’nin liderlik ettiği grubu o zamanki Osmanlı devletinin Akka şehrine (bugün İsrail’de), Mirza Yahya’nın başında olduğu grubu ise Kıbrıs’a sürgüne gönderdi. Bu gruplara mensup kişilerin gönderildikleri yerden çıkışları yasaktı ve devletin tahsis ettiği yerlerde ikamet edeceklerdi.
Günümüz Bahai toplumu kendi inançlarını Edirne yıllarından itibaren Bahailik olarak isimlendirmektedir. Fakat Osmanlı Devleti kendi dönemi boyunca bu grupları halen Bâbîler olarak görmekteydi. Hükümete gönderdikleri telgraflarda da kendilerini Bâbîler olarak tanıtıyorlardı. Osmanlı toprakları haricindeki Bahai grupları da yine o dönemde Bâbîler olarak tanımlanıyordu. Örneğin 1901’de Osmanlı Devleti’nin Washington sefareti tarafından Amerika’daki cemaat yapılanması ile ilgili hazırlanan raporda da bu toplum Bâbîler olarak tanımlanmakta.
Akka’da tutuklu bulunmalarından dolayı yeni bir din ihdası iddialarını dillendiremeyen Bahailer, müntesipleri olmayan ziyaretçilerine kendilerinden bahsederken Müslüman olduklarını, mezheplerinin yalnızca Şiiliğin farklı bir yorumu olduğunu anlatmaktaydı. Osmanlı Devleti bir “fesat cemiyeti” olarak gördüğü Bahaileri sürekli olarak takip halindeydi. Bu grupların faaliyetleri hakkında bilgi alabilmek amacıyla Kıbrıs’a gönderdiği gruptan birkaç kişiyi Akka’ya ve Akka’ya gönderdiği gruptan da birkaç kişiyi de Kıbrıs’a yerleştirmişti. Akka’daki Bahailer Osmanlı’nın olduğu gibi İran’ın da yakın takibindeydi. İran’ın Akka’ya gönderdiği adamların takibinden rahatsız olan Bahailer hükümete yazdıkları yazıda İranlıların Akka’ya girişlerinin yasaklanmasını istiyorlardı. Çünkü aynı zamanda İran’da devam ettirilen Bahai faaliyetleri, İran yönetimini tarafından engellenmek isteniyordu.
Bâbîler Edirne’deki günlerinden sonra iki kısma ayrıldığında Akka’ya gönderilen grup diğerine göre daha kalabalıktı. Kıbrıs’a kaç kişinin gönderildiğini bilemesek de Akka’ya gönderilenlerin 68 kişi olduklarını, Osmanlı arşivlerindeki belgelerden öğreniyoruz. Bu grup önceleri kışlada ikamet ettirilmekteyken daha sonra şehir içinde kiralanan evlere yerleştirildiler. Kiralanan evler için gerekli olan 15 bin kuruşun 11 binini Akka Mutasarrıflığı, 4 binini ise merkezi hükümet karşılayacaktı. Fakat zamanla Akka’daki Bahailer çeşitli vasıtalarla gelirler elde etmeye başlayınca bazı mülkler satın alabildiler. Akka şehrinin yakınlarında dinlenmek ve misafirlerini gezdirmek için kullandıkları bağ ve bahçelerin mülkiyetleri kendilerine aitti. Burada tertipledikleri ziyafetlerle misafirlerin hoşnutluğunu ve gönüllerini kazanmak istiyorlardı.
Bahailiğin Yayılması ve Bugünkü Durumu
Bahai inancının ismini aldığı Bahaeddin Efendi Akka yıllarında münzevi bir hayat yaşamakta ve ziyaretçilerle çok fazla muhatap olmamaktaydı. Oğlu Abbas Efendi ise siyaset işleriyle daha fazla ilgiliydi. Gelen ziyaretçilerle kendisi görüşmekte, cemaatin işlerini idare etmekte ve İran’da yaşanan hadiseleri ise yakından takip etmekteydi. Bu dönemde İran’dan Akka’ya gelen pek çok müntesipleri de oluyordu. Zamanla ticaret ve çeşitli işler ile zenginleşen Bahailer İran’dan gelen pek çok kişiye sermaye sağlayıp kabiliyetine göre ticaret veya zanaatla uğraşmalarını sağlamıştı. Bahailer yalnızca İran’da yayılmamıştı. Akka’da sürgün hayatı yaşadıkları esnada Amerika, Çin ve Kore gibi ülkelerde de inançlarını yaymayı başarabildiler. 1901’de Washington Sefareti’nden gönderilen raporda Bahailerin Amerika’da ne kadar yayılmış oldukları ve etkileri çarpıcı bir şekilde anlatılmıştı. O yıllarda Amerika’da yaklaşık 3 bin kişiye ulaşan Bahai toplumunun bin kişiden fazlası Chicago şehrinde bulunuyordu. Orada inançlarını özellikle belli bir seviyeye ulaşmış kişiler arasında yaymaya çalışıyorlardı. Bu gayretlerinde de belli ölçüde başarılı olmuşlar ve cemaatlerine bankacılar, tüccarlar, sanayiciler, edebiyatçı ve gazetecileri dahil edebilmişlerdi. Burada oluşturdukları güçlü topluluk sayesinde dünya üzerindeki ikinci mabetlerini Chicago’da açtılar.
Kendisini sonradan Abdulbaha olarak isimlendirecek olan Abbas Efendi Bahailiğin sistemleşmesini sağlayan en önemli isimdir. Babası Bahaeddin Efendi’nin ölümünden sonra Bahailerin lideri olan Abbas Efendi sürgün yıllarında Akka’dan cemaatin işlerini takip ediyordu. II. Meşrutiyetle birlikte sürgün cezalarının kaldırılmasının ardından Abbas Efendi yurtdışı seyahatlerine başladı. Mısır, Avrupa, Amerika ve Kanada’ya giderek buradaki Bahai inancının daha da yayılmasına gayret etti.
Günümüzde Bahai toplumunun merkezi İsrail’in Hayfa şehrinde yer alan Yüce Adalet Evi’dir. Yüce Adalet Evi Bahailerin inanç merkezidir, yasa oluşturmada tek yetkili olan bu merkezin kararlarına tartışmasız uymak her Bahai’nin en önemli görevlerindendir. Yüce Adalet Evi üyeleri dünya genelindeki Bahai toplumu temsilcilerinden seçilen dokuz kişiden müteşekkildir. Üç kademeli bir organizasyona sahip olan Bahai toplumu bu organizasyonda görev alacak olan kişileri her kademede seçimle belirler. İlk seçimler mahalli mahfil üyelerini seçmek üzere yapılır. Her 21 yaşını doldurmuş olan Bahai bu seçimlere katılabilir. Seçimlere katılanlar kendilerini aday gösteremez ve kendileri için oy kullanamaz. Seçimler sonunda seçilen dokuz kişilik mahalli mahfil üyeleri bir yıl süreyle görevde kalırlar.
Seçilen dokuz kişilik mahalli mahfil üyeleri yine her sene yapılan seçimlerle ülke genelindeki dokuz kişilik milli mahfil üyelerini seçerler. Her beş yılda bir bu milli mahfil üyeleri Hayfa’ya giderek Yüce Adalet Evi’nin dokuz üyesini seçerler. Mahalli ve milli mahfil üyelerinin aksine Yüce Adalet Evi üyeleri beş yıllık süreyle seçilirler. Bahai kaynakların verdikleri bilgilere göre günümüzde 200’ü aşkın ülkede 10 bin mahalli mahfil etrafında milyonlarca Bahai bulunmaktadır.
Türkiye’de Bahailer
Türkiye’de ilk Bahai mahfili İstanbul’da 1920’lerde kurulmuştu. Türkiye Milli Bahai Mahfili ise ilk kez 1959’da seçildi. O tarihten beri teşkilatlarını yaymak için çalışan Bahailer günümüzde Türkiye’de 55 civarında mahalli mahfil ile temsil ediliyorlar. Türkiye’de şimdilik bir mabetleri bulunmayan Bahailer toplantı ve ayinlerini genellikle küçük gruplar halinde müntesiplerinin evlerinde gerçekleştirmektedir.
Bahailiğin Türkiye’de yalnızca 55 mahfil ile temsil edilmesi ve sayıca geniş bir mensup kitlesine sahip olamaması şüphesiz Türkiye’deki İslami anlayışların buna imkan vermemesindendir. Ancak dini bilgilerin yetersizliği ve dinî cehaletin artmasına parael olarak Bahailer’in Türkiye’de de yayılma potansiyeli olduğunu varsaymak mümkündür. Örneğin Amerikan halkının dinlere olan yaklaşımı ilk başta farklı inanç gruplarına merakla hatta folklorik bir ala olarak bakılmasına neden olduğundan, Bahailiğin -Türkiye’ye göre- çok daha fazla yayılmasına imkan vermiştir. Nitekim Bahailiğin kendisine yayılma alanı olarak seçtiği ilk yerlerden biri Amerika’dır. Bahailerin peygamberleri olarak gördükleri Bahaeddin Efendi’nin Akka’da iken etrafında 100’e yakın kişi bulunmasına rağmen aynı dönemde Amerika’da 3,000 Bahai bulunması bununla açıklanabilir.
Dinleri birleştirici bir özelliğinin vurgulandığı Bahai inancı dini birtakım ritüellere sahip olsa da daha çok şahısların, insanlığın ve medeniyetin ilerleyişine ilişkin söylemlerle kendisini tanıtmaktadır. Sosyal projeler etrafında insanları toplamaya çalışan Bahai mensupları diğer misyonerler gibi Afrika’da ihtiyaç sahibi insanların olduğu bölgelerde pek çok faaliyet gerçekleştirmektedirler. Dini duyguları fazla güçlü olmayan insanlar arasında dini söylemden nispeten arındırılmış, kişisel ve dünyevi ilerlemeyi temel alan anlatımlarla faaliyetlerini sürdürmektedirler. Daha önce gelmiş olan dinlerin hükümlerini zamanla yitirdiğini savunan Bahailer kendi inançlarının da bin yıl gibi bir zaman devam edeceği fakat sonrasında hükmünü yitireceği düşüncesindeler.
Bir din olarak ortaya çıktıklarını savunan Bahailer, temelde kendi inançlarının diğer inançlardan farklılaştığı noktaları net bir şekilde ortaya koymaları gerekmektedir. Örneğin Ahiret inancı, kıyamet anlayışı, cennet-cehennem mefhumu, Allah ve kul arasındaki ilişki gibi dini inancın şeklini belirleyen konuların daha da aydınlatılması bu inanca mensup olmayanların merak edeceği hususlardır. Ancak bu konularda agnostizmi benimsemiş görünen Bahailere kendileri iddia etse bile bir din veya mezhep adı vermek mümkün görülmemektedir. İlginç ve tehlikeli olan şu ki; kendilerini bir ihtiyaçtan doğan sosyal bir gurup olarak değil, adeta Protestanlığın Hristiyanlık için yaptığı gibi İslam’ı yenileyen bir din olarak tanımlamalarıdır. Bu gün barışçı bir topluluk gibi görülseler de sahip oldukları imkanlar ve vadettikleri ile dikkatle takip edilmeleri gerekmektedir.