Ortadoğu, Arap coğrafyası ya da genel anlamda İslam dünyası üzerine yazılan popüler fikir yazılarının hemen her birinin temel teması bölgenin savaşlardan, yıkımlardan, iç çekişmelerden ve bir türlü kurumsallaşamayan devlet yapılarından çektiği sıkıntılardır. Coğrafya üzerine yazılan çoğu yazı, ortaya atılan çoğu fikir bu kaotik ortamın Ortadoğu’ya özgün olduğundan dem vurur. Bu temanın arkasında yatan temel psikoloji iki yönlüdür. Birincisi, istemeden de yapılsa, bölgeyi ve bölge halklarını acındırma psikolojisi. Burada görülen temel vurgu coğrafyanın sürekli acılar çektiği, sürekli savaşlar içerisinde boğuştuğu ve bunun acınılması ve yardım edilmesi gereken bir durum olduğudur. Yani esasında, “bakın biz yüzyıllardır acı çekiyoruz, ne olur bir darbe de siz vurmayın” haykırışı. İkinci psikoloji ise bölgenin içerisinde bulunduğu bu acınası durumun nedeninin dışarıda aranması psikolojisi. Bu bir önceki unsurdaki acındırma yaklaşımı ile çelişse de söz konusu temanın en önemli psikolojik arka planının bu olduğu söylenebilir.
Daha önceki yazılarımda bölgeye özgü sosyal çerçevenin ve normların önemini vurgulayarak göreceli yaklaşıma sahip olmamız gerektiğini sıkça ifade etmiştim. Ancak bu göreceliliği bölgenin içinde bulunduğu kaotik yapıyı incelerken de dikkate almamız ve bu kaosun nedenlerini ve sonuçlarını ve bilhassa etkisini yine göreceli bir çerçevede değerlendirmemiz gerekmektedir.
Bölgenin içerisinde bulunduğu ve tecrübe ettiği savaş, terör, yıkım, istikrarsızlık ve benzeri bütün pejoratif siyasi durumların sadece Ortadoğu’da yaşanmadığını, aksine tüm okların çevrildiği Batı’nın (özellikle Avrupa) aynı tarihsel tecrübeleri çok daha uzun bir süre boyunca kendi içerisinde yaşadığını hatırlamamız gerekiyor. Bu hatırlama sadece analizlerdeki objektifliği sağlamaya değil, bölge analistlerinin manipülatif, acındırmacı ve zaman zaman da apolojist tavırlarını üzerlerinden atarak tarihsel tecrübelerin gösterdikleri ile çözümlerin nasıl üretilebileceğini ortaya koymaya yardımcı olacaktır.
Burada bir uyarı yapmak gerekiyor; bu yazı boyunca ele alınan bu temel fikir, bölgenin ve halklarının çektiği acıları göz ardı etmek için değil aksine yaşadıkları sorunların tarihsel tecrübeler içerisinde kendilerine has olmadığını hatırlatmak adınadır.
Savaş ve Çözüm Tecrübesi
Ortadoğu’yu tarihsel tecrübenin tek örneği gibi gösterme ve bunu yaparken de kurbanlaştırma anlatısının en temel dinamiği savaş olgusu üzerinedir. Esasında bu yazıyı kaleme almaya beni iten de gazeteci Jenan Moussa’nın bu konu üzerine yazdığı ve yüzlerce defa paylaşılan tweeti idi. Jenan Moussa paylaşımında “Eğer Ortadoğu’da yaşıyorsanız hayatınızın tamamını, savaştan korkarak, savaştan muzdarip olarak, savaştan kaçarak, savaştan tekrar ayağa kalkarak ve tekrar savaş olmaması için dua ederek harcarsınız…” yazmıştı.
If you're living in the Middle East, you spend your whole life:
a/ Fearing war
b/ Suffering from war
c/ Escaping war
d/ Recovering from war
e/ Praying for no new war.It's an exhausting cycle. Generation after generation.
— Jenan Moussa (@jenanmoussa) May 15, 2019
Gerçekten de Ortadoğu’nun özellikle son yüzyılının savaşlar ile geçtiği yadsınamaz bir gerçek. Sadece isimlerini hatırladığımızda bile bir yüzyıla bu kadar travmanın nasıl sığdığına şaşırabiliriz: Dürzi Savaşı, Suud-Yemen Savaşı, Arap-İsrail Savaşları, Lübnan İç Savaşı, İran-Irak Savaşı, Körfez Savaşı, Irak Savaşı, Lübnan Savaşı, Suriye İç Savaşı, Yemen Savaşı. Daha küçük çaplı çatışmaları saymasak bile Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren modern Ortadoğu coğrafyasının günümüze kadar geçirdiği yüzyıllık süreç içerisinde savaşlarla boğuştuğu gerçeği ortadadır.
Ancak yukarıda da bahsettiğim gibi bu durum Ortadoğu’ya has bir mesele değildir. Aksine Ortadoğu coğrafyasında büyük çaplı savaş olgusu diğer tarihsel deneyimlere göre nispeten yenidir. Temel hedef noktası olarak gösterilen Avrupa örneği ele alındığında yaşanan savaş tecrübesinin çok daha uzun bir geçmişe dayandığını ve Ortadoğu ile kıyaslandığında daha yoğun ve yıkıcı yaşandığını söylemek mümkündür.
Yine kısaca isimlerini sayarsak karşımıza ciddi bir tablo çıkmaktadır: Güller Savaşı, Schmalkaldik Savaşları, Fransız Din Savaşları, Otuz Yıl Savaşı, İngiliz İç Savaşı, 14. Louis’inin Hollanda Savaşı, Augsburg Birliği Savaşı, Yedi Yıl Savaşı, Fransız Devrimi, Napolyon Savaşları, İtalyan Birliği Savaşları, Kırım Savaşı, Alman Birliği Savaşı, Rus Devrimi, Birinci ve İkinci Balkan Savaşları, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları. Listeyi daha da uzatmak mümkün ancak burada vurgulanması gereken nokta Avrupa’nın büyük çaplı savaş tecrübesini yaklaşık 500 yıldır yaşıyor olmasıdır. Ortadoğu’da 100 yıldır yaşanan bu tecrübe, Avrupa’da 500 yıl boyunca devam etmiş ve insani anlamda ciddi yıkımlar ortaya koymuştur. Avrupa’nın yaşadığı bu savaşlarda milyonlarca insanın öldüğü tarih tarafından ortaya konulmuş bir gerçek.
Fakat burada vurguladığımız nokta Ortadoğu ve Avrupa tecrübelerini savaş ve ölüm sayıları üzerinden karşılaştırmak değil Ortadoğu dışındaki bölgelerin ve en çok suçlanan Avrupa’nın aynı acı tecrübeyi çok daha uzun nesillerce yaşadığı gerçeğini ortaya koymaktır. Peki bu neyi ifade ediyor? Avrupa son 500 yılda yaşadığı savaş tecrübesini ve yıkımını normatif bir çerçeveye oturtmayı başarabildi. Yani yüzyıllarca süre gelen bu deneyimler sonucunda savaş olgusunu uluslararası siyasette ve ilişkilerde bir kurum olarak yerleştirdi. Savaşın hukuki, insani çerçevesini çizerek sadece savaşın öncesini değil sonrasını da normları ile ortaya koydu.
Bu normatif çerçevenin ne kadar uygulanıp uygulanmadığı bu yazının konusu değil. Avrupa tarihsel tecrübesinin yaşanan acı deneyimlerinin yanında fikirsel ve çözüme yönelik çabalarının önemi bu yazının temel argümanlarından biri. Zira bu nokta Ortadoğu tecrübesini Avrupa tecrübesinden ayıran en vurucu alanlardan bir tanesi.
Avrupa’nın kendi içindeki çatışmalarına yönelik çizdiği normatif çerçevesinin sınırları ve gelişimi akademik çalışmalarda çokça incelendi ve detayları bu yazının konusu değil. Avrupa yaşadığı bu 500 yıllık travmanın önüne geçebilmek ve devletler arasındaki bu şiddetin tonunu sınırlayabilmek adına adımlar atabildi. Bunu yaparken belli başlı davranış kalıpları ile savaşın çerçevesini çizdi ve algıladığı “düşman” portresini ortaya koyabildi. Bu sürecin Avrupa’da savaşı sistemsel açıdan nasıl düzenleyici bir rol oynama noktasına getirdiği ve uluslararası toplum açısından da savaşın nasıl düzeni korumak adına bir araç olarak kullanılabilme karakteri kazandığı aşikâr.
Yazının sınırları çerçevesinde sadece Avrupa örneğinden gitsek de aynı tecrübenin farklı coğrafyalarda yaşandığı da bir gerçek. ABD-Meksika Savaşı, ABD İç Savaşı gibi örnekler ortada. Daha da yakınlara gelirsek Japonya’nın Çin’den henüz 1945 yılında çekildiği ve bu savaşın neredeyse 20 milyona yakın can aldığı unutulmamalı.
Yukarıda yalnızca savaş olgusu üzerinden yaptığımız karşılaştırmayı genişletmek mümkün. Aynı yaklaşımla Ortadoğu’daki hukukun üstünlüğü meselesini, devlet olamama durumunu, egemenlik problemlerini inceleyebilir ve tarihsel süreç içerisinde Ortadoğu’nun bu sıkıntıları Avrupa’ya göre nispeten daha kısa bir süredir yaşadığını gösterebiliriz. Böylesine bir çaba akademik bir makalenin muhtevasını oluşturur lakin amaç bu küçük örnek üzerinden kurbanlaştırma psikolojisinden vazgeçme arayışlarını körüklemektir.
Neler Yapmalı?
Bu kısa yazının sonucu yerine geçecek bir takım tespit ve öneriler ortaya koymak istiyorum. Bunlar doğrudan akademik araştırmanın konusu olabileceği gibi daha çok coğrafya üzerine kafa yoran, yazıp çizen ve kamuoyu oluşturan insanların dikkate alacağı meselelerdir.
Buradan hareketle en önemli çıkarım şudur: Ortadoğu’yu bir acınma noktası olarak ele almak ve bölgenin tecrübesini daha uzun çaplı tarihsel süreç içerisinden kopuk bir şekilde inceleyerek tekleştirmeye çalışmak gözlerimizi kapatmaktan başka bir işe yaramıyor. Aksine kamuoyu oluşturanların yapması gereken Ortadoğu tecrübesini daha fazla karşılaştırmalı bir şekilde ele almak olmalıdır. Özellikle Avrupa tecrübesi “dış mihrak” ve yaşanan acıların sorumlusu noktasından analiz edilmek yerine, çok daha kötü bir noktadan nasıl dönülebileceğinin örneği olarak gösterilmelidir.
Bölgede yaşanan insani durumun vahameti ortada ve bu inkâr edilemez. Fakat unutulmamalıdır ki Avrupa ve dünya çok daha uç noktalardan kendini geri döndürebildi ve bu tecrübeler farklı tarihsel deneyimler içerisinde mevcut.
Bunun ile bağlantılı bir diğer nokta ise yıkımın detayları ve tarafları üzerinde durmak yerine çözümün imkanlarını ve alternatiflerini vurgulamak olmalıdır. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Avrupa tecrübesi birbirini yenmiş, birbirinin başkentine girmiş ülkeleri tekrar bir araya getirebildi. Ahlaki duruş, insani tutum gibi bahaneler çözümü engellediği noktada kendi iddiası ile çelişmeye başlar. Avrupa ve modern uluslararası sistem stigma/damga koyduğu toplum ve toplulukları oluşturduğu süreçler ile içerisine dahil etmeyi başardı (en azından istikrar sağlayabileceği noktaya kadar). Almanya nasıl bu süreci aştı ise Rusya Sovyetler tecrübesinden sonra nasıl bu noktaya geldi ise Ortadoğu coğrafyası da damgaladığı ve dışarıda konumlandırdığı ülkeleri oluşturacağı mekanizmalar ile içeriye dahil edebilir. Mısır ve Suriye gibi ülkelere ve son yıllarda yaşadıklarına Avrupa’nın bu tecrübesi üzerinden bakabilmemiz gerekmektedir.
Bunların sağlanması ise Avrupa tecrübesinin belki de en önemli geleneği olan fikirsel birikimin yeniden değerlendirilebilmesi yöntemi ile mümkün. Ortadoğu coğrafyası kamuoyu liderleri ve aydınları gündelik yıkımların peşine düşmek yerine fikirsel jimnastiğe yönelerek bölgenin daha önce yaşadığı sorunlara ne gibi fikirsel çözümler ürettiği üzerine yoğunlaşmalı. Avrupa modern siyasetinin ve de akademisinin en önemli özelliklerinden biri yüzyıllar boyunca süre gelen bu fikirsel geri dönüş ve yeniden değerlendirme stratejisidir (Sadece Hugo Grotius örneği bile yeterli). Ortadoğu coğrafyası henüz bunu sağlayabilmiş değil. Coğrafyada daha önceden üretilen fikirler, çözümler, yazılanlar ve çizilenler yeniden ortaya konularak değerlendirme sürecine girilmeli. Bunlar eleştirilerek ve elenerek ileriye taşınmalı.
Daha önce de dile getirdiğim gibi bu yazıdaki argüman Ortadoğu’ya yapılan dış müdahaleyi görmezden gelmiyor. Sömürge tecrübesini sümen altı etmiyor ya da naif bir uluslararası siyaset portresi çizmiyor. Fakat sadece bu duruma odaklanmanın ve bir “kurban” Ortadoğu algısı yaratmanın hem sürekli şikayet edilen kötü Ortadoğu imajını yeniden inşa ettiğini hem de çözüm üretebilmiş tarihsel tecrübeleri göz ardı ederek çözümsüzlük tohumlarını ektiğini iddia ediyor.
Hülasa, artık Ortadoğu’yu kurbanlaştırma ve tekleştirme dilinden vazgeçmeli ve tarihsel tecrübelerin gerçekleri ortaya konulmalı.