18 Ağustos’tan beri uluslararası kamuoyunun dikkati Batı Afrika ülkesi Mali üzerine yoğunlaşmış durumunda. 1960 yılında bağımsızlığını Fransa’dan alan ülke, bu ilgiyi (1968, 1991, 2012’den sonra) tarihinin dördüncü askeri darbesine borçlu. Darbe ve ülkedeki gelişmeler, son yıllarda Afrika ile ilişkileri yoğunlaşan ve dolayısıyla Mali’deki gelişmelerini yakından izlemeye çalışan Türkiye’de de yakından takip edildiği dikkat çekmekte. Dolayısıyla daha darbe tamamlanmamışken konuyla ilgilenen Türkiye kamuoyu darbe sonrasında da olayları anlamaya yönelik sorular sormaya devam etti.

Hemen belirtmek gerekir ki dünya kamuoyu (Uluslararası ilişkiler uzmanları hariç) Mali’deki askeri darbeyi sürpriz ile karşılasa da yaşanan süreç aslında ülkenin 2012 yılından beri yaşadığı güvenlik, siyasi, sosyal ve insani çok yönlü krizin bir başka dönüm noktasından başka bir şey değildir. Bir başka ifadeyle gerçekleşen askeri darbe yeni bir kriz değil, yıllardır devam eden ve bir türlü çözüm bulunamayan krizin devamıdır. Bu nedenle olayları iyi anlamak açısından 2012’den itibaren başlayan süreci aktarmakta fayda vardır.

Mali’deki Krizin Ana Sebepleri ve 2012 Darbesi

2012’de başlayan krizin çeşitli iç ve dış sebepleri mevcut olmakla birlikte en önemlilerini Libya Krizi, 1960’lardan beri aralıklarla patlak veren Tuareg sorunu1 ve Mali’nin birçok Afrika ülkesiyle paylaştığı devlet yapılarının ve demokrasi ortamının zayıflığı şeklinde özetlenebilir.

Libya krizinden en çok etkilenen sahil bölgesi ülkelerinden biri kuşkusuz Mali’dir. Bunun temel nedeni, Kaddafi Libyası’nın hem ekonomik anlamda hem de Tuareg sorunundaki belirsiz (kimi zaman müzakereci, kimi zaman ayrılıkçı hareketlerin sponsoru olması itibariyle) ama sürekli etkin rolü dolayısıyla güvenlik alanında da önemli bir aktör olmasıdır (Pellerin, 2012, s. 841).

Diğer bir neden ve en önemlisi Kaddafi iktidarının sonlanması ile sahil bölgesinde çok sayıda silahın dolaşıma girmesi ve Kaddafi’nin saflarında savaşan Tuareglerin Mali’ye dönmesidir (İRİS, 2018, s. 4). Kaddafi rejiminin özellikle Mali ve birçok Afrika ülkesine göre silah anlamında ne kadar donanımlı olduğu dikkate alındığında bu tehlike daha iyi anlaşılmaktadır.

Dönemin iktidarı Amadou Toumani Touré (ATT), Tuareglerin dönüş sürecini iyi yönetememiş; Mali yetkilileri Nijer’in aksine dönen savaşçıları ülkeye girerken silahsızlandır(a)mamıştır. (Bourgi, 2013, s. 14).  Bu durum halkta büyük bir rahatsızlık yaratmış; hatta ATT ayrılıkçı hareketlerle iş birliği yapmakla suçlanmıştır. Fakat işin gerçeği, Mali’nin böyle bir silahsızlandırma operasyonu yapma kapasitesi olmamasıdır. Mali 1 241 000 km²’lik yüz ölçümü ile büyük bir ülkededir. Bu büyük yüzölçümün 3/2’sine yakınının çöl olması, bu toprakların kontrol edilmesini daha da zorlaştırmaktadır. Bu nedenle Mali, böyle büyük bir alanda sınır kontrolünü yapmanın gerektirdiği bilhassa hava kuvvetine sahip değildir.

Böylece çoğunluğu Libya’dan gelenlerden oluşan çeşitli ayrılıkçı Tuareg gruplar MNLA2’yı kurmuştur. Bunun dışında en önemlileri MUJAO ve Ançardine olan cihatçı gruplar da kısa sürede ortaya çıkmıştır. Bu grupların hedefleri farklı olmakla birlikte, Mali devletini ortak düşman belleyip savaş açmış; 17 Ocak 2012 tarihinde ülkenin kuzey bölgelerine yönelik saldırıyı başlatmışlardır. Aguelhok ve Menaka şehirlerindeki stratejik askeri kamplarını ve kuzeyin büyük bir kısmını ele geçirmişler; bu saldırlar sırasında onlarca Mali askeri katledilmiştir (Africanews, 2020).

22 Mart 2012 günü Yüzbaşı Amadou Haya Sanogo liderliğinde bir grup asker, terörle mücadelede orduya gerekli imkanları sağlayamadığı gerekçesiyle Başkan ATT’ye darbe yapmıştır. Bu darbeyi sert bir şekilde kınayan uluslararası camianın; özellikle Afrika Birliği ve ECOWAS‘ın3 baskısı ile anayasanın öngördüğü gibi dönemin meclis başkanı Dioncounda Traoré’nin geçici Başkanlık görevini üstlenmesine cuntacılar tarafından izin verilmiştir. Başkentte bu müzakere ve çekişmeler sürerken Kidal, Gao ve Timbuktu dahil kuzeyin bütün büyük şehirleri ayrılıkçı ve cihatçı terör örgütlerin eline geçmiştir.

7 Nisan 2012 tarihinde MNLA işgal edilen bölgelerin bağımsızlığını ilan etmiş ve “yeni ülkenin” laik olacağının duyurulması üzerine cihatçı gruplarla MNLA arasında anlaşmazlık çıkmıştır. Haziran ayında bu anlaşmazlıklardan doğan çatışmalar, cihatçı Ançardine ve MUJAO’nun galibiyeti ile sonuçlanmış ve MNLA bütün büyük şehirlerden geri çekilmiştir (Fontaine, Lahouari , & Henni, 2013, s. 198). Böylece kuzey, cihatçıların kontrolüne girmiştir.

Fransa ve Uluslararası Güçlerin Müdahalesi

9 Ocak 2013 günü cihatçı grupların ülkenin geri kalanını işgal etmek üzere harekete geçip Konna şehrine saldırması üzerine Fransa, cihatçı grupların ilerleyişini durdurmak için (muhtemelen geçici hükümet başkanı Traoré’nın çağrısı üzerine) Serval operasyonu4 başlatmıştır. O tarihe kadar Mali’nin bağımsızlığından beri hiçbir Başkanının ne Fransa ne başka bir yabancı devletin üssü veya askerinin Mali’de bulunmasına yanaşmadığının özellikle altını çizmek gerekir. Fakat aylardır ülkesinin yarısından fazlası işgal altından olan ve diğer kalanının da işgal tehlikesi ile karşı karşıya olduğu Malililerin bu durumu yadırgayacak hali kalmamıştır.

Serval operasyonu kısa sürede sonuç vermiş ve kuzeyin büyük şehirlerin geri alınması sağlamıştır. 1 Temmuz’da Minusma5 başlatılmıştır. Yabancı askerlerin yardımı kuzeydeki şehirlerini cihatçılardan kurtarılmasını sağlar fakat bu güçlerin etkinliği tamamen giderilemez. Nitekim birçok şehirden savaşmadan çekilmişlerdir. Onların bıraktığı boşluktan yararlanıp Kidal şehrine geri dönen ayrılıkçı MNLA ile 18 Haziran 2013 tarihinde kontrol ettikleri yerlerde seçim düzenlenebilmesi için Ouagadougou Anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre, yeni seçilecek cumhurbaşkanı ayrılıkçı gruplarla masaya oturacaktır (Schmid, 2013).

Demokratik Seçimler, İBK’nın Seçilmesi ve Krizi Devralması

11 Ağustos 2013 tarihinde gerçekleşen Cumhurbaşkanlık seçiminin ikinci turunda (ilki 28 Temmuz’da olmuştu) ülkeyi tekrar barış ve istikrara kavuşturacağı vaadinde bulunan İbrahim Boubacar Keita (İBK), rakibi Soumaila Cissé karşısında %77 oyla seçilmiş; oy oranından da anlaşılacağı gibi halk kendisine çok ümit bağlamıştır.

Mayıs-Haziran 2015’te Mali hükümeti ile birçok Tuareg grubu arasında Cezayir’de bir barış anlaşması imzalanmıştır (Accord d’Alger). Bu anlaşmaya cihatçı gruplar dahil edilmemiştir. Anlaşma Mali devletinin aşamalı olarak kaybedilen bölgelere dönmesini, bir ademi merkeziyet sürecinin başlatılmasını, ordunun eski ayrılıkçıları içerecek şekilde yeniden yapılanması ve kuzey bölgelere yönelik sosyal ve ekonomik kalkınma planlarının hazırlanmasını içermektedir.

Fakat tarafların tavırları bu anlaşmanın uygulanmasını mümkün kılmamış ve Mali’de şiddet olayları, bu sefer ülkenin güney bölgelerini de içine alarak tekrar tırmanmıştır. 20 Kasım 2015 tarihinde, başkent Bamako’da, Radisson Blu oteline düzenlenen bir saldırı 14’ü yabancı, 20 kişinin hayatını kaybetmesine sebep olmuştur (Africanews, 2020). Aynı şekilde 2017 yılında, ülkenin merkez bölgelerinde şiddet olayları (etnik çatışma, terör, silahlı haydutluk, vs.) artmıştır. Bu olaylar çatışmaların merkezi olan kuzey bölgelerindeki çekişmelerin merkez bölgelere (Mopti, Segou, Koulikoro) kaydığı izlenimi uyandırmaktadır. Çok aktörlü olan bu şiddet olaylarının hedefleri hem ordu hem de bilhassa kırsal kesimlerde mukim sivillerdir.

2017 yılı aynı zamanda, anayasa değişikliği teşebbüsü dolayısıyla İBK iktidarına karşı ilk kitlesel tepkilerin yükseldiği yıl olmuştur. İktidarın argümanına göre meclisten geçen ve referanduma sunulmaya hazırlanan söz konusu anayasa değişikliği, ayrılıkçı örgütlerle imzalanan (Accord d’Alger) Cezayir Barış Anlaşmasının uygulanması gerektirmekteydi. Fakat gerek birtakım usul6 sorunlarının olması gerekse değişiklik taslağının içeriği tepki çekmiş ve ülkenin farklı şehirlerinde ve diasporada Haziran, Temmuz ve Ağustos ayları boyunca anayasa değişikliği karşıtı çoğunlukla sivil toplum, özellikle gençler tarafından protestolar düzenlenmiştir. Taslağın içeriği ile ilgili en çok tepki çeken noktalar; Başkana aşırı yetki verilmesi, anayasa değişikliği usulünde (Halk oylamasına gerek kalmadan nitelikli bir çoğunlukla yapılabilmesi gibi) değişiklikler yapılması, federal devlet sistemine geçiş olarak yorumlanan senato gibi kurumları ve bu senato üyelerinin büyük bir kısmının cumhurbaşkanın tarafından atanmasını öngörmesi idi. Bu protestolar ancak 18 Ağustos günü (2017), cumhurbaşkanı anayasa değişikliği referandumunu (belirsiz bir tarihe) ertelediğini duyurması ile son bulmuştur (Sanogo, 2020).

5 yılda beş başbakan (hükümet) değişikliğine rağmen vaat ettiği gibi ülkede barış ve istikrarı sağlayamaması, aksine ülkenin daha kaotik hale gelmesi, Mali halkında İBK’nin ülke için vizyonu olmadığı, sorunlarına bir çözüm üretemeyeceği inancı oluşturmuştur. Böyle bir tabloyla gidilen 2018 cumhurbaşkanlık seçimlerinin ikinci turuna, yine Soumaila Cissé ile kalan İBK %67 ile seçilmiş, Soumaila Cissé bu sonuçlara itiraz etse de Anayasa Mahkemesi sonuçları onamıştır. Bu seçimlerde altının çizilmesi gereken ve İBK’nin %67’lik oyuna rağmen meşruiyetine gölge düşüren husus ise seçim katılımının %30’u geçmemesidir. Bunun nedeni ülkenin kimi bölgelerinde güvenlik sorunu nedeniyle oy verme işlemlerinin yapılamaması kadar ülkenin büyük bir çoğunluğunun iki adaya da umut bağlamamasıdır. Sonuç olarak seçmenlerin %70’i iki adaya da oy vermeye gitmemiştir.

İBK’nin ikinci başkanlık döneminde devam eden terör ve güvenlik sorunlarına ek olarak, bilhassa hakim, doktor ve öğretmenlerin grevlerinin görüldüğü sosyal hoşnutsuzluklar damgasını vurmuştur. Bu ortamda da 160 ölüye neden olan Fulanilerin yaşadığı (Peul) köy Ogassagouya saldırı7 bardağı taşıran damla olmuş; halk sokağa inip hükümetin istifasını istemiştir.

Bu protestolarda özellikle İslam Yüksek Konseyi eski başkanı İmam Mahmoud Dicko’nun şahsında dini liderlerin etkinliği dikkat çekicidir. Bu protestolar sonuç vermiş ve 18 Nisan 2019 günü hem muhalefet partileri hem iktidar partisi tarafından sunulan bir gensoru önergesinin oylanmasından bir gün önce Başbakan Soumeylou Boubeye Maiga kendisi ve hükümetinin istifasını vermiş; kendisi yerine 18 Ağustos darbesine kadar görevde kalan ve 6 yılda İBK’nin altıncı başbakanı olan Boubou Cissé’ye hükümet kurma görevi verilmiştir.

Boubou Cissé’nin başbakanlığa gelmesi krize bir çözüm getirmemiştir. Ülkenin farklı bölgelerinden saldırılar devam etmiş, başkentte bile güpegündüz bankalara silahlı soygunlar düzenlenmiştir. Grevler devam etmiş, milletvekilli seçimleri hakimlerin grevi sebebiyle birçok kez ertelenmiştir. Keza kanunun kendilerine tanıdığı hakların verilmesi, yani sadece bir yasanın uygulanmasını isteyen öğretmenlerin de grevleri devam etmiş, dünyanın her yerinde Covid-19’dan dolayı okullar kapanırken Mali’de okullar zaten 3 aydır kapalı kalmıştır.

Darbeye Giden Süreç: M5 Hareketi ve Darbe

Milletvekilli seçimlerinin birinci ve ikinci turları Covid-19 salgınına rağmen 29 Mart ve 19 Nisan tarihlerinde yapılmıştır. Kampanyalar sırasında ülkenin Mopti bölgesinde (Merkez) kampanya yapan Ana Muhalefet partisi (URD) lideri Soumaila Cissé rehin alınmış ve hala kurtarılamamıştır.

Bu şartlarda yapılan seçimin sonuçları iktidar kabullenmeyip, yargı (Anayasa Mahkemesi) eliyle Bağımsız Seçim Komisyonu’nun (CENİ) ilan ettiği sonuçları 30 seçim çevresinde bozarak kendi adaylarını seçtirmiştir. Halkın buna tepkisi henüz sürerken, meşruiyetleri tartışılan bu milletvekillerinden biri olan ve cumhurbaşkanı İBK’ya yakınlığı ile bilinen Moussa Timbine halkın tepkisine rağmen iktidar partisi tarafından meclis başkanı seçilmiştir.

İşte 5 Haziran günü Bamako’da gerçekleşen büyük protesto ve ardından kurulan 5 Haziran hareketi (M5-RFP) bu duruma itiraz etmek ve İBK’nin 7 yıllık kaotik iktidarına karşı çıkmak için yapılmıştır. Hareketin temel özelliği kapsayıcı olmasıdır. Hareketin dini kanadını meşhur İmam Dicko temsil ederken; sivil toplum kanadını Cheick Oumar Sissoko ve yolsuzlukla mücadele aktivisti Clément Dembele gibi isimler temsil etmektedir. Siyasi kanat ise Choguel Maiga, Oumar  Mariko, Mountaga Tall, ve Modibo Sidibé gibi birçok etkili siyasetçiden oluşmaktadır.

5 Haziran akşamı yaptıkları duyuruda M5-RFP hareketi, ülkenin güvenlik, eğitim, ekonomik, yolsuzluk ve birçok sorununu hatırlattıktan sonra meclisin feshi, anayasa mahkemesi üyelerinin istifası, cumhurbaşkanı ve hükümetin istifasını istediler. Bunun üzerine İBK bir ulusal birlik hükümeti önerdi fakat bu kabul görmedi. Ardından İBK öğretmenlerin taleplerini kabul ettiğini duyurdu fakat bu da öfkeleri dindirmeye yetmedi.  Böylece her cuma protestolar yapılmaya başlandı ve Hareket ülkenin başka şehirlerine ve diasporaya yayıldı.

10 Temmuz günü yapılan gösteri sonucunda artık sivil itaatsizliğe gitme kararı alındı. Aynı günün akşamı bir grup eylemci meclise doğru yürüdü ve meclis binasını ateşe verdi. Bunun üzerine hükümet protestoları bastırmak için özel kuvvetlerini (FORSAT) devreye soktu.

10-12 Temmuz arası özel kuvvetler ile eylemciler arasındaki çatışmalarda toplam 23 sivil öldü. Bu olaylar başkan İBK için “Kötü yönetiyor olabilir ama görevinin bitmesine 3 yıl kaldı, sabredelim” diyenler için bile fazlaydı. Anayasa Mahkemesinin dokuz üyesinin 5’i de bu arada istifa etti.

Hükümet ile M5-RFP (5 Haziran Hareketi) liderleri arasında müzakere etmek için ECOWAS, Nijerya eski başkanı Goodluck Jonathan liderliğinde bir heyet gönderdi. Fakat Mali halkı; özellikle M5-RFP için İBK sayfası kapanmıştı. ECOWAS heyetiyle görüşmelerde İmam Dicko “halkın vergisiyle alınan silahlar, düşmana karşıymış gibi halka karşı kullanıldı ve bu cezasız kalamaz” dedi. İlerdeki günlerde Fildişi Sahilli Alassane Ouatara, Nijerli İssoufou Mahmadou, Senegallı Macky Sall ve birçok batı Afrika lideri müzakereler için Mali’ye gelecekti fakat hiçbiri sonuç vermedi. Bu müzakerelerin başarısızlığının temel nedenlerinden biri de bu heyetlerin çoğunlukta hükümetin önerilerini neredeyse aynen tekrarlamasıydı. Mali halkının gözünde ECOWAS başkanlarının amacı Mali’deki krizi çözmek değil, ne olursa olsun mevkidaşları İBK’yı iktidarda tutmak ve kendi halklarının Mali örneğinden hareketle ayaklanmasını önlemekti. Nitekim Başkanlıklarında 2 dönemin sonuna gelmesine rağmen anayasayı değiştirerek ya da kendilerine uygun olarak yorumlayıp 3’üncü bir başkanlık dönemine talip olan Gineli Alpha Conde ve Fildişili Alassane Ouatara gibi Başkanların, Mali krizinde aktif olması bu görüşleri güçlendirmekteydi.

18 Ağustos darbesi böyle bir zeminde gerçekleşti ve Malilileri hiç şaşırtmadı; aksine işin artık bu noktaya gelebileceğini iktidar dahil artık herkes biliyordu. Darbeden önceki gün cumhurbaşkanlığı koruma şefi yardımcısı dahil, orduda yapılan görevden alınmalar iktidarın bu tehlikeyi gördüğüne işaret etmektedir.

Darbe Gününün Tahlili

Sonuç olarak sabah saatlerinde bazı bakanların tutuklanması ile başlayan darbe akşam saatlerinde başkan ve başbakanının tutuklanması ve istifa ettirilmesi ile tamamlanmış oldu. Burada altını çizilmesi gereken bir nokta ise böyle bir ihtimali görmekle birlikte, darbenin M5-RPF ve halkın tercihi olmadığıdır.

Halkın darbe günü ve sonrasındaki sevinci ve kutlamaları aksini düşündürtse de hep bu senaryodan kaçınmaya çalışılmıştır. Özellikle 10-12 Temmuz olaylardan önce sırf sivil ve barışçıl bir çözüm olsun diye cumhurbaşkanın görevde kalacağı bazı senaryolar bile muhalefet (M5-RFP) tarafından makul karşılanıyordu. Bu senaryolardan biri Hükümet ve meclisin feshi, yeni kurulacak hükümet başbakanının muhalefet tarafından belirlenmesi ve bu başbakanın tam yetkili olmasıydı. Bir başka deyişle Başkan, İBK görev süresinin geri kalanında parlamenter tipi sembolik cumhurbaşkanı olmayı kabul etmeliydi. İktidar bu çözüme yanaşmadığı gibi, 10-12 Temmuz’daki şiddetli olaylar İBK’yı içeren bütün formüllerini muhalefet açısından kabul edilemez hale getirdi. Böylece İBK halkın gözünde koltuk için her şeyi göze alacak, halkını bile öldürebilecek bir lider imajı edindi ve iktidardan gitmesi için her yol mubah görülmeye başlandı. Darbe günü Başkan Keita’ya kimsenin sahip çıkmaması, aksine devrilmesine sevinilmesinin altında bunlar yatmaktadır.

2013 yılında seçilmesinden beri ve kriz boyunca İBK’ya tam destek veren Fransa ve BM bile onu savunamaz hale gelmişti. Dolaysıyla Başkan Keita iyice yalnız kalmıştı. Fransa’nın darbe günü hiçbir şey yapmayıp rüzgârın seyrini izlemekle yetinmesi bu açıdan dikkat çekici. BM’nin darbeden bir hafta önce basına sızan bir “gizli” Mali raporu hükümete desteğinin artık tam olmadığının işaretiydi. Raporda ordu ve istihbaratın bazı üst düzey bürokratlarının (buna istihbarat başkanı ve Kara kuvvetler komutanı da dahil) şahsında hükümetin dolaylı olarak krizin çözümünü istemediğini, imzalanan barış anlaşmalarının uygulanması noktasında bilerek ayak direndiği ve hatta çatışma bölgelerinde faaliyet gösteren bazı uyuşturucu kaçakçılarıyla iş birliği içinde olmakla suçlanıyordu. Söz konusu raporda ayrıca, yapılan bazı terör saldırılarının ordu tarafından bilerek önlenmediğini iddia edilmekteydi (Soumaré, 2020). Bu raporun sızdırılmasının darbecilerin müdahalesine ilişkin uluslararası camianın, özellikle BM’nin yeşil ışık yaktığı söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Kısacası Darbenin yapıldığı güne kadar Başkan Keita’ya tam destek veren tek dış aktör ECOWAS’taki mevkidaşları, ülke içi aktörler ise partisi ve yakın çevresi idi.

Darbenin Arkasında Hangi Güç Var?

Daha darbe sürerken ve darbe sonrasında yapılan tartışmalardan birisi de darbenin dış bağlantılı olup olmamasıdır.   Bu konuda birçok iddia ileri sürüldü. Özellikle Türkiye açısından bunlardan biri darbenin Fransa yanlısı iktidara karşı Türkiye yanlısı askerler tarafından yapıldığıdır. Bu iddia farklı niyetlerle birbirine zıt iki tarafça ileri sürülmekteydi. Bunların ilki Türkiye’nin darbe yanlısı, demokrasi düşmanı bir ülke olarak gösterilmesinin hedeflenmesidir.

İkinci taraf ise daha çok ilk tarafın iddiasına sahip çıkıp bunun güya Türkiye’nin artık ne kadar güçlü olduğunun göstergesi olduğunu düşünenlerdi. Bu görüşe göre Türkiye, artık o kadar güçlüydü ki herhangi bir yerde istemediği iktidarı devirip, istediği gücü başa getirebilirdi. Bu iddia sahiplerinin, özellikle darbenin Türkiye’nin Fransa ile Akdeniz mücadelesinin bir yansıması olduğunu ileri sürmeleri bu iddiayı kamuoyunun gözünde mantıklı kılıyordu.

Bu iddianın sahibi kim olursa olsun ve hangi niyetle ileri sürmüş olursa olsun, bu iddianın aslının olmadığı ifade edilmelidir. Bunun için 3 sebep bulunmaktadır:

  • Mali ordusunda Türkiye yanlısı bir klik bulunmamaktadır. Bu türden bir grup olsa dahi darbe yapacak güçte değil; çünkü iki ülkenin ilişkileri özellikle askeri anlamdaki ilişkileri böyle bir noktaya ulaşmamıştır.
  • Mali ordusunda böyle bir klik olsaydı bile Türkiye’nin özellikle Afrika ile olan ilişkileri şimdiye kadar darbe yaptırma gibi emperyalist yöntemlere değil, kazan-kazan ve karşılıklı güven prensiplerine dayanmaktadır. Türkiye bu anlamda Afrika kamuoyundaki imajını bu şekilde yabana atmayacaktır.
  • Son olarak Türkiye’nin devrilen iktidarla ikili ile ilişkilerinde bir sorun bulunmamaktaydı. Mart 2018’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Mali ziyareti, ki ilk defa bu düzeydeki bir Türkiye lideri Mali’yi ziyaret ediyordu, bu iyi ilişkilerin bir göstergesiydi.

İkinci bir iddia ise darbenin ABD destekli olduğu yönündeydi. Bu iddiayı ileri sürenlerin gerekçesi ise Darbeci komitenin lider Assimi Goita komutanın olduğu BAFS’ın8 Amerikan subaylarından eğitim almış olmasıydı. Bu eğitimler sırasında çekilen bazı fotoğraflara dayanarak Goita’nın Amerikan yanlısı bir komutan olduğu birçok kişi tarafından iddia edildi. Bu iddiayı şüpheli kılan ise yine dış destekler konusunda ortaya atılan üçüncü bir iddiadır. En çok paylaşılan ve ciddiye alınan bu iddia, darbenin arkasında Rusya olduğunu söylüyor. Bu iddianın temel dayanağı darbe elebaşlarından Rusya’da eğitim gören Albay Sadio Camara’nın şüpheli dönüşüdür. Rusya’daki eğitimi halen tamamlanmamış Albay’ın Mali’ye darbeden 15 gün önce izne geldiği iddia edilmektedir.

Peki o zaman bu darbe hem ABD hem Rusya destekli mi oluyor?  Her ne olursa olsun, Mali’de darbe şartlarının daha çok kendiliğinden iç dinamiklerle oluştuğu bir gerçektir. Dolayısıyla şahsi kanaatimiz darbenin gerçekleşmesinde iç faktörlerin daha belirleyici olduğudur. Ayrıca Afrika’daki siyasi gelişmelerin, özellikle askeri darbelerin arkasında her zaman yabancı bir el aramak, Afrika halkların kendi kaderlerini belirleyebilme ve devrimler yapabilme kapasitesini inkâr etmek olur. Buna karşın özellikle 2013’ten beri yabancı aktörlerin Mali’deki krizde önemli roller oynadıklarını göz önünde bulundurduğumuzda, darbeyi sadece iç faktörlere bağlamak; sırf dış güçlerle açıklamak kadar isabetsiz bir yaklaşım olacaktır. Ayrıca darbe dış kaynaklı olmasa bile yabancı aktörlerin kendi çıkarları doğrultusunda bundan sonraki süreci etkilemeye çalışacakları aşikardır.

Darbe Sonrasında Tepkiler ve Muhtemel Gelişmeler

Darbenin genel anlamda Mali halkı nezdinde olumlu karşılandığı söylemek mümkün. Darba evvelinde protesto ve yol kapatmalardan dolayı hayatın olağan akışında aksamalar yaşanmaktaydı, bankalar ve birçok kurum kapalıydı. Halk özellikle bu durumun son bulmasına çok sevindi ve nitekim darbecilerin “herkes işine dönsün” çağrısına uyuldu ve hayat hemen normale döndü.

Siyasiler ve sivil toplum önderlerin tepkisi ise ihtiyatlıydı. Darbenin halkın şimdiye kadar verdiği mücadeleyi neticelendirdiğini ve yapılacakların takipçisi olacaklarını duyurdular. Darbecilerin sonradan yaptıkları sürece dahil olma çağırısını da olumlu karşıladılar. 21 Ağustos günü M5-RFP tarafından düzenlenen destek miting yerinde cuntacıların kısa sürede görünmeleri, muhalifler tarafından komitenin kendileriyle çalışmak istediğine dair iyi niyet göstergesi olarak görüldü.

Fakat M5-RFP ile CNSP arasında görülen “samimiyetin” endişe edici olduğu kanısındayım. Kanaatimce askerlerle böyle bir samimiyet kurulmasına gerek olmadığı gibi, onlara “size güveniyoruz, açık çek veriyoruz” izlenimi verilmemesi sürecin sağlıklı işlemesi ve halkın taleplerine uygun bir neticeye ulaşılması açısından hayatidir. 21 Ağustos mitinginde İmam Dicko’nun “Ben artık camime dönüyorum” açıklaması bu açıdan isabetli bulmadım. Süreç böyle bir noktaya gelmişken “haydi Başkan devrildi, iş bitti” tavrı, yapılan mücadeleyi gereksiz kılacaktır. Bu sebeple asıl mücadele şimdi başlamalıdır.

Fransa, Amerika, BM, Afrika Birliği ve birçok aktör darbeyi şiddetle kınadı, eski Başkan Keita’nın ve bakanların serbest bırakılması ve kısa bir sürede anayasal düzene geri dönülmesi çağrısı yaptılar. Daha sonra gelen açıklamalar ise daha yumuşak ve daha ihtiyatlı idi ve darbe sonrası süreci etkilemeye yönelikti. ABD ne olacağı belli olana kadar askeri yardım ve iş birliğini askıya aldığını açıkladı. Burada ABD’nin açıklamasında verilen mesaj şudur: “Desteğimi geri kazanmak için istediğim gibi davranmalısınız.” Keza bir şahıs için Mali ve Sahil bölgesindeki çıkarlarını tehlikeye atmak istemeyen Fransa da Başkan Keita’nın istifası gerçeğini kabul etti. Macron konuya ilişkin son açıklamasında Fransa’nın Malililerin yerine geçip karar veremeyeceğini ve Mali halkı için orada olduklarını ve istediği süreci onun yanında olmaya devam edeceğini ifade etti. 24 Ağustos günü ise Fransa Mali Büyükelçisi ve Barkhane Operasyon Komutanı CNSP’yi ziyaret etti. Bu da bir anlamda onları tanıdığı ve bundan sonra muhatap alacağı anlamına gelir. CNSP’nin ilk diplomatik teması Rusya ile oldu. 21 Ağustos günü, darbeden sadece üç gün sonra Rusya büyükelçisi cuntacıların ziyaretine giden ilk yabancı diplomat olmuştu.

Türkiye’nin şimdiye kadarki tavrını isabetli buluyorum. Darbeyi kınayıp endişelerini dile getirmek ile birlikte Mali halkının yanında olmaya devam edeceğini belirtmesi yerindeydi.9 Zira devletler arasındaki ilişkilerinde devamlılık esastır, ilişkiler devlet yöneticileri arasında değil, devletler arasındadır. Bunun dışında diğer aktörlerin diplomatik temas yarışmasına girdikleri bir ortamda bu konuda fazla geç kalmaması iki ülkenin iyi ilişkilerini devam ettirmesi açısında önemli olacaktır.

Krizi en kötü yöneten aktör kanaatimizce ECOWAS oldu. Darbe öncesi müzakere sürecini iyi yönetmediği için darbenin önlenemediğini anlamadığı gibi darbe sonrasında da yanlışlarında ısrar etmekte.

ECOWAS darbeye en sert tepki gösteren aktör oldu. Mali’nin Topluluğa üyeliğini askıya aldığını ifade ettikten sonra sınırlarını kapattığını ve mali ve ekonomik ambargoyu içeren birçok yaptırımı devreye soktuğunu duyurdu. ECOWAS’ın tepkisi ve yaptırımları aşırı olduğu kadar taleplerini de gerçeklikten kopuktu. Nitekim Başkan Keita ve bakanlarının serbest bırakılması ve görevlerinin iade edilmesini talep ediyordu ve bunun gerçekleşmesi için gerekirse askeri müdahalede bulunacaklarını duyuruyordu. Malililer için Başkan Keita sayfasının kapandığını ve yapılması gerekenin bundan sonraki süreçte Mali’nin yanında olmak olduğunu göremeyecek kadar gerçeklikten uzak bir ECOWAS var. ECOWAS devlet başkanlarının tepkisi, Malilere “Acaba Mali değil de Başkan Keita mı ECOWAS’a üyeydi?” dedirtmektedir.

ECOWAS tavrının altına yatan nedenin Gineli Alpha Conde ve Fildişi Sahili Alassane Drame Ouatara’nın halkın tepkisine rağmen üçüncü defa cumhurbaşkanlığına aday olmaya çalışmaları ve Mali’de herhangi bir halk hareketinin başarısının kendi projeleri açısında tehlikeli olduğunu düşünmeleridir.

ECOWAS’ın son toplantısında ise bu irrasyonel sertliği yumuşatacak gelişmelere gebe oldu. Senegal Başkanı Macky Sall, Mali’ye uygulanan ambargonun yumuşatılması, gıda ve sağlık ürünlerinin yaptırımın kapsamı dışına çıkarılması yönünde çağrı yaptı. Bu çağrının hem insani hem ekonomik nedenleri bulunmaktadır. Zira Mali’nin ithalatların büyük çoğunluğu Senegal’dan geçmektedir, dolaysıyla böyle bir ambargo Senegal’i de cezalandırmaktadır.

ECOWAS toplantısına damgasını vuran isim ise Gine Bisau Cumhurbaşkanın Umaro Sissoco’nun açıklaması oldu. Başkan Sissoco Alpha Condé ve Alassane Ouatara’nın durumlarına gönderme yaparak askeri darbelerin kınanması; ancak diğer tür darbelerin de aynı şekilde kınanması gerektiğini ve 3’üncü dönem başkanlıkların da bu anlamda bir darbe olduğunu ifade etti (Jeune Afrique, 2020).

Bu yazıyı yazdığımız zaman Goodluck Jonthan liderliğinde bir ECOWAS heyetin CNSP ile görüşmeleri sürmekteydi. Görüşmelerin gündeminde Başkan Keita ve Bakanları serbest bırakılması, ambargonun kalkması ve geçici hükümet için yol haritası gibi konular var. Başkan Keita’nın ve bakanları ilerideki günlerde serbest bırakılacaktır. Geçici iktidarı ne kadar süreceği ve kimlerin nasıl yöneteceği gibi konuların ise ECOWAS ile değil Malili aktörler arasında tartışmalıdır. ECOWAS ile böyle tartışmalara girmeleri Malililerin tepkisini çekecektir.

ECOWAS’ın bütün çabalarına rağmen Mali’deki krizin bölgenin başka ülkelerinde yansımaları olacaktır. Mali’nin 6 ECOWAS ülkesi ile sınırları bulunmaktadır ve yaşadığı krizler genelde bu ülkelere sıçramaktadır. Nitekim 2012’de başlayan güvenlik krizi özellikle komşu Nijer ve Burkina Faso’yu da derinden sarsmıştır.

Sonuç olarak uzun süredir devam eden bir krizin yeniden bir dönüm noktası olarak ağırlıklı olarak iç faktörlerin etkisi ile bir darbe oldu. Bundan sonraki süreci istedikleri gibi yönlendirmek için hem iç hem dış aktörler devreye girecektir. Mali halkı ise, bu sürecin kaybedeni olmamak için ne askerlere ne başka bir aktöre güvenip açık çek vermemelidir. Bu mücadeleyi o başlattı, meyvelerini toplamak için sürecin takipçisi olmalıdır.