ABD dışişleri Bakanı Rex Tillerson 13 Mart 2018 tarihinde, Başkan Trump tarafından görevden alındı. Tillerson bakanlığı döneminde, Rusya ile ilişkilerde itidali ve yapıcı bir diyalogu savunurken, nükleer kapasitenin orantısız arttırılmasına karşı tavır içerisindeydi. Yerine atanan Pompeo ise, Cumhuriyetçiler içerisinde radikal sağ kanadı temsil eden Tea Party (hareketi) mensubu, Amerikan vatandaşlarının terör şüphesiyle dinlenmesine imkân veren Vatanseverlik Yasasını savunan, işkence ve kötü muameleyle gündem gelen Guantanamo cezaevinin açık tutulmasını destekleyen bir isim.

Amerikan dış politikasında perde gerisinde etkin güç merkezleri bulunmakla birlikte başkan, dışişleri bakanı ve CIA başkanı, icracı aktörler olarak belirleyici konumdadırlar. Söz konusu aktörlerin, siyasal duruşu dış politikanın seyrini belirlemekteyken, aralarındaki ilişki/uyum değişimin potansiyelini açıklayıcı niteliktedir.

ABD’de radikal dış politika eğilimi sinyallerine mukabil, Atlantik’in diğer ucundaki Birleşik Krallık’ta da dikkat çekici gelişmeler yaşanmaya başlandı. İngiltere hükümeti, bir Rus ajanın ve kızının Moskova yönetimi tarafından sinir gazı kullanılarak zehirlendiğini gerekçe göstererek Rus diplomatların sınır dışı edilmesine karar verdi. Soğuk Savaş süresi boyunca casusluk ve gizli faaliyetler, İngiltere ve Rusya arasından gerginlik konusu olmuştur. Dolayısıyla bu gerekçe ile ilişkilerin gerilmesi, sözü edilen dönemin koşullarına ve psikolojisine bir gönderme anlamı da taşımaktadır. Londra tarafından benzer bir suçlama en son 2006 yılında gündeme gelmiştir. Hâlihazırda İngiltere-Rusya ilişkileri, Gürcistan savaşı ve Ukrayna ve Kırım krizleri nedeniyle sorunlu bir zeminde sürmektedir. Ayrıca İngiltere Başbakanı Teresa May, uzun süredir Moskova yönetimini açıktan Batı ittifakını hedef almakla itham etmektedir.

Atlantik’in iki yakasında sertlik yanlısı siyasal pozisyonların güçlenmesinin ne anlama geldiğini açıklamak için Soğuk Savaş sonrası Batı’da radikal siyasetin beslendiği noktaya, 11 Eylül’e geri dönmeyi gerektirmektedir.

11 Eylül Sonrası ABD ve İngiltere’nin Stratejik Hedefleri

Ortak dil, kültür ve idealleri paylaşma iddiasında olan ABD ve İngiltere, dünya savaşlarında, Almanların, İtalyanların ve Japonların mağlubiyeti üzerine siyasi ve ticari ortaklıklarını pekiştirme yoluna gitmişlerdir.

Ticari konularda sürtüşmelerini hiçbir zaman tam olarak aşamadıysalar1 da siyasi açıdan ittifaka gölge düşürmemeye özen göstermişlerdir. 1941 tarihli Atlantik Şartı2, Amerikan-İngiliz enternasyonalizminin ideoloji halinde gelerek, uluslararası anlaşmaların ilham kaynağına dönüşmüştü. İttifakın ideolojik ekseni inşa eden Atlantik bildirgesi, ziyadesiyle Amerikan perspektifini temsil etmekteydi. Bu bağlamda 1956 yılında Süveyş Kanalı krizi ile birlikte Fransa ve İngiltere, Washington’un üstünlüğünü açıkça kabul etmeye zorlanmıştı. Bu olaydan sonra İngiltere, ABD ile ilişkilerde pragmatik bir pozisyonda kalmayı öğrenmiştir.

Soğuk Savaşın ardından ittifakı yeniden canlandıran veya motive eden konu, “radikalizm” olmuştur. 1 Şubat 2002 tarihinde eski İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher, New York Times gazetesinde yazdığı makalesinde, Amerikan hükümetine, hedef bölgeler, düşman ülkeler ve izlenecek stratejiler ile ilgili bazı tavsiyelerde bulunuyordu.

Thatcher’e göre ABD, müttefikleri, Batı dünyası ve değerleri, ölümcül bir tehdit altındaydı ve bu şartlar atlında güçlü ve daha çok askeri nitelikli bir strateji üzerinde uzlaşma sağlanması gerekiyordu. Önerilen strateji ana hatlarıyla şu şekildedir:

  1. (İslami) Radikalizm karşısında Komünizmle mücadele de olduğu gibi uzun vadeli bir strateji benimsenmelidir.
  2. Teröre destek verdiği iddia edilen veya “başarısız” devletler güç kullanılarak etkisiz hale getirilmelidir.
  3. Tehdit algısına bağlı olarak önleyici saldırı “meşru” kabul edilmelidir.
  4. Ortadoğu, Afrika ve Güneydoğu Asya, müdahale sahası içerisinde olmalıdır.
  5. Strateji olarak, birinci sınıf istihbarat, kurnaz diplomasi ve kapsamlı askeri kararlılık benimsenmelidir.
  6. Afganistan, Irak, İran, Sudan, Libya ve Kuzey Kore batının düşmanları ülkelerdir.3

Bu stratejilerin temelinde, Amerikan egemenliği ve İngiltere desteği karşısında herhangi bir mücadelenin etkili olamayacağı varsayımı bulunmaktaydı. İki ülke arasında ortak duruş, Afganistan saldırısı, Irak işgali ve Arap baharı sürecinde izlenen politika ile kendisini gösterdi.

ABD ve İngiltere, nüfuz mücadelesi verilecek olan alanlarda bölgesel ve küresel direnç noktaları çıkabileceğini başlangıçta öngörmekle birlikte, direnç noktalarının etkisi ve potansiyeli hakkında net bir görüşe sahip değildi. Ancak bu durum, Irak işgali sonrası peyderpey netlik kazanmıştır.

Irak İşgali Sonrası Washington ve Londra Perspektifinde Değişimler

2004 yılında Tony Blair verdiği bir mülakatta, ABD ile aynı amaç ve değerleri paylaştıkları belirtmişti. 2006 yılında ise Irak Çalışma Raporu4 üzerinde yapılan tartışmalarda, iki ülke liderlerinin Irak ve bölgesel politikalar konusunda, hedef açısından değilse de yöntem bakımından farklılaştıkları yönünde sinyaller ortaya çıkmıştır. Bush yönetimi, Irak’taki savaş ve istikrarsızlık ortamından çıkmak için İran ve Suriye ile görüşülmesi önerisine karşı çıkmakla birlikte şartlı müzakereye kapı aralamıştı. Buna göre Tahran’la görüşme yapılabilmesi, İran’ın nükleer faaliyetlerine son vermesine, Suriye ile müzakereler ise, Şam yönetiminin Irak’ta gruplara mali ve askeri desteğini kesmesine bağlı olduğu vurgulanmıştır. Blair yönetimi ise, Irak raporunu memnuniyetle karşılamış, İran’la diyalog ve diplomatik ilişkilerin devam ettiğini ve edeceğini açıklamıştır.

2005 yılından sonra Tony Blair’in, başbakan olarak kariyerinin sonunda yaklaşırken, açıkladığı Irak işgali pişmanlığı, Downing sokağının politik değişiminden ziyade, Blair’in pragmatik bir dönüşü olarak yorumlamak daha gerçekçi olacaktır.

Ancak Irak savaşı, Amerikan moral gücünün Ortadoğu’da yerle bir olmasına neden olmuştur. Birleşik Devletlerin, işgalci bir güç olarak eğilimleri Güney Amerika’da pratikleri nedeniyle biliniyordu. Ancak Ortadoğu’da yaygın olarak ilk kez hayata geçirilmişti. Ebu Gureyb skandalı ve şüphelileri sorgulama teknikleri gibi olaylar, Washington yönetiminin “Irak’ı özgürleşme” iddiasının tam tersi yönünde hareket ettiğini açıkça ortaya koyuyordu. Amerikan karşıtlığı, Sünni grupların öfkesi, Şiilerin hareketliliği bölgede, ABD’nin ve müttefiklerinin geleceği için ön önemli risk faktörü olarak görülmeye başlanmıştı.

Bu durumdan kaygı duyan yalnızca Washington değildi. Blair’ın halefi David Camerun çözüm olarak, AB ile Ortadoğu’da daha fazla işbirliği kurmayı hedeflediklerini açıklamıştır. Bush ise, Avrupa ülkeleri ile Atlantik arasında ilişkilerin derinleşmesi gerektiğini belirtmiştir. Irak Savaşı konusunda AB’den istediği desteği alamaya İttifak, özellikle Fransa ve Almanya’nın ortak bir tavır beklediklerini vurguluyorlardı.

Bu koşullara iktidarı devralan Obama yönetimi, yaratıcı diploması, yapıcı ve ortak dış politika vizyonunu başlatarak, bölgede yaratılan öfkenin kontrol altına alınmasına yöneldi. Buna bağlı olarak İngiltere Başbakanı Camerun, Obama yönetiminin İran’la nükleer müzakere siyasetini açıkça destekledi. 2014 yılında ise 1979’dan sonra İlk kez İngiltere başbakanı ile İran Cumhurbaşkanı New York’ta doğrudan görüştüler. ABD, AB, İngiltere, Rusya ve Çin, İran’la nükleer anlaşma için istekli görünmekte iken, Amerikalı Cumhuriyetçiler ve İsrail, anlaşmayı açıkça eleştirmekte,  anlaşmanın İsrail’in, bölgenin ve dünyanın güvenliğini tehdit ettiğini belirtmekteydiler.

Ayrıca İngiltere başbakanı Camerun, Suriye’de sorunun İran ve Rusya’nın Esad olmadan yapılacak bir çözüm önerisini kabul etmemesinden kaynaklandığını ifade ederken, çözüm için diplomatik çabalara hız verilmesi gerektiğini belirtiyordu.

İlave olarak Moskova ile “yanlış anlaşılma veya yanlış hesaplamaların” ortaya çıkmasın önlemek için sıkı bir diyalog kurulması gerektiğini ifade eden Camerun, 2014 yılında Kırım’ın ilhak edilmesinden sonra, AB’nin ortak ve net bir tavır alarak, Rusya’ya karşı tutum sergilemesinin önemine vurgu yapıyordu. Dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Hollande ise, Rusya’yı tehdit değil, ortak olarak gördüğünü, NATO’nun Avrupa’nın ne yapması gerektiğini söyleme hakkının bulunmadığını açıklamıştır.

Bush ve Blair’in savaş politikası ardından Camerun ve Obama uzlaşmacı siyaseti öne çıkarması, İran ve Rusya’nın jeostratjik açısından faaliyet alanını genişletmesine dolaylı ve doğrudan katkı sunmaya devam etti. AB ise Washington’un yörüngesinden ve İngiltere’nin gölgesinden giderek uzaklaşmayı sürdürdü. Ancak Fransa’da Macron’un iktidara gelmesiyle, ABD ve İngiltere ile ilişkilerde pragmatik, Fransız ulusal çıkarlarının esas alan bir siyasal bakışın egemen olduğunu da not etmek gerekiyor.

Trump siyaset sahnesinde öne çıkarken, birçok açıdan ciddi kırılma olarak yorumlanabilecek açıklamalar yapıyordu. Örneğin Trump, seçim kampanyası sırasında NATO’yu modası geçmiş bir kurum olarak nitelendirirken, müttefiklerinin ya daha fazla mali destek vermesi gerektiğini ya da kendi güvenliklerini kendilerinin sağlamak zorunda kalacaklarını açıklıyordu. Ancak kırılma düzeyinde gelişme Londra kaynaklı gerçekleşti. İngiltere, biraz da beklenmedik bir hızda AB’den ayrılma kararı almıştı.

ABD ve İngiltere, Ortadoğu, Afrika ve Güney Doğu Asya’da fethedilecek veya yeniden dizayn edilecek bölgeler de AB ile tam bir uyum sağlamazken, Rusya etkin bir aktör olarak Ortadoğu’ya dönüş yapmış, Çin ekonomik faaliyetler yoluyla Afrika ve Ortadoğu’da güçlü bir hareket alanı ve kapasiteye sahip olmuştur. Kısaca 11 Eylül saldırıları sonrası, askeri operasyonlar ve desteklenen istikrarsızlığın “kazananı” hedeflendiği üzere, ABD ve İngiltere değil jeopolitik, ekonomik ve stratejik olarak küresel düzeyde rakip olarak kabul ettikleri ülkelerdir.

AB içerisinde bölünmeler ve birliğin lokomotifi olan Fransa ve Almanya arasında, Rusya-İngiltere krizine yönelik ortak tavrın gelişmemesi, Avrupa’nın tarafını seçmekte zorlandığı şeklinde yorumlanabilir. Bu durum, Washington ve Londra’nın, Rusya karşısında sert tutumuna rağmen, ciddi ölçüde değişmiş değildir.

11 Eylül sonrası ABD ve İngiltere’nin, bölgesel politikalarda pürüz beklentisi, boyutlarını aşarak Soğuk Savaş düzeninde olduğu gibi, küresel düzeyde güçlü bir rekabet zeminin doğmasına neden olmuştur. Şimdi bu rekabet, siyasi ve diplomatik düzeyde çatışmaya dönüşmüştür.