Hayatı hakkında çok detaylı bilgiye sahip olmasak da, Süleyman Şükrü arkasında bıraktığı Seyahatü’i-Kübra isimli eseri sayesinde daima hayırla yâd edilecektir. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlı’nın hatta dünyanın önemli bir bölümünü gezmiş ve son derece latif ve nezih bir Türkçe ile seyahatnamesini kaleme almıştır.

Süleyman Şükrü, Anadolu ve Rumeli’nin pek çok şehri ile birlikte İran, Aşkabat, Buhara, Bakü ve Batı Türkistan’ı dolaşmış, oradan Avusturya, Paris ve Marsilya’ya geçmiş, daha sonra Tunus, Fas, Cezayir ve Mısır’ı ziyaret ederek Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz yoluyla Hint Okyanusu’ndan Bombay’a varmıştır. Seyahatine oradan da devam etmiş ve Hindistan, Seylan, Singapur ve Çin’i de görmüştür. Son olarak Rusya’ya gelmiş ve Petersburg’da seyahatini noktalamıştır. Yazdığı seyahatnamesi de 1907 tarihinde yine bu şehirde – Petersburg’daki Elektrik Matbaasında basılmıştır.

Belki de Türkiye dışında basılmış olmasından dolayı bugüne kadar varlığından haberdar olan çok kimse çıkmamıştır. Bereket versin ki,  bu eser yakın zaman önce Sayın Hasan Mert tarafından yayına hazırlanmış ve Tarih Kurumu tarafından da basılmıştır. (Süleyman Şükrü, Seyahatü’l-Kübra, Armağan-i Süleymanî be-Bargâh-i Sultanî, Yayına Hazırlayan: Hasan Mert, TTK, Ankara 2013.)

Şimdi müellife biraz daha yakından bakalım: Seyahatü’i-Kübra’da “ahval-i acizanem” başlığı altında kendisi ve ailesi hakkında kısaca şu bilgileri vermektedir; Ailesi Karnıçlızade lâkabıyla bilinmektedir. 1865 Isparta, Eğirdir doğumludur. Ailesinin bir kısmı asker olmuş, bazıları ise medrese tahsilini tamamlamış. Kendisi Kur’an-ı Kerim’i hıfz ettikten sonra Rüştiye Mektebi’ni bitirmiştir. Arapça ve Farsça öğrenmiştir. Süleyman Şükrü memuriyet hayatına da doğduğu şehirde yani Eğirdir’de Posta ve Telgraf Nezareti’nde başlamış ve memuriyet hayatına başka şehirlerde devam etmiştir. Kitabı yayına hazırlayan Hasan Mert Bey’in ifade ettiğine göre, son memuriyeti esnasında Bedri isimli bir meslektaşıyla arası bozulmuş. Bunu İstanbul’a şikâyet etmiş. Bunun neticesinde haksız olduğu görülmüş ve Deyrizor’a sürülmüştür. Bu sürgün ise hayatındaki en önemli kırılma noktasını oluşturmuştur. Nitekim oradan başka yerlere de gitmiş ve sonuçta böyle bir seyahatname ortaya çıkmıştır.

Seyahatname ve müellifi hakkında bu özet bilgiden sonra, eserde bugünkü Ortadoğu ve Afrika coğrafyası üzerine neler yazdığına kısaca göz atalım. Seyyahımız eserini coğrafî bölgelere göre kaleme almış değildir. O gezdiği güzergâhı dikkate alarak gezdiği yerlere göre eserini tanzim etmiştir. Kitapta ilmî metotlara riayet edilmeye çalışılmıştır. Yani yazar gittiği şehrin öncelikle öğrenebildiği ölçüde tarihini yazmış, sonra sosyal ve iktisadi yapısına dair bilgiler sunmuştur. Bütün bunları aktardıktan sonra da kendi müşahedelerini ve tespitlerini yazmıştır. Ayrıca kitabın muhtelif sayfalarında resimler ve çizimle de mevcuttur.

Beyrut

Seyyahımızın, coğrafyamızdaki ilk durağı Beyrut olmuştur. Beyrut’un tarihinden bahsettikten sonra, kendisi şehri gezerken Karaman Telgraf Müdürü Şâkir Efendinin kayınbiraderi Ali Bey ile karşılaştığını söyler. Onunla Beyrut’u konuşur: Beyrut’un hoşluğu, mamurluğu ve medenileşmesinden söz ederler. Onlara göre Beyrut’tan o zamanlarda geçerli olduğu anlaşılan karantina kaldırılmış olsa ve gemilerin gelmesine izin verilse, şehirde ticaret gelişecektir. Böylece şehir daha da mamur hale gelecektir. Süleyman Şükrü; Beyrut’ta pek çok zeytinlik ve mesirelerin olduğunun söylenmesine rağmen, kendisinin vakit bulup da bunları göremediğini de ifade etmektedir.

Tahran

Oldukça detaylı bir şekilde tasvir ettiği Tahran şehrine ulaşması, 3 Temmuz 1902 olan seyyah Şükrü Efendi, kışı Erzurum’a ve yazı da Aydın’a benzediğini söylemektedir. Kendisinin oraya vardığı an itibarı ile de cayır cayır yandığını ifade etmekten de geri durmaz. Yazara göre Tahran’da sevilecek, görülecek, eğlenilecek, mutantan ve müferrah yer yoktur. Bununla birlikte şehrin en güzide ve görülecek mahalli, Şah kapısına muttasıl Tophane meydanıdır. Şehrin sokakları ise bir kaç seneden beri hava gazı ile aydınlatılmaktadır. Tahran’ın Avrupa şehirlerine benzer hiç bir tarafı yoktur. Fakat kendine mahsus bir havası da vardır. Tahran’ın en meşhur sayfiyesi ise Şamran’dır. Burada boylu boyunca ağaçlar yetiştirildiği için manzarası lâtiftir. Fakat tozu çoktur. Şehirde ise pek çok çayhane vardır. Havası, suyu, manzarası da son derece güzeldir. Yollar üzerinde bahçeler bulunmaktadır. Kavak, gürgen, ceviz gibi ağaçlardan suni korular yapılmıştır. Süleyman Şükrü’ye göre; “Sayfiyelerinde şarka mahsus çağlaya çağlaya akan berrak suları, gölcük halince havuzlar, şiddetle püskürttükleri gür suları şelâle gibi köpükler saçarak yüksekten döküldükçe husule gelen muntazam ahengi içinde teneffüs etmek cidden bahtiyarlık ve saadettir.” Şamran’ın bu özelliklerinden dolayı, Tahran’da mevcut vükelâ, süferâ, küberâ, fuzalâ ve ağniyanın daima sayfiye yeri olagelmiştir.

Müellif Tahran’daki Osmanlı sefir-i kebirinden yani büyükelçisi Şemseddin Bey Efendi’den de bahseder. Sefir Bey ile Müsteşar Bey’in ikamet yerlerini ise şöyle anlattır: “Vüs’ati orman ile mestur yaylaları andırdığı için bir ucundan diğer ucuna sesi yetişmez bir azim bahçenin bir köşesine Sefir Bey ve diğer ucuna Müsteşar Bey’in ikameleri için harem daireleri vasatına dahi gayet müzeyyen ve müteaddit devair-i resmiye yaptırılmıştır.” (s. 136)

İran ve İran’daki diğer şehirler hakkında müellif çok değerli, başka pek çok bilgi de aktarmaktadır. Biz şimdilik bununla yetinelim.

Tunus

Diğer şehirlerde olduğu gibi Tunus’u anlatırken de şehir tarihini, kadim zamanlardan Fransızların Tunus’ta yaptıkları zulümlere kadar getirmiştir. Daha sonra yazar Tunus hakkında kısaca şu bilgileri paylaşmaktadır: Tunus’taki şimendüfer, tramvay, gaz, rıhtım, sigorta ve bunlar gibi diğer şirketler Fransızların kontrolü altında bulunmaktadır. Fransa’da ne kadar sanatsız, kabiliyetsiz insan varsa onlar da Fransızlar tarafından alınıp buraya getirilmiştir. Bunlar odacılık, zaptiye neferliği ve mahalle-çarşı bekçiliği gibi çeşitli işlerde vazifelendirilmiş. Yerlilerden Fransızca bilenler tercüman olarak görevlendirilmiş. Yerli halk aynı zamanda hangi mezhebe tabi olursa olsun çiftlik sahibi Fransızların dediklerini yapmadıkları takdirde bitap kalıncaya dek darp edilip hapishaneye atılıyorlar. Bütün bunlara rağmen Tunus Beyi bu kepazelik nedir diyememektedir. Çünkü buna salâhiyet bırakılmamıştır.

Tanca

Seyyah Süleyman Şükrü, Tunus’ta yirmi gün kaldıktan sonra Fransız vapuruyla Tanca’ya geldiğini söyler ve Tanca’yı anlatmaya başlar; Tanca Akdeniz’e yaklaşık iki yüz kırk mil kadardır. Etrafı bir sur ile sarılıdır. Takriben dört bin hanedir. Nüfusu yirmi beş bin kadardır. Bahriyenin sığınmasına gayet elverişli bir limanı bulunmaktadır. Şehir nispeten mamur ve ticareti işlektir. Yazar bölgede yaşayanlara neden Mağribi denildiğini de şöyle açıklamaktadır: “Çalışmaksızın geçinmenin yolunu bulmak evhamından kurtulamayan bu yadigârlar kimya ve define derdi ile mağaralardan ayrılmadıkları için gardan ve mağariden kinaye tahrifen Mağaribi namını almışlardır” (s. 237) Tanca’da beş gece kalan seyyah ufak bir İngiliz vapuruyla Cebelitarık’a geçmiştir.

Cebelitarık   

Bu şehir Akdeniz’e kıyısında ve yirmi bin nüfuslu mamur bir kasabadır. İçerisine üç yoldan girilir. Seyyahımız konuştuğu dili anlayan kimseyi bu şehirde bulamadığından şikâyetçidir. Üzerinde Tunus parasından başka para bulunmadığından, şehirde de bu para geçersiz olduğundan epey zahmet çekmiş ve nihayet soluğu konsoloslukta almış. Orada kendisine gösterilen yardım sonucunda altın paraları satmıştır. Şehirde sadece kırk sekiz saat kalmış ve buradan bir Fransız vapuruyla Nile, Gazavat, Vehran yoluyla Cezayir’e varmıştır.

Cezayir

2 Ağustos 1903’te Cezayir’e gelen Süleyman Şükrü, şu bilgileri veriyor: Limanın etrafını muhit tepelere müteaddit istihkâmlar yapılarak cesim toplar vaz’ edilmiştir. Cezayir kıtası kuzeyden Akdeniz, doğudan Tunus eyaleti, batıdan Merakeş Hükümeti, güneyden de Sahra-i Kebir ile çevrelenmiştir. Toplamda altı yüz yetmiş bin kilometredir. Bu muhitte yaklaşık dört milyon beş yüz bin raddesinde nüfus vardır. Bunun dört milyonu İslâm, geri kalan beş yüz bini Fransa muhacirler ile diğer milletlerden oluşmaktadır. Nüfusun tamamı Müslüman denilebilir. Fakat burada bir miktar Nasârâ ve Yahidi’ye de rastlanmaktadır.

Trablusgarb

Trablusgarb, Cezayir limanı ile İskenderiye arasındaki mesafenin ortasında bulunmaktadır.  Trablusgarb’ın doğu ile batı ve güneyi göz alabildiğine hurmalıktır. Burası müdafaaya gayet elverişlidir. Denizden atılacak toplar şehri tutamayacağı gibi düşmanın limana sokulması da imkânsızdır.

Şehrin ticari ve iktisadi hayatı hakkında da bilgiler aktaran seyyah buradan İskenderiye’ye geçmiştir. Kahire ve Mısır’ı da dolaşmıştır. Mısır hakkında son derece detaylı ve dikkat çekici pek çok bilgi aktarmıştır. O dönemde Mısır’da yaşayan halk ve ahali hakkında satır aralarında ilginç sayılabilecek pek çok malumat vardır. Mısır’da bulunan Jön Türklere ise ayrıca bir bölüm ayırmıştır. Mısır’da çeşitli müdüriyetler ve merkezleri de ziyaret etmiştir. Seyahatname, Mısır’da yetiştirilen tarım ürünleri ile Mısır ekonomisine dair de detaylı bilgiler ihtiva etmektedir. Bunlar arasında nahlistanlara yani hurmalıklara dair ayrıca başlıklar olduğu gibi iktisadî olarak pek çok istatistik bilgisine de rastlanmaktadır.

Seyyah Süleyman Şükrü, Mısır’dan sonra Süveyş Kanalı vasıtasıyla, Bahr-i Ahmer’i geçerek Babü’l-Mendeb’e varmış oradan Aden üzerinden Hindistan’a ve Çin’e vasıl olmuştur. Bu bölge ve şehirlere ait de döneminden ve birinci elden pek çok manzarayı gözler önüne sermektedir. Bunların çeşitli araştırmalar neticesinde değerlendirileceğini ümit etmekteyiz.

Osmanlı’nın sarsıntılı günlerinde adeta bir dünya turuna çıkmış olan Süleyman Şükrü burada tadımlık olarak aktarmaya çalıştığımız bilgilerden elbette çok daha fazlasını bizlere sunmaktadır. Onun anlatım tarzı ve üslubu sizi kitaba bağlar. Zaman zaman latifeler ve mizah görülen eser bazen de insanı hüzünlendirmektedir. Bu itibarla Evliya Çelebinin Seyahatnamesini hatırlatmaktadır. Her ne kadar hacim olarak Çelebi seyahatnamesinin onda biri kadar olsa da verdiği bilgiler açısından ona benzediği açıktır.

Bugünkü Ortadoğu ve Afrika coğrafyası üzerinden esere baktığımızda ise Arap coğrafyası hakkında verilen bilgilerin eserde küçük bir bölümü teşkil ettiği görülmektedir. Zira ziyaret güzergâhı içerisinde Arap coğrafyası diğer yerlere nispeten daha azdır. Fakat Kuzey Afrika hakkında neredeyse 100 sayfalık bilgi içermektedir. Her halükârda bu seyahatname, on dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başı Osmanlı araştırmaları için bir başucu kitabı olarak görülmelidir.