Balfour deklarasyonunun 100. yılı, 6 Aralık 2017 günü, ABD başkanı Trump’ın Kudüs’ü İsrail başkenti olarak tanınması ve Amerika’nın İsrail büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması kararını imzaladığı gün olarak tarihe geçmiştir. Bir asırlık süre içinde İsrail’in yerleşimci kolonyalizminde ulaştığı nokta gerçekten dikkate şayandır.

Temmuz ayında İsrail işgal güçlerinin Filistinlilere Mescid-i Aksa’yı kapatması ile yaşanan kriz üzerine 5 Ağustos 2017 tarihinde kaleme aldığımız yazıda konuyu Ortadoğu’da güçlenen İsrail kolonyalizmi çerçevesinde değerlendirmiştik. ABD başkan adayı Trump’ın Seçim öncesi İsrail lobisi IAPAC ile yaptığı görüşmelerde İsrail’in başkenti Kudüs olacaktır sözünü vererek icazet aldığına ve seçimi kazanmasının hemen akabinde İsrail çıkarları ve ‘güvenliği’ ekseninde, ABD-İsrail-Suudi Arabistan ve politika ortağı BAE iş birliği çerçevesinde Ortadoğu politikalarını uygulamaya koyduğuna işaret etmiştik. Ortadoğu’da İsrail kolonyalizmini güçlendirmek ve bunun önündeki tehdit kaynaklarını bertaraf etmek üzere yeni Başkan Trump, bu Ortadoğu politikaları ile bugün gelinen noktanın alt yapısını hazırlamış, oldukça stratejik adımlar atarak mezkûr karar öncesi bölgesel dinamikleri güvence altına almıştır.

Yerleşimci Kolonyalizmi

Öncelikle İsrail yerleşimci (settler) kolonyalizmini ana hatlarıyla ortaya koymak gerekir. Yerleşimci kolonyalizmin klasik kolonyalizmden farkı Amerikan kolonyalizminin İngiliz ve Fransız kolonyalizminden farkında yatmaktadır. Klasik kolonyalizmde emperyal güç ana yurdunun dışında işgal ettiği topraklarda insan kaynağını ve tabi kaynakları sömürmeye dayalı bir hegemonya kurar. Amerika ve Güney Afrika örneğindeki yerleşimci kolonyalizmde ise işgalci güç başkasına ait toprakları kendine yurt edinir ve o toprakların yaşayan gerçek sahiplerini etnik temizlik yolu ile imha eder.

1897’de Basel’de yapılan Dünya Siyonist kongresinde Filistin topraklarında İsrail devleti kurma hedefinin ilan edilmesi ile İsrail yerleşimci kolonyalizmi fiilen başlamıştır. Bu tarihten itibaren yani Balfour’dan önce Filistin’e Yahudi göç dalgaları başlatılmıştır. 1948’de İsrail’in kurulması ile yerleşimci İsrail kolonyalizminde büyük bir gelişme sağlanmış olmasına rağmen nihai hedefe ulaşılmamıştır. İsrail kolonyalizminde nihai hedef Filistin topraklarının tamamının İsrail olması ve Filistinli nüfusunun yok edilmesidir ki Yahudi milletine bu topraklarının vaat edilmiş olması gibi bir dini retorik üzerinden hedefe “meşruiyet” kazandırılmıştır. Özellikle Doğu Kudüs’te Müslümanların kutsal mekanlarını teşkil eden bölgeler üzerinde İsrail’in dini ve tarihsel argümanlarına dayalı olarak önemli hak iddiaları ve hedefleri bulunmaktadır.

Bu hedeflere ulaşmak üzere İsrail uzun vadede Filistin toplumu üzerinde özellikle yerleşimler olmak üzere hukuksuz ve sistematik uygulamalar gerçekleştirmektedir. Trump politikalarının çılgın ve hızlı girişimleri sonucunda bugün gelinen noktada İsrail’in uzun vadede Kudüs’ün tamamını ele geçirme hedefi kısa vadede büyük bir aşama kaydederek tarihi 6 Aralık kararını İsrail’e kazandırmıştır. Nitekim ABD başkanı, hali hazırda İsrail yönetiminde olan ve kurumlarının bulunduğu Batı Kudüs’ü İsrail başkenti olarak tanımamış fakat Filistinlilerin yaşadığı Doğu Kudüs’ü de kapsayarak Kudüs’ün tamamını İsrail başkenti olarak ilan etmiştir.

İsrail Kolonyalizminin Sürdürülebilirliği

Ortadoğu’nun yani tarihsel anlamda bir Arap ve İslam coğrafyasının kalbinde konuşlanmış İsrail kolonyalizminin sürdürülebilirliği etrafını kuşatan siyasi yapılarla sağlanacak uzlaşmaya ve mevcut tehdit unsurlarının bertaraf edilmesine bağlıdır. İsrail hedeflerinin güvenliğini sağlayacak bir Ortadoğu dizaynı oluşturmak ABD hükümetlerinin Ortadoğu politikalarını belirleyen temel parametre olagelmiştir ki bugün Trump yönetiminde bunun en doğrudan ve çarpıcı örneği yaşanmaktadır. İsrail kolonyalizmi önünde Ortadoğu’da tehdit teşkil eden unsurların başında İran faktörü bulunmaktadır. İran, İslam Devrimi ile birlikte İsrail ve Siyonizm karşıtlığı üzerinden siyasi argümanlarının temelini belirlemiştir. Bu doğrultuda İsrail’i vurabilecek kapasitede uzun menzilli füze geliştirme çalışmaları vardır ve özellikle yanı başındaki Lübnan’da hem askeri hem sosyolojik boyutta etkinlik kazanmış olan uzantısı Hizbullah üzerinden İsrail’i tehdit etmektedir. Lübnan Başbakanı Hariri’nin Suudi Arabistan tarafından istifaya zorlanmış olmasının altında, Hizbullah’ın tasfiyesini rasyonel bulmayarak reddetmiş olması sebebi yatmaktadır. İsrail Lübnan’da Hizbullah ile mücadele edecek bir yönetim istemektedir ve bunun gereği Hariri üzerinde büyük bir nüfuz sahibi olan Suud ailesine ihale edilmiştir.

Körfez’de İran’ın ezeli rakibi olan Suudi Arabistan’a özellikle mezhep ayrılığının körüklenmesi temelinde İran ile mücadele ihalesi yıkılmıştır. Suudi Arabistan’a İsrail politikalarını uygulatmak üzere genç veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın (MbS) iktidar hırsı önemli bir fırsat sunmuştur ki MbS krallık karşılığında ödemesi gereken bedelleri oldukça cesur adımlarla ödemektedir. Önceki yazılarda değindiğimiz gibi Katar krizi bunun bir parçası olmuştur. MbS’nin yolsuzlukla mücadele girişimi ile Arabistan elitindeki geleneksel yapı taşları tasfiye edilerek MbS’nin içerideki gücü garanti altına atılmış ve böylece Arabistan-İsrail iş birliğinin önündeki potansiyel problem kaynakları imha edilmiştir. İsrail kolonyalizminin güvenliği için önemli bir diğer tehdit kaynağı olan Hamas’ın Katar’la finans bağlantısı kesilmiş ve son dönemde önemli oranda güç kaybetmiştir. İsrail kontrolünde Ekim ayında gerçekleştirilen Hamas-Fetih anlaşması ile Hamas tehdidi de büyük ölçüde bertaraf edilmiştir.

6 Aralık’ta Donald Trump’ın tarihi kararı açıkladığı konuşmasında önemli mesajlar dikkat çekmektedir. Konuşmasında sıkça barış vurgusu yapmış olmasına rağmen hali hazırda devam eden bir barış süreci olmadığı için bu barışın Kudüs kararına rağmen nasıl gerçekleşeceğine dair bir plan ya da fikirden bahsetmemiştir. Burada barışla kastedilen Filistin halkının bu gelişme karşısında teslimiyetinin beklenmesidir. Yine bu konuşmada “iki devletli çözüm”den yana olduğunu ifade ederken hemen arkasına “tabi iki tarafta bunu istiyorsa” koşulunu iliştirmiştir.

İsrail’in Filistin’i bir devlet olarak kabul etmediği herkesçe malum iken Trump’ın bu ifadesi samimiyetini otomatik olarak kaybetmiş bulunmaktadır. Trump’ın konuşmasında dikkatlerden kaçan diğer bir vurguda bölgenin ‘genç ve ılımlı’ seslerinin önemi ve ‘şiddetin ve radikallerin’ önüne geçilmesi gerektiği ifadeleri olmuştur. Burada bölgenin genç ve ılımlı liderlerinin İsrail ile iş birliği doğrultusunda bu karara ılımlı bir yaklaşım göstereceklerine ve onların nüfuz alanlarının bu şekilde yönlendirileceğine olan inanç vurgulanmıştır. Filistinli çocuklardan gelebilecek muhtemel bir ‘şiddete’ karşı bu genç ve ılımlılardan destek gelmeyeceğinin güvencesi çok önceden alınmıştır.

Nitekim Suudi Arabistan’da yasaklanmış olan Katar’ın El-Cezire’si dışında, Arap medyasından ciddi bir tepki şu ana kadar gelmemiştir. Bu kararla birlikte İsrail kolonyalizminde geri dönüşü olmayan bir yol alınmıştır. Çok fazla iyimser bir beklenti ile kararın geri alınabileceği ihtimali düşünülse bile Kudüs’ün fiilen İsrail başkentine dönüşmesine zaten oldukça yaklaşılmış olduğu için bu realitenin değişmesi zor görünmektedir. İslam dünyası İsrail yerleşimlerinin durdurulması konusunda ortak politika ve strateji geliştirme yönünde maalesef bir girişim gerçekleştirememiştir.