4 Kasım’da Lübnan Başbakanı Saad Hariri’nin İran ve Hizbullah’a ağır suçlamalar yönelterek istifa etmesinin ardından Suudi Arabistan’da yolsuzluk gerekçesiyle yapılan tasfiyeler, Ortadoğu’nun rutinleşen kriz gündeminde yeni bir sayfa açmıştır. Gerekçeleri farklı olmakla birlikte iki olayın da merkez üssü S. Arabistan, menzili ise İran gibi görünmektedir. Ancak arka planda, İsrail, ABD ve Rusya yer almaktadır.
Ortadoğu’daki siyasal kırılmalara Lübnan dâhil olduğunda, İsrail’in güncel ve stratejik duruşuna yakından bakmak gerekir. Çünkü İsrail, Filistin sorunu, Hizbullah ve İran bağlantısı nedeniyle Lübnan siyasetindeki gelişmelere karşı son derece duyarlıdır. 2006 yılındaki Lübnan Savaşı, İsrail kamuoyunda, Birinci İran-İsrail Savaşı olarak adlandırılmıştır. Tel Aviv yönetimi, savaş sırasında Hizbullah’ın göstermiş olduğu direnişi Suriye ve İran’ın askeri ve mali desteğine bağlamıştır. Bu nedenle İsrail’e göre Lübnan, yalnız Lübnan değil aynı zamanda İran’dır.
2015 yılından itibaren Tel Aviv yönetimi, İran konusunda Moskova ve Washington’da lobi faaliyetlerine hız vermiştir. Netanyahu son iki yıl içinde Putin’le altı kez görüşmüş, MOSSAD Başkanı Yossi Cohen, ABD ile eş güdümü tesis etmek için mekik diplomasisi yürütmüştür. Ancak İsrail, her iki başkentten de beklediği düzeyde destek bulamamıştır.
Son olarak 23 Ağustos 2017 Tarihinde Putin ile görüşen Netanyahu, İran ve Hizbullah’ın güç kazanmasını pasif bir şekilde izlemeyeceklerini açıklamıştır. Tel Aviv yönetimine göre İran, orta vadede Suriye’de faal olan askeri unsurları ve üsleri aracılığıyla İsrail’i hedef alma kapasitesine sahiptir. İran’ın Akdeniz’de bir Şii koridoru kurmayı amaçladığını ve bölgesel hegemonya peşinde olduğu klasik tezi sürekli yineleyen İsrail yönetimi, işgal altında bulundurduğu Golan tepelerine saldırı olabileceği endişesi taşımaktadır. Ayrıca İsrail, İran’ı Şii-Sünni gerilimini tırmandırmak ve terör eylemlerini körüklemekle suçlamaktadır.
Güvenlik Kaygıları: İsrail, Rusya ve ABD’nin Farklı Bakışları
Rusya’nın bakış açısına göre ise İran Suriye’de yapıcı bir rol üslenmiştir. Suriye savaşı sona erdiğinde yabancı askerlerin ülkeyi terk etmesi gerektiğini ifade eden Moskova yönetimi, Beşar Esed’ın iktidarda kalmasının önemli olduğunu ve “terörle mücadelesinde” yanında olacaklarını açıklamıştır.
Diğer taraftan İsrail ve Rusya, Suriye hava sahasında karşı karşıya gelmemek için askeri işbirliği yaparken, Moskova yönetimi, Rus güçlerinin Suriye’de bulunmasının İsrail’in güvenliğine katkı anlamına da geldiğini ifade etmektedir. Kısacası yoğun görüşmelere rağmen İsrail, İran konusunda Rusya’dan istediği desteği tam olarak almayı başaramamıştır.
İsrail’in en güçlü müttefiki olan ABD’de de siyasi ve toplumsal zemin hassas konumdayken, sermaye grupları arasında giderek artan çelişkiler varken, Trump yönetiminin hareket alanını da kısıtlamaktadır. ABD’yi küresel sistemde yalnızlaştıran Trump, İran ve Hizbullah konusunda da güçlü ve ortak bir eylem planına sahip değildir. Bu bağlamda, ABD’nin BM Daimi Temsilcisi Nikki Haley, Güvenlik Konseyini, Hizbullah’ı korumakla, sahip olduğu silahları görmezden gelmekle ve İsrail’i takıntı haline getirmekle suçlamıştır.
Trump ve Netanyahu’nun tüm çabalarına rağmen şimdiye kadar İran konusunda küresel bir uzlaşı sağlanamamıştır. Ancak, İsrail, ABD ve bölgede İran’la rekabeti düşmanlık ilişkisine dönüştürme potansiyeline sahip Körfez ülkeleri, (özellikle S. Arabistan) etki alanı sınırlı ortak bir pozisyon geliştirebilmişlerdir.
Lübnan Başbakanı Saad Hariri’nin S. Arabistan’a giderek oradan istifa ettiğini açıklaması sözü edilen arka planın bir ürünü olarak değerlendirilebilir. İstifa eden Lübnan gibi Ortadoğu’nun tüm gelişmelerden etkilenmeye açık bir ülkenin başbakanı olduğundan, çeşitli soruları akla getirmektedir. Bu arka plan çerçevesinde güncel hedefleri analiz etmek için Lübnan siyasetindeki dengelere, İran bağlantısına ve S. Arabistan’daki son gelişmelere yakından bakmak gerekmektedir.
Lübnan’da Siyasi Dengeler ve İran’ın Rolü
İç savaş geçmişi, İsrail saldırıları ve Suriye savaşının hassas dengeler inşa ettiği Lübnan, etnik ve mezhepsel siyasi kırılganlığın en yoğun yaşandığı ülkelerden birisidir. Bu özellikleri nedeniyle ülkede, tüm siyasal, etnik ve mezhepsel grupların bağlantılı olduğu ülkeler ve güç merkezleri bulunmaktadır. Çeşitli grupların dış bağlantılar kurması şaşırtıcı olmamakla birlikte, kurulan bağlantının vesayet ya da perspektif örtüşmesi niteliğinde olup olmadığı önemli ve kritik bir noktadır.
İstifa eden Saad Hariri, S. Arabistan’ın siyasi ve ekonomik desteği ile Lübnan siyasetinde bir aktöre dönüşen ve 2005 yılında suikasta kurban giden Refik Hariri’nin oğludur. Genel olarak, Hariri’nin başında bulunduğu Mustakbel Hareketi, S. Arabistan’la yakın ilişkiler içinde ve hatta vesayeti altında kabul edilmektedir.
Buna karşın, Lübnan’da siyasi denklemin diğer ucunda bulunan ve Tahran yönetimi ile ortak bölgesel bir perspektifi paylaşan Hizbullah’ı İran’ın vesayeti altında bir siyasal grup olarak tanımlamak oldukça zordur. Nitekim Hizbullah kendisini, İran devrimine sempati duyan ve destekleyen ancak hiyerarşiyi reddeden bir konumda görmektedir.
Siyasal açıdan bakıldığında, zihniyeti ne olursa olsun Hizbullah, İsrail’in iddiasının aksine İran uzantısı bir grup olarak değil, bölgenin reel politik gerçeklerine uyum sağlamış bir aktör olarak gücünü pekiştirmiştir. Kuruluş aşamasında Filistinli mültecilerin yanında Hıristiyan gruplardan da destek almış olan Hizbullah, İran ve Suriye ile bağlantısını ve mezhepsel kimliğini, İsrail’e karşı mücadele eden bir güç olarak dengede tutmayı başarmıştır. Diğer taraftan Hizbullah’ın Kudüs’ü İsrail’den kurtarma söylemi, Lübnan siyasetinde mezhepsel fay hatlarının belli ölçüde aşabilmesine katkı sağlamıştır.
Lübnan ve Ortadoğu siyasetinde etkin bir siyasi aktöre dönüşen Hizbullah, Suriye savaşı ve Yemen krizi bağlamında, Sünni ülkelerde salt mezhepçi bir örgüt olarak algılanmaya başlanmıştır. Şii-Sünni gerilimi, Hizbullah’ın askeri kapasitesini geliştirmesini kolaylaşırmış ancak Sünni gruplar ile dayanışma kapasitesini zaafa uğratmıştır.
Bu gelişmelere ilave olarak İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin Irak, Suriye ve Lübnan siyasetinde İran’ın pozisyonunun dikkate alınması gerektiği yönündeki açıklaması, Beyrut yönetimini öfkelendirmiş ve Lübnan üzerinde vesayet kurma çabası olarak değerlendirilmiştir. Sonuç olarak Beyrut’un siyasi manzarası, sükûnetin ülkeye kısa vadede gelmeyeceğinin habercisi sayılabilir. Kaosun diğer ayağı olan S. Arabistan’da yaşanan son gelişmeler de benzer şekilde sinyalleri vermektedir.
Suudi Arabistan’da ‘Dönüşüm’ ve Taşıdığı Riskler
Suudi Arabistan’da ülkenin yerleşik siyasi ve hukuki teamüllerini görmezden gelerek yapılan reformlar daha ziyade bölgesel olarak planlanan adımların öncüleri niteliğinde değerlendirilebilir. İlk olarak Prens Muhammed Bin Salman tarafından hedeflenen değişimin niteliğini ve özellikle iç ve dış politikadaki potansiyel sonuçları anlamak, Beyrut merkezli sürecin analizini kolaylaştıracaktır.
S. Arabistan’ın fiili olarak en etkili kişisi konumunda bulunan Veliaht Prens Salman, iki ayaklı bir süreci devreye sokmuştur. Prensin, ABD destekli siyasi ve ekonomik bir projesi ve kendisine muhalefet edebilecek güç merkezlerini temsil eden öncü figürleri tasfiyeye dayanan ikinci bir eylem planı bulunmaktadır.
Genç liderin ifade ettiği yöntemleriyle yapmayı planladığı reformlar, S. Arabistan açısından radikal denebilecek özellikler taşımaktadır. Hatırlanacağı üzere Veliaht Prens, petrole bağımlılığı azaltmak için ekonomiyi dönüştürerek teknolojik gelişime hız vermeyi hedeflediğini açıklamıştır. Bunun yanında, özellikle kadın hakları konusunda reform yapmak gerektiğini belirten yeni lider, ülkesinin tüm dinlere açık ‘ılımlı İslam’ modelini benimseyeceğini ifade etmiştir.
Diğer taraftan ülkenin siyasi yapısı genel olarak aşiretlerin esnek bir uzlaşısına dayadığından, farklı güç merkezlerini temsil eden unsurların pasifize edilmesi, merkezi otorite ile toplumsal taban arasında boşlukların ve iletişim kopukluğunun doğmasına zemin hazırlayabilir. Bu şartlar altında, hali hazırda ‘Amerikan garantörlüğüne’ güçlü şekilde ihtiyaç duyan Kraliyet ailesinin ABD’ye daha da bağımlı hale gelmesi muhtemeldir. Özellikle izlenen yöntem, Riyad yönetimini kırılgan bir zemine sevk etme ve ABD hegemonyasını güçlendirme ihtimali taşımaktadır. Uluslaşamamış kabile sisteminin güçlü olduğu ülkelerde reformlar, belli bir toplumsal uzlaşıya dayanmadığı zaman iç politikada istikrarsızlık ve “siyasal bölünmüşlük” dış politikada ise, radikal eylemleri beraberinde getirmektedir.
S. Arabistan’ın yeni yol haritası, iç dengeleri ve ABD’nin ekonomik talepleri ile siyasi tahakkümünün boyutlarını ve doğuracağı sonuçları ihmal etmektedir. Trump yönetimi, S. Arabistan’da istikrasızlık zeminini güçlendirirken, ülkeyi de İran’a karşı ön cephede mücadeleye elverişli hale getirmeye yönelik planlarını hayata geçirmektedir.
Sonuç olarak her iki süreç de, İran ve Hizbullah’a karşı küresel sistemi harekete geçirme kapasitesi sınırlı Netanyahu ve kendi kamuoyuna karşı zaaf içinde olan Trump yönetiminin, S. Arabistan’ın İran öfkesinin ve Lübnan’ın hassas dengelerinin yaratacağı ‘rüzgârı’ arkasına alma çabası olarak değerlendirilebilir. Küresel ölçekte kabul edilmeyen tezleriyle ABD ve İsrail yönetimleri, İran ve Hizbullah konusunda kendileriyle ortak hareket etmeyi kabul etmeyen aktörleri, Riyad ve Beyrut’taki dengesizliklerin yaratabileceği yüksek risklerle yüzleşmeye zorlamaktadırlar.