Genel olarak bütün kültür havzalarının ve bölgelerin, özel olarak da Ortadoğu’nun uluslararası sistemdeki konumuna dair analizlerin içeriden bir bakış ile ve uzun dönemli süreklilik ve değişimleri ele alarak yapılması gerektiğine dair fikirlerimi önceki yazılarımda ortaya koymaya çalışmıştım. Zira özellikle Türkçe literatüre hâkim olan kronolojik anlatımlar uzun dönemli bakışı göz ardı etmekte ve yalnızca olayların münferit değerlendirmelerine odaklanmaktadır. Bunun aksine daha çok batı literatüründe yaygın olan çalışmalar ise bölgeleri (ve Ortadoğu’yu) birer laboratuvardan öte görmemekte; mevcut teorilerin farklı kültür havzalarında ve bölgelerdeki açıklayıcılığını test etmektedirler. Her iki yaklaşımın da önemli bulgular ve yorumlar ortaya koyduğunda şüphe yoktur ancak bölgenin ürettiği özgün davranış kalıplarını ve bunların işleyişini, bölgesel birlikteliği ve düzensizliği sağlayan sosyal unsurları, bölgenin tarih içerisindeki değişim dinamiklerini anlayabilme arayışı ancak disiplinler arası etkileşim üzerinden sağlanabilir. Siyasi tarihin sağlayacağı bulgular ve kronolojik bilgi, uluslararası ilişkilerin sunacağı sistemik yaklaşım ve sosyolojinin ortaya koyacağı etkileşim unsurları hem tüm bölgesel sistemleri hem de özel olarak Ortadoğu’yu kavrama noktasında bizlere önemli kapılar açacaktır.
Son yıllarda daha çok İnşacı ve İngiliz Okulu perspektiflerinde geliştirilen bölgesel analizler (Acharya 2001; Buzan ve Gonzalez-Pelaez 2009; Buzan ve Waever 2003; Suzuki 2009; Schouenborg 2012; Goh 2013) bunu yapmaya çalışmakta ancak iki temel tuzağa düşmektedirler: birincisi bu tür çalışmalar ya güvenlik, ekonomi gibi maddi unsurları ya da fikir ve norm gibi soyut unsurları birbirlerinden bağımsız olarak incelemektedirler ve etkileşimi göz ardı etmektedirler; ikincisi ise bu çalışmalar ele aldıkları kültür havzalarını ve bölgeleri incelerken Avrupa bölgesel toplumuna dair üretilmiş normatif kalıplar üzerinden değerlendirmektedirler. Bu tuzakların ötesine geçebilmek, bölgesel düzenlerin ani kırılmalar ile değil tarihsel etkileşimler ile evrildiğini ortaya koyabilmek ve en önemlisi bölgelerin ürettiği özgün davranış kalıplarını anlayabilmek için “pratik” kavramı (Bourdieu 1990) ve “süreç analizi” perspektiflerinin (Elias 1978) bir arada kullanılmasının yararlı olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda, böylesi bir perspektif ile, Ortadoğu özelinde, uzun dönemli bir tarih denemesi yapılacaktır. Devam eden başka bir çalışmamda söz konusu pratiklerin listesini uzatmakla birlikte burada sadece bir tanesini örnek olarak kısaca inceleyeceğim.
Ortadoğu’nun Sistemik Analizine Dair Birkaç Eleştiri
Ortadoğu’nun ürettiği ve bölgesel dinamiklerin süreklilik ve değişimini uzun süreli bir perspektiften anlamamızı sağlayacak pratikleri incelemeden önce bölgeyi sistemik olarak analiz eden literatüre dair kısa bir değerlendirme yapmak yerinde olacaktır. Zira bu yazıda ortaya konulmaya çalışılan bütüncül bakış açısı başka yazarlar tarafından da denenmiştir. Ancak bunların kısaca farklarını belirtmek ve hangi noktalarda eksik kaldıklarını ortaya koymak gerekmektedir. Bu amaçla yapılan ilk denemelerden bir tanesi Leonard Binder’ın (1958) teori ve alan çalışmalarını bir araya getirmeye çalışan ve Ortadoğu’nun ABD-Sovyetler ikileminde incelenen güçler dengesi anlayışından farklı değerlendirilmesine çağrı yapan makalesidir. Bir sonraki önemli deneme ise L. Carl Brown’un (1984) Ortadoğu’nun davranış kalıplarının kökenlerini Doğu Sorunu denkleminde arayan kitabıdır. Benzer bir mantıkla Stephen M. Walt’un (1987) kitabı da Ortadoğu’daki ittifaklar denkleminin trendini çözmeye çalışmaktadır. Hemen aynı mantığı ise Shibley Telhami (1990) Camp David özelinde uygulamıştır. Bu maddi unsurlara dayalı sistemik analizlerin ötesinde fikirsel unsurları öne çıkaran çalışmalar da tabii ki literatürde kendine yer bulmuştur. Örneğin James Piscatori’nin (1986) eseri İslam dünyasının değerlerinin modern ulus-devlet kavramı ile ne kadar uyum sağlayıp sağlayamadığını araştırırken, Michael Barnett’ın (1998) eseri Arap milliyetçiliğinin Arap dünyası içerisinde nasıl bir diyalog unsuru yarattığını inceliyordu. Bu listeyi uzatmak ve her birinin ortaya koyduğu özel yaklaşımları incelemek mümkün ancak bu yazının konusu değil. Yukarıda kısaca örnekleri verilen ve Ortadoğu’yu sistemik olarak incelemeye çalışan eserlere dair bazı eleştiriler yaparak bunların eksikliklerini koyarak ilerleyebiliriz.
Bunlardan en önemlisi Ortadoğu bölgesel sistemi incelenirken yapılan tarihsel ihmal sorunudur. Söz konusu çalışmaların hemen hemen hepsi Ortadoğu bölgesel toplumunun oluşumunu Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönemden itibaren ele almaktadır ancak bu sorunlu bir yaklaşımdır. Zira böylesine bir analiz Ortadoğu’yu, Ortadoğu devletlerini ve Ortadoğu’nun tarihsel deneyimlerini tamamen yapay olarak görmekten öteye geçememektedir. Örneğin İslam siyasi merkezlerinin Medine’den, Şam’a, Bağdat’a, Kahire’ye, ve İstanbul’a taşınma süreçleri ortaya konulmadan yapılan bir İslam jeopolitik tahayyülü analizi bölgenin hareketli yapısını göz ardı edecek ve coğrafyanın kolaylıkla genişletip daralmasını yapaylıkla itham edecektir. Ya da Osmanlı Vilayet Nizamnamesi ile başlayan süreçte Ortadoğu’da yapılan düzenlemeleri ve bölgesel gelişmeler ışığında gerçekleştirilen sınır tahditlerini dikkate almayan bir çalışma Ortadoğu devletlerinin oluşum sürecini yalnızca Avrupa dayatması olarak görecektir. Kısacası en temel eksiklik tarihsel sürecin ve etkileşimlerin göz ardı edilmesidir.
İkinci temel eksiklik ise, yukarıda da değinildiği gibi, Ortadoğu’nun teori üretimi için kullanılmaması ve çoğunlukla teori testi için ele alınmasıdır. Söz konusu teorik perspektiflerden yapılan Uluslararası İlişkiler çalışmalarının çoğunda bu kaygı görülmektedir. Teorilerin mevcut araçlarının ve yöntemlerinin Ortadoğu üzerinden test edilmesi de genellikle Avrupa örneği ile karşılaştırarak yapılmaktadır. Her ne kadar bunlar önemli adımlar olsa da içeriden bir bakış açısı için Ortadoğu’nun teori üretiminde öncelenmesi elzemdir. Literatürde bu, ağırlıklı olarak norm ve kurum kavramları üzerinden yapılmaya çalışılmakta ancak bu Avrupa örneği ile karşılaştırmanın ötesinde sonuç vermemektedir. Bu sebeple pratik kavramının çok daha faydalı sonuçlar verebileceğini düşünmekteyim.
Pratik kavramının detayları daha hacimli bir tartışma gerektirecektir ancak kısaca bu kavramı sadece bir eylemi gerçekleştirmek değil onu gerçekleştirme bilgisine, arka planına ve ortamına sahip olma durumu olarak kurgulayabiliriz. Yani eylemi yapmanın ve eylemin yapıldığı ortamın uygunluğu, bu durumun sosyal aktörler tarafından tekrarlanarak bir kalıp/şablon haline getirilmesi pratik kavramına dair ipuçları verebilir (Bu konu hakkında bkz. (Adler ve Pouliot 2011; Jackson 2000; Adler-Nissen 2012)). Burada pratik kavramı hakkında şu unsurların önemine dikkat çekmekte yarar vardır: eylemin arkasındaki bilgi birikimi ve bilinç, eylemin ve eylemin gerçekleştiği ortamın uyumluluğu ve meşruiyeti, eylemin taşıdığı sembolik değer ve eylemin rutin hale gelmesi. Ortadoğu hakkında yapılan sistemik çalışmaların tüm bu unsurları göz ardı ettiği dikkate alındığında pratiklerin incelenmesi ve ortaya konulmasının özgün değeri anlaşılacaktır.
Son olarak ise bahsi geçen çalışmaların çoğu süreç-indirgeyen kavramlar (Linklater 2011) kullanmaktadır. Buradaki temel sorun sosyal bilimler çalışmalarında tipoloji, kategorilendirme kullanma eğiliminden gelmektedir. Analitik olarak bunun faydaları ortadadır ancak uzun süreçli değerlendirmeler ortaya koyabilmek için sosyal gerçekliği donduran, etkileşimsiz hale getiren ve süreklilik, değişim gibi unsurları göz ardı eden durağan kavramları kullanmaktan kaçınmak faydalı olacaktır. Yani Ortadoğu bölgesel sistemini analiz ederken anlık ve kategorik değerlendirmeler yerine değişimin yönünü saptayabilecek bir terminoloji kullanmak bütüncül resim açısından daha yerinde bir yaklaşım sunacaktır. Örneğin durağan olan ve süreci indirgeyen bir anlam ortaya koyan demokrasi yerine demokratikleşme teriminin kullanılması gibi. Zira burada sadece örnek olarak verilen demokrasi gibi bir terim üzerinden yapılacak değerlendirme sürecin geriye dönüşüne yönelik bir çerçeve de çizememektedir. Dolayısıyla olumlu ve olumsuz anlamda değişim süreçlerini gösterebilecek (kurumsallaşma ve kurumsuzlaşma gibi) kavramlar ile Ortadoğu’nun pratikleri ortaya konulmaya çalışılmalıdır.
Bölgesel Pratikleri Anlamak için Bir Örnek: Lider Değişimi ve Müdahale Pratikleri
Ortadoğu bölgesel toplumunun tarih boyunca ayakta kalan en önemli sosyal yapısı içinden çıktığı kabilevi kültürden gelen ve daha sonra İslami kültür ile harmanlanan unsurlardan oluşmaktadır. Bu bağlamda bu kültürün doğurduğu en önemli pratiklerden birinin lider değişimi ve müdahale pratikleri olduğu iddia edilebilir. Uzun süreçli bir tarihsel inceleme yapıldığında lider değişimi ve müdahale kalıplarının Ortadoğu bölgesel toplumunda, bir önceki bölümde kısaca değinilen pratik kavramının unsurlarını yerine getirdiği görülebilecektir. Bunların özellikle kabilevi ve İslami anlayışlarla yoğrularak bölgede meşru birer davranış kalıbı haline geldiği ortadadır. Hatta bu pratiğin Arap dünyasında lider değişimi ve müdahale kültürü açısından birer yazısız kural haline geldiğini söylemek bile mümkündür.
Buna bağlı olarak öncelikle hem İslam öncesi dönemde hem de İslam sonrası dönemde Arap toplum yapısının idare kültürüne dair birkaç saptama yapmak gerekmektedir. Tarihsel bir perspektif ile Arap dünyasına bakıldığında hemen hemen tüm liderlerin ömür boyu göreve talep olduğu, Körfez ülkelerinde olduğu gibi verasete dayalı lider değişiminin olmadığı ülkelerde liderlerin genellikle meşruiyetini kaybedene kadar görevde kaldığı ve meşruiyetlerini kaybettiklerinde güç kullanılarak görevden indirildikleri görülmektedir. Esasında Arapların devletleşmeye başladığı İslamlaşma döneminden Arap Baharı sürecine kadar bakıldığında lider değişiminin büyük ölçüde bu çizgide ilerlediğini görmek mümkün olacaktır. Ancak bu basit ya da tesadüfi bir uygulama değildir. Bu tarihi tecrübenin arkasında bölgenin siyasal kültürünü oluşturan önemli kavramlar ve anlayışlar yatmaktadır. Burada yine çok kısaca bu pratiklere arka plan oluşturan, bu pratikleri bu bölgede uygun bir hareket biçimi haline getiren ve bu pratiklere sembolik değer kazandıran bazı kavramlara kısaca değinmek gerekmektedir (Bu kavramları daha önce değerlendiren ancak buradakinin aksine bunları bölgesel toplum dinamikleri ve pratikleri olarak konumlandırmayan bir çalışma için bkz. (Kurşun 2011)).
Bunların en önemlileri arasında biat kavramı gelmektedir ki bu kavram hem kabilevi dönemdeki uygulamaları hem de sonrasında gelen İslami uygulamaları bünyesinde barındırmaktadır. Biat kavramını lider ve toplum arasında bir sözleşme olarak okumak mümkündür. Kabilevi ve İslami uygulamalara bakıldığında Arap toplumunda gerekli özellikleri haiz olan aday lider olarak seçilir ya da atanır ve toplum da bu lidere biat ederek meşruiyetini kaybetmediği sürece saygı göstermek zorunda kabul edilir. İslami anlamda biat ilk olarak Hz. Muhammed’e uygulanmış ve sonraki halifelerde de bu uygulama devam etmiştir. Bu uygulamanın Arap dünyasında evrensel bir siyasal kültür oluşturduğunu söylemek mümkündür. Burada esasında vurgulanması gereken nokta tarihsel dönüşümlerin nasıl olduğu sorusudur ki bu da çoğunlukla “güç kullanımı” kavramı ile açıklanabilir. Gücün sorgulanmadığı ve liderin meşruiyetini kaybetmediği dönemlerde lider değişimi sorunsuz bir şekilde devam etmiş ancak gücün sorgulanabildiği, farklı güç unsurlarının ortaya çıktığı ve kültürel anlamda lider meşruiyetine dair çatışmaların olduğu dönemlerde güç ve zor kullanmak kabul edilebilir bir pratik haline gelmiştir. Yani İslami anlayış olan “la galibe illallah” (Allah’tan başka galip yoktur) fikri bölgenin siyasal aklında “el hükmü limen galebe” (yönetim güçlü olanındır) anlayışına dönüşmüştür.
Buradaki güç unsuruna dayalı dönüşüm pratiğini yine içeriden başka bir kavram ile anlamak yerinde olacaktır. Fitne kavramı her ne kadar dini anlamlar ifade etse de Ortadoğu politik kültüründeki lider değişimi ve müdahale pratikleri açısından geniş açıklayıcılığı olan bir kavramdır. Fitne kavramı Kur’an’da genel itibariyle denenme, sınanma, şeytana uyma, ihanet vb. gibi negatif ve insani boyuttaki anlamlarda kullanılsa da politik kültüre etki edecek bir anlayışla da yorumlanmıştır. Fitne kavramı İslam-Arap terminolojisinde siyasal sorunlara, iç çekişmelere, radikal fikirlere, kaos ve düzensizliğe denk gelecek şekilde de kullanılagelmiştir. Aynı zamanda liderlerin yozlaşmış bir yönetim anlayışına sahip olması da bu kültür içerisinde fitne olarak değerlendirilmektedir. Dini gelenekte de fitne en büyük günahlardan birini teşkil etmektedir. Dolayısıyla İslam-Arap tarihi boyunca liderin meşruiyetinin sorgulandığı, toplumsal düzensizlik olduğu, dönüştürücü fikirlerin ortaya çıktığı dönemler fitne olarak adlandırılmış ve bu dönemlerde lider dönüşümü her türlü yol denenerek ve özellikle güç kullanarak yapılagelmiştir. Zira fitne çıktığında düzen sağlanmalı ve bunun için ne gerekiyorsa yapılmalı anlayışı bölgesel pratiğe hakimdir. Örneğin, İslam tarihinde dördüncü halifenin belirlenmesi ve sonrasında Hz. Ali’nin katledilmesine giden süreç büyük fitne olarak adlandırılmaktadır. İkinci fitne ise Muaviye döneminde Emevi devleti içerisinde yaşanan iç çatışma için kullanılmaktadır. Aynı şekilde üçüncü fitne Emevi halifeliğinin sona erdirilmesi ve halifeliğin Abbasilere geçiş süreci için ifade edilirken dördüncü fitne ise Abbasi hilafeti içerisindeki çatışmalar için kullanılmıştır. Hatta Fransız devriminin Arapça literatürdeki ilk değerlendirmelerinde fitne kavramının kullanıldığı görülmektedir (Ayalon 1987). Yani kısacası yukarıda da anlatıldığı gibi, lider meşruiyetinin sorgulandığı ve güç unsurunun meşru bir şekilde devreye girdiği dönemler fitne dönemleri olarak adlandırılmıştır.
Bu kısa değerlendirmeden lider değişimi ve müdahale pratikleri hakkında şu denklemi çıkarmak mümkündür: Ortadoğu bölgesel toplumunda dönüşümler ya biat ile yumuşak bir şekilde gerçekleşmiş ya da fitne dönemlerinin ortaya çıkması ve zor kullanımı ile olmuştur. Her birinde liderler görevi ömür boyu elde ettiği varsayımı ile göreve gelmekte ve bunu sağlayabildikleri sürece görevde kalıp geçişi gerçekleştirebilmektedir. Ancak bunu sağlayamadıkları dönemlerde ise bu düzensizlik ve güç kullanımı ile sağlanmıştır. Mevcut durum incelendiğinde bölgedeki krallıklar, emirlikler ve şeyhliklerde yani özellikle Körfez ülkelerinde bu biat pratiğinin kurumsallaştırıldığı ve veraset sistemi ile devam ettirildiği gözlemlenebilir (Peterson 2001). Yani kısmen düzgün işleyen bir biat sistemi kurumsallaştırılması mevcuttur. Bunun dışında kalan diğer Arap cumhuriyetlerinde ise çoğunlukla lider değişimlerinin meşru addedilen güç kullanımı ile yaşandığı görülmektedir: cinayetler, darbeler ve devrimler. Arap Baharı sürecini de bu pratiğin bir devamı olarak okumak mümkündür.
Tabii bu kültür Ortadoğu bölgesel toplumunun sadece devlet içi dinamikleri ile alakalı değil aksine bölgenin kendi içerisindeki ilişkiler açısından da geçerlidir. Yani birbirlerinin işlerine müdahale etme ve hatta kolay bir şekilde askeri müdahale seçeneğini kullanma pratiğinin mantığı bu arka plana dayandırılabilir. Bilindiği gibi Avrupa bölgesel toplumunun en önemli dinamiklerinden bir tanesi egemenlik kavramı ve birbirlerinin iç işlerine müdahale etmeme normudur. Bunun Ortadoğu’da tam tersi şekilde işlediğini tarihsel deneyimler göstermektedir ve esasında müdahale unsurunun bölgesel bir pratik haline geldiği iddia edilebilir. Benzer bir şekilde Fred Halliday (2009) de bölgedeki müdahale kültürünün uzun dönemli bir gelenek oluşturduğuna çok kısa bir şekilde parmak basmıştır. Gerçekten de kabaca bakıldığında bölgede pek çok askeri müdahale örneği görmek mümkündür. 1934 Suudi Arabistan Yemen Savaşı, 1948, 56, 67, 73, 82, 2006 Arap İsrail Savaşları, 1974-75 Şatt’ül Arap Çatışmaları, 1980-88 İran-Irak Savaşı, 1990-91 Körfez Savaşı, 2015 Suudi Arabistan Yemen müdahalesi ve son olarak Suriye iç savaşı … Müdahale dinamiğinin ve yoğunluğunun bölgede uzun süredir nasıl var olduğuna dair yapılan çalışmaların çoğu yukarıda anlatılan tuzaklara düşerek yüzeysel sonuçlar elde etmiştir. Burada önemli olan adım bu müdahale kültürünü bölgenin bir pratiği olarak konumlandırabilmek ve bu pratiği yukarıda verilen çerçevede ve burada anlatılan kavramsal arka plan üzerinden okuyabilmektir.
***
Ortadoğu bölgesel toplumundaki lider sürekliliği, lider değişimindeki çatışmalı süreçler, bölgesel iç çatışmalar ekonomik, askeri ve güvenlik perspektiflerinden çokça analiz edilmiş ancak bunların neden uzun dönemli süreklilik arz ettiğine dair çalışmalar çok az yapılmıştır. Burada sadece bir örnekle yetinilen bölgesel pratiklerin listesi uzatılabilir (ayrışmacı pratikler, anti-Siyonist pratikler, üretim ve dağıtım pratikleri vb. gibi). Ancak bölgeyi (olumlu ya da olumsuz manada) bir arada tutan, bölgenin sosyal çerçevesini oluşturan ve ilişkilerini anlamlandıran dinamiklerin böylesine bir arka plandan incelenmesi önemli açıklamalar getirecektir. Bunları bölgesel birer pratik olarak konumlandırmak hem bu eylemlerin arkasında yatan iç felsefi-siyasi dinamikleri anlamaya hem de bunların nasıl birer uzun dönemli davranış kalıpları haline geldiklerini görmeye yardımcı olacaktır.