Ortadoğu’da siyasal coğrafyayı tartışmaya açan gelişmeler, yeni ittifak arayışlarına zemin kazandırmaktadır. Bu çerçevede 25 Eylül’de Kuzey Irak’ta yapılan bağımsızlık referandumuna karşı, Türkiye ve İran bölgesel rekabet anlayışlarını “aşarak” ortak duruş sergileme ihtiyacı duymuşlardır.

Bu yazının amacı, önce ABD’nin İran’a yönelik siyasetindeki değişimin arkaplanını açıklamak, daha sonra ABD’nin Kürt politikasını analiz etmek ve bu bağlamada Türkiye-İran yakınlaşması değerlendirmektir.

ABD’nin İran Siyasetini Belirleyen İç ve Dış Dinamikler

ABD-İran ilişkilerinde, iç politik dengelerden ve güç merkezlerinden kaynaklı nedenlerin yanında bölgesel ve küresel gelişmeler etkili olmaktadır.

İlk olarak siyasal amaçlı lobiler ve onların güdümünde yaratılan kamuoyu baskısı, ABD’nin İran siyasetini belirleyen temel itici güçlerin başında gelmektedir. Genel olarak, Amerikan toplumunun okyanus ötesi siyasete duyarsız olduğu ve kamuoyunun yönlendirmelerine göre tavır belirlediği gözlemlenmektedir.

Buna mukabil, ABD’nin Ortadoğu politikasına son derece duyarlı siyasal kesimler ve lobiler Amerikan kamuoyunda belirleyicidir. Ülkenin kamuoyu güçleri açısından, İsrail ve İran’la ilişkiler kritik düzeyde önem taşımaktadır. 1979 İran devriminden sonra, Amerikan yönetimlerinin İran’ı çevreleme ve tecrit etme siyaseti izlemesinin motivasyon kaynaklarından, neoconlar, Yahudi lobisi ve bazı durumlarda İranlı diaspora, Cumhuriyetçi siyasileri doğrudan ve Demokratları dolaylı olarak yönlendirme kapasitesine sahiptir. Örneğin Hatemi döneminde, ABD’de bulunan 52 Amerikan Yahudi örgütü1 ortak bir mektup yazarak Başkan Clinton’dan, İran’a karşı uygulanan yaptırımlarım devam etmesini istemişlerdir. Aynı zamanda Bankacılık Komitesi Başkanı Alfonse Marcello D’Amato, Senato’da çoğunluk lideri olan Trent Lott ve Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Jesse Helms ABD’nin yaptırımlara devam etmesi gerektiğini belirtmişlerdir.

İç siyasetteki güçlü baskı nedeniyle Clinton yönetimi, İran’la ilişkilerde yumuşama havasına rağmen, belirgin bir siyasal değişim yaratma imkânı bulamamıştır. İkili ilişkiler Obama dönemine kadar stratejik düşmanlık düzeyinde kalmıştır. Obama döneminde, İran yönetimi ile nükleer krize diplomatik kanallarla çözüm arayışı fikri benimsenmiştir. Ancak Başkan, iç politikada İran’la ilişkilerin yumuşatılması konusunda güçlü bir dirençle karşılaşmıştır. Örneğin, 2010 yılında Cumhuriyetçi lider Mitch McConnell, İran’a gerektiğinde askeri müdahaleyi destekleyeceğini ifade etmiştir. İsrail ise, İran’ın nükleer silah edilme ihtimaline karşı ABD yönetimi üzerinden yoğun baskı uygulamıştır.

ABD-İran ilişkilerini belirleyen ikinci önemli husus, Amerikan siyasal kültüründen kaynaklanmaktadır. ABD kamuoyunda, İran kolaylıkla “şer eksenine” dâhil edilebilmektedir. Bu stratejinin işlevsel olmasına zemin hazırlayan iki temel husus vardır. İlk olarak tahkir ve tehdit, Amerikan siyasal kültüründe sürekli ve canlı bir eğilimdir. İkinci Dünya Savaşında Japonlar, Amerikan kamuoyunda “küçük sarı hayvanlar” olarak tanımlanıyor ve Amerikan vatandaşı Japonlar toplama kampına gönderiliyordu. Soğuk Savaş dönemi boyunca, komünistler, solcular, muhalif sendikalar ve çeşitli kurum ve kişiler, “Sovyet ajanı” olarak suçlanmış, takip edilmiş, tutuklanmış ve hatta idam cezaları verilmiştir. Bu şekilde Amerikan toplumunda, “dış düşman”  algısı çoğu zaman canlı tutulmuştur

Amerikan siyasal kültürünün karakteri yanında, İran’ın illegal bir rejim olarak gösterilebilmesinin diğer nedeni, 1979 sonrası Tahran yönetiminin ülke dışında bazı saldırı ve suikastlarla bağlantısı olduğuna dair güçlü şüphelerin varlığıdır.

Devrim sonrası rejimin, ülke dışında karıştığı düşünülen olaylar listesi oldukça uzundur. Rehine Krizinden sonra 1983 yılında Beyrut’ta Amerikan güçlerine yönelik saldırı, 1991’de Salman Rüşdi’nin kitabını çeviren Japon asıllı yazar Hitoshi Igarashi suikastı, 1992’de Almanya’da dört Kürt ayrılıkçı muhalife yönelik suikast, 1993’de Rüşdi’nin Norveç yayıncısı William Nygaard’a suikast girişimi, 1994 yılında Arjantin’de Yahudi Merkezine saldırı ve 1996’da S. Arabistan’da ABD güçlerine yönelik saldırılar konusunda Tahran yönetimi suçlanmış ve İran’a yönelik “haydut devlet” algısı pekişmiştir. Bu nedenlerle Amerikan hükümetleri, İran yönetimini kolaylıkla hedef tahtasına koyabilmekte ve en azından kendi toplumunun önemli bir bölümünü iddiaları konusunda ikna edebilmektedirler.

ABD’nin İran’a karşı ılımlı siyasetinin kolaylıkla şahin bir karaktere bürünebilmesinin İran’ın bölgesel etkinliklerinden ve küresel gelişmelerden kaynaklı nedenleri de bulunmaktadır.

Ortadoğu’da Irak işgali sonrası İran, ideolojik, teolojik ve siyasal olarak çelişkiler taşıdığı çok çeşitli Şii gruplarla daha fazla yakınlaşmıştır. İran, Arap milliyetçisi Suriye rejiminin, Rusya ve Hizbullah desteği ile ayakta kalmasına büyük katkı vermiş, Katar ve Türkiye ile bölgesel rekabete rağmen diyalog kapılarını açık tutmuştur.  Ortadoğu’da Sünni toplum ve devletler ayrışmış bir görüntü çizerken, İran bölgede güç merkezi olarak konumun sağlamlaştırmıştır. Bu nedenle, İsrail ve ABD’deki çeşitli cumhuriyetçi ve muhafazakâr eğilimler, İran’ın kazanımlarından endişe duymaktadırlar. Tahran yönetimi de söz konusu endişeleri, sembolik ve fiili olarak kışkırtmaktan kaçınmamıştır. Örneğin, Ahmedinejad, Monroe doktrinin2 ilan edilmesinden yaklaşık 200 yıl sonra, Latin Amerika’ya yaptığı ziyarette, ABD’de İran’ı dünyadan tecrit etmeye çalışırken, İran’ın ABD’nin “arka bahçesine” girdiğini açıklamıştır. Ayrıca yapılan ziyarette, Venezüella lideri Hugo Chavez’le 700’e yakın anlaşma imzalanmıştır.

İran’ın, Rafsancani, Hatemi ve Ahmedinejad’la devam eden Latin Amerika hamlesi, ABD siyasetin var olan bir gerilimle de yakından ilgilidir. Amerikan siyasetindeki köklü bir Latin-Anglosakson rekabeti bulunmaktadır. Amerikan toplumda son dönemde artan ırkçılık tartışmaları, protestolar ve toplumsal gerilimlerin temelinde bu rekabet vardır. ABD’de Trump’ın seçilmesiyle birlikte, ülke içerindeki Latin kökenlilerle, Anglosaksonlar arasındaki gerilim ve rekabet yeniden ve güçlü bir şekilde gün yüzüne çıkmıştır. Bu nedenle seçim kampanyasından itibaren Trump, Amerikan toplumu açısından birleştirici değil kutuplatırcı aktör bir olarak görülmemektedir.

Dolayısıyla Trump, Latin göçmenlere ve Müslümanlara yönelik sert tedbirler alabilir dış politikada sorunlarında, askeri saldırılar düzenleyebilir ancak uzun soluklu ve ucu açık savaşlar da, kendi toplumunu kutuplaştırmış bir lider olarak iktidarını korumakta muhtemelen çok zorlanacaktır.

Trump’ın retoriği, askeri tehditleri ve güç gösterisini esas almakla birlikte, siyasi ve ekonomik maliyeti yüksek operasyonlardan ziyade, Washington’un jeopolitik hedeflerini, bölgesel “vekiller” aracılığıyla hayata geçirmeye çalışacağına dair güçlü sinyaller taşımaktadır.

ABD’nin Kürt Koridoru Politikası

Birleşik Krallığa karşı bağımsızlık mücadelesi veren Amerikalılar, iç ve dış politikada İngiliz mirasını büyük ölçüde devam ettirmişlerdir. Bu bağlamda Amerikan yönetimlerinin Kürt politikası İngilizlerin yaklaşımlarıyla büyük ölçüde örtüşmektedir.

Amerikalıların Kürtlere ilgisi, SSCB ile bölgesel nüfuz mücadelesi bağlamında ortaya çıkmıştır. ABD’nin Ortadoğu politikasında Kürtleri bir odak olarak görmeye başladığının ilk işareti ise, 1989 yılında Senatör Edward M. Kennedy ve Yahudi lobilerinin desteği ile kurulan Amerikan Kürt lobisidir.

İran-Irak savaşı boyunca açıktan Saddam Hüseyin’i destekleyen ABD, 1988 Halepçe katliamı sırasında sesiz kalmıştır. Kuzey Irak’ta isyana karşılık Irak güçlerinin bölgeye saldırmasıyla başlayan süreç, ortaya çıkan mülteci krizi ve sonrasında Irak’ta 36. paralelin kuzeyinin uçuşa yasak bölge ilan edilmesiyle sonuçlanmıştır.

Bu süreci tetikleyen Halepçe katliamı özel bir önem taşımaktadır. Amerikalılar 16 Mart 1988 Tarihinde Halepçe’de yapılan kimyasal saldırıda kullanılan silahların, İran yapımı olduğunu açıklamıştır. Fakat İran ve Irak arasında,  20 Ağustos 1988 Tarihine kadar savaş devam etmiştir.  1988 yılında S. Hüseyin, İran’a karşı dört farklı kimyasal silah saldırısında bulunmuştur. İran’ın savaş halinde olduğu Irak hükümetine, kimyasal silah temin ettiği iddiası oldukça tutarsızdır.

Diğer taraftan İran-Irak savaşı sırasında her iki ülkeye silah satan ABD’nin kimyasal silahları Irak yönetimine vermiş olabileceğini ihtimali de bulunmaktadır. Gerçekte Halepçe’de kullanılan silahların kaynağı halen bulunabilmiş değildir.

Halepçe katliamı, Kürtler bakımından psikolojik kopuşun en önemli aşamalarından biridir. ABD açısından ise, bölgede özerkliğe ve bağımsızlığa giden sürecin başlatılması için bir kapı aralamıştır. İlk aşamada 1992 yılında ABD’nin desteği ile Kuzey Irak’ta bölgesel otonomi niteliğinde siyasal bir yapı oluşturulmuştur.

2003 yılında Kürt güçler Irak işgaline fiili olarak büyük destek vermiştir. İşgal sonrası Amerikan askerlerinin sivilleri hedef alan saldırıları, bölgenin özel savaş şirketlerinin “oyun sahası” haline gelmesi, Irak halkında büyük bir öfkeye neden olmuştur. Bu şekilde binlerce yıl bir arada yaşanan çeşitli halklar arasında derin bir güvensizlik duygusu egemen olurken, Irak’ta siyasal alanın yeniden yapılandırılması ihtimalinden uzaklaşılmış ve Irak’ın bölünmesi temel hedef haline gelmiştir.

Tarihsel olarak, Bush, Obama ve güncel açıdan Trump, Ortadoğu siyasetinde Kürt grupların ayrılıkçı taleplerini desteklemiş ve hatta bu talepleri çeşitli şekillerde inşa etmişlerdir. Geçmişte temel motivasyon SSCB’nin nüfuzunu ortadan kaldırmak, günümüzde bölgesel güçleri kontrol altına almak veya tasfiye etmektir.

Tasfiye edilmesi hedeflenen ülkelerin başında İran gelmektedir. İran’a karşı Obama döneminin mirasını bir kenara bırakmaya hazırlanan Trump yönetiminin bir süre sonra nükleer anlaşmayı da iptal etmek için düğmeye basacağı iddia edilmektedir.

Kuzey Irak’taki bağımsızlık referandumundan sonra, anlaşmanın iptalinin yeniden gündeme gelmesi, Washington’un Ortadoğu’da İran’a karşı ciddi adımların atmaya hazırlandığının en önemli sinyali olarak görülebilir.

Kuzey Irak’taki gelişmelerden doğrudan etkilenebilecek ülkelerden biri de Türkiye’dir. Ankara, Suriye’den sonra Kuzey Irak konusunda da ABD ile ciddi görüş ayrılığına düşmüştür.

Türk-Amerikan ilişkileri, Obama döneminden itibaren Suriye’de PYD’ye verilen destek nedeniyle sorgulanmaya başlamış, Trump yönetiminin, müttefiklik vurgusuna karşı, fiilen ve güçlü şekilde PYD/PKK verdiği destek devam etmiştir. ABD’li yetkililer verilen desteğin sahadaki zorunluluktan kaynaklandığını ve geçici olduğunu ifade etmektedirler. Ancak, bölgedeki PYD/PKK yayılmacılığına Kuzey Irak’ta referandum adımı da eklenince, Türkiye ve İran, Barzani yönetimine karşı bölgesel ittifakın zemini güçlendirme arayışına yönelmişlerdir.

Türkiye-İran Yakınlaşması

İki ülkeyi güçlü bir işbirliği arayışına iten yegâne konu, Kuzey Irak’ta ki referandum ve Batılı güçlerin IKBY’ye vermiş olduğu destek değildir.

Ankara, ABD’nin PYD’ye verdiği destek, AB-Türkiye ilişkilerindeki gerileme, Körfez ülkeleriyle yaşanan anlaşmazlıklar ve hatta Birleşik Arap Emirliklerinin Suriye’de PYD ile temas kurmasından sonra yeni ittifak arayışları içerisine girmiştir. Son olarak Kuzey Irak referandumu, ülkenin geleceği ve coğrafi bütünlüğü konusunda tehdit ağlının yükselmesine neden olmuştur.

İran ise, Obama döneminin müktesebatını reddeden Trump yönetiminin henüz tehdit aşamasında olan kuşatma ve çevreleme girişimlerine kaştı tetikte beklemektedir. Daha önce anlatıldığı gibi, Amerikan yönetimleri İran konusunda radikal kararlar almak istediklerinde kendi toplumunu tarihsel nedenlerle kolayca ikna edebilmektedir.

Referandumun her iki ülkede de beka meselesi olarak algılanmasının diğer nedeni de ABD ile küresel ve bölgesel düzeyde rekabet halinde olan Rusya’nın tutumudur. Putin dönemiyle birlikte Rusya, ABD’nin Ortadoğu’da kalıcı düşmanı ve dostu olmadığı fikrinden hareketle, Washington’un müttefiki konumundaki ülkelerle ve unsurlarla, kapıyı açık tutmuş ve her fırsatta yeni nüfuz alanı oluşturma çabası içerisinde olmuştur.3

Örneğin, 2003 yılında Celal Talabani Rusya ziyaretinde, Amerikan güçlerine karşı denge unsuru olması bağlamında Putin’le kaygılarını paylaşmıştır. Rusya, Irak’ın toprak bütünlüğünü desteklemekle birlikte tarafsız bir görünüm sergilemektedir. Putin yönetimi, ABD’nin ve İran’ın nüfuz oluşturduğu farklı Kürt gruplarla ilişkilerini korumaya çalışmakta, ticaret ve enerji alanlarında uzun dönemli anlaşmalar yapmaktadır.

Aynı zamanda Rus hükümeti, tarihsel ve vazgeçilemez nüfuz alanı olarak kabul ettiği Orta Asya cumhuriyetlerinde, selefi akımların yayılmasından endişe etmekteyken, bölge ülkelerinin Batıyla ve hatta Çin’le ticari ve siyasi ilişkilerinin düzeyine karşı oldukça temkinli yaklaşmaktadır. Bağımsız Kürt devleti üzerinden yapılacak mücadeleler, Rusya açısında bölgesel rakiplerin baskısından kısmen kurtulmak anlamına gelmektedir. Bu nedenlerle Rusya IKBY’nin referandum kararına karşı ılımlı bir söylem geliştirmiştir.

Referanduma karşı ortaya konulan küresel tavır, büyük ölçüde örtüşmektedir. Dolayısıyla Türkiye, İran ve Irak yönetimleri aralarında farklılıkları bir kenara bırakarak ortak hareket etme kararı almışlardır.

Her üç ülkenin bağımsızlık adımları konusunda doğrudan eleştirilerinin hedefinde Barzani yönetimi olmakla birlikte, özellikle İran ve Türkiye, bu kararın arkasında ABD hükümetinin olduğu kanaatini taşımaktadır.

Bu nedenle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İran ziyareti sırasında, referanduma karşı ortak yol haritası belirlendiği ifade edilirken, diğer taraftan iki ülke arasındaki ticaretin milli para birimiyle yapılmasına karar verilmiştir. Mevcut gündemle doğrudan ilgili olmayan bu karar, ABD’ye yönelik bir mesaj olarak değerlendirilmiştir.

Son olarak İran ve Türkiye arasındaki yakınlaşmanın dönemsel bir eğilim olup olmadığı tartışma konusudur. Jeopolitik rekabet halinde olan iki ülke, Ortadoğu’daki krizlerde çok farklı nedenlerle karşı karşıya gelmişlerdir. Suriye krizi konusunda İran ve Türkiye, Rusya’nın da katılımıyla çatışmasızlık alanlarının oluşturulması konusunda mutabakat sağlayabilmiştir. Ancak siyasal çözümün yol haritasının oluşturulması konusunda mesafe alınamamıştır.

Suriye ve Irak’ta yaşanan siyasal istikrarsızlık, yaygın terör, zorunlu göç ve demografik yapının değişmesi ve Suriye’de PYD kantonlar oluşturarak güç kazanırken, IKBY’nin bağımsızlık referandumu yapması, Türkiye ve İran yönetimlerini, tarihsel ve güncel çeşitli sorunları aşarak birlikte hareket etmeye zorlamaktadır. İki ülke sahip oldukları ortak bölgesel vizyona dayalı olarak değil, sözü edilen zorunlulukların baskısı altında, aynı noktada buluşmuşlardır.