XVIII. yüzyılda, Arap yarımadasında Muhammed b. Abdilvehhab tarafından temelleri atılan ve günümüzde Suudi Arabistan’ın resmi İslam görüşü olarak kabul edilen Vehhabi yahut modern selefi hareketi; Kur’an ve sünnete dönüş çağrılarıyla son iki yüzyılda, İslam dünyasında birçok şahsiyeti ve siyasi hareketi etkilemiştir. Bu hareket, cazibesiyle birlikte katı Kur’an ve sünnet yorumları ve din konusunda taviz vermemesinden bazen şiddete dönüşen eylemleriyle pek çok ülkede ciddi toplumsal soruna dönüşmüştür. Günümüzde en az 350 milyon Müslüman nüfusa sahip Afrika kıtası da Suudi Arabistan’dan mezun olup ülkelerine dönen Afrikalı genç kuşağın benimsediği bu katı din anlayışıyla karşı karşıyadır. Vehhabi yaklaşımı Afrika’da yeni bir olgu değildir. 1950li yıllarda, dekolonizasyon sürecinde sömürgecilere karşı Afrikalı Müslüman toplumlarını desteklemek amacıyla kıtaya giren Suudi Arabistan, zaman içerisinde Vehhabiliği Afrika politikalarının bir parçası haline getirmiştir. Vehhabiler, 50 yılı aşkın, kıtada varlıklarını sürdürmekle birlikte Müslüman halklar arasında doğrudan sorun yaratmamışken; son senelerde, özellikle batı ve orta Afrika Frankofon ülkelerindeki gelenekçi ulemaya getirdikleri şiddetli eleştirileri, sûfi tarikatlare ve Tebliğ cemaatine karşı yaptıkları tekfir ithamlarıyla, Afrika Müslümanlarının beraberliği ve huzurunu tehdit etmeye başlamıştır.

Afrika’da Vehhabiliğin Yayılışı

Bazı tarihçiler, Vehhabiliğin, daha doğrusu modern selefi anlayışın Afrika’daki yayılma sürecini 1940lı yıllara kadar geri götürmektedirler. Ancak gerçekte kıtada Vehhabilik, 1950li yıllarda Afrika’nın bağımsızlık mücadeleleri sırasında; hacıların arasında yaygınlaşması ve Ezher Üniversitesinden mezun bazı Afrikalılar yoluyla yayılmaya başladığı varsayılmaktadır. Afrikalı Vehhabiler 1951 yılında Afrika Demokratik Birliği (Rassemblement Démocratique Africain)nin sömürgeciliğe karşı koyma hareketlerine katılmıştır. 1953 yılında kurulan Müslüman Kültür Birliği (Union Culturelle Musulmane) gibi dönemin Müslüman teşkilatlarının saflarında da yer almışlardır. Müslüman Kültür Birliği birçok dini ve modern karma eğitim veren lise ve dengi okulların ortaya çıkmasına ve buradan mezun pek çok öğrencinin Arap ülkelerinde ve özellikle Suudi Arabistan’da burslu üniversite okumasına vesile olmuştur. Aynı yıllardan itibaren Suudi Arabistan, bağımsız Afrika ülkelerinde devlete bağlı kurulacak Dini İşler Başkanlığı gibi Müslümanların dini işleri ile ilgilenecek kurumlara her türlü destek ve imkân sağlamıştır.

Genel olarak gözlemlendiğinde, ilk yayıldığı dönemde ve günümüzde de Vehhabiliğin Afrika ülkelerinin Müslüman kesimlerinde büyük ilgiyle karşılanmasının en önemli sebeplerinden biri Suudi Arabistan’ın kıtada İslam’ın ve İslam dünyasının temsilcisi ve lideri olarak görülmesidir. Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve ardından hilafetin kaldırılmasıyla başsız kaldıklarını düşünen Afrikalı Müslümanlar, kutsal toprakların bulunduğu Suudi Arabistan’a yönelmiştir. Mekke ve Medine’nin Suudi Arabistan topraklarında bulunması dolayısıyla Sahraaltı Afrikalı Müslümanlar dini hususlarda her zaman Kâbe’nin olduğu ülkeyi örnek almıştır. Bu avantajı değerlendiren Arabistan, sınırsız petrol gelirleriyle yatırım ve yardım yaparak eğitim bursları vererek ulemaya ücretsiz hac ve umre seferleri düzenleyip Afrikalı Müslümanların yanında olduğunu göstermek suretiyle adeta ortadan kalkan hilafetin görevini yerine getirdiğini göstermeye çalışmıştır.  Dolayısıyla bu amaca uygun çok sayıda Suudi örgüt, vakıf, dernek, sivil toplum ve uluslararası kuruluş ortaya çıkmıştır.

Bağımsızlıklarını kazandıkları yıllardan itibaren Müslümanların yoğun olduğu Afrika ülkelerinde dini, sosyal ve insani alanlarda pek çok Suudi destekli, Vehhabi ideolojisini benimsemiş sivil toplum kuruluşları devreye girmiştir. 1974 yılında kurulan Suudi Kalkınma Fonu’nun 80li yıllara kadar yaptığı yardımların %25’i, sadece 28 sahraaltı Afrikasında gerçekleşmiştir. Uluslararası Para Fonu’nun verilerine göre, 1977-1982 yılları arasında Afrika’daki Suudi Arabistan yardımları 24 milyar dolara ulaşmıştır. Bu yardımlar, sadece sosyal ve insani alanlarda yapılmamış aynı zamanda ulaşım, tarım ve altyapı sektörlerine (yol, demiryolları, liman ve havaalanları) de önem verilmiştir. Soğuk Savaş yıllarında Afrika ülkelerinde Sovyetler Birliğinin nüfuz kazanmaması için Suudi Arabistan-Afrika yakınlaşması Batı bloğu tarafından da desteklenmiştir.

1990’lı yıllarda Afrika ülkelerinde çok partili sisteme geçilmesinin sağladığı ifade özgürlüğü, Vehhabi ideolojisinin de toplumda daha fazla dillendirilmesine imkan sağlamıştır. Camiler, kültür merkezleri, okullar ve hastanelere yaptıkları somut yardımlarla ideolojilerini iyice pekiştiren Vehhabiler, siyasetin özgürleşmesine paralel İslam’ı daha iyi temsil ettiklerini iddia etmeleri ayrıca sufilere (özellikle Afrika’da yaygın Ticani tarikatı mensuplarına) yönelik ithamları, Müslümanların farklı gruplara bölünmesine yol açmıştır. Dolayısıyla her grubun liderlik uğruna, gerçek İslam anlayışına sahip olduğunu savunması bazı ülkelerde mezhepler arası tartışmalarla sınırlı kalmışsa da pek çok yerde gençlerin radikalleşmesini doğurmuştur. Nitekim bu yaklaşımlar Mali’de Ensaruddin, Nijerya’da ise Boko Haram ve Mağrip Elkaidesi gibi terör örgütlerinin ortaya çıkmasına zemin oluşturmuştur. Teknolojinin gelişmesi, sosyal medya ve haberleşme ağlarının çoğalması da Vehhabiliğin şehirlerden kırsal bölgelere kadar yayılmasını kolaylaştırmıştır.

Genç Vehhabilerin Düzen Karşıtlığı

Erkeklerde genellikle sakalları ve uzun kıyafetleriyle, kadınlarda ise peçe, eldiven ve siyah kıyafetleriyle Vehhabi kimlik Afrika sokaklarında görünür kılınırken; diğer yandan da genç vaizler ideolojinin propagandasını yapmaktadırlar. Ancak bununla yetinmeyip son senelerde gelenekçi Müslüman ulema sınıfı, sufi tarikatlar ve Tebliğ Cemaatine yönelik ağır ithamlarda bulunup toplumda gerginliği tırmandırmaktadırlar. Eskiden beri sufi tarikatların yaptıkları bazı zikir ve uygulamaları, Vehhabi veya genel olarak selefi yaklaşımı benimseyen kesimlerin hedefi olmuştur. Ancak son zamanlarda, Suudi Arabistan’dan dönen genç Vehhabi vaizler aracılığıyla gelenekçi ulema sınıfı daha fazla tenkit edilir olmuştur. Vaizler, ulema sınıfını, sufilerin ve Tebliğ Cemaatlerinin getirdiği bid’atlere karşı sessiz kalmakla ve Müslüman toplumuna gelen destek ve yardımları suiistimal etmekle suçlamaktadırlar. Afrika’da yaygın olarak faaliyet gösteren Tebliğ Cemaati’nin de camiden camiye dolaşarak yaptıkları faaliyetleri tamamen bid’at olarak değerlendirip şiddetle kınamaktadırlar. Tıpkı XVII. Y

yüzyılda Osmanlı Devleti’nde zuhur eden Kadızadeliler hareketinin etkili vaaz eylemleriyle ortaya koydukları dinde yenilik karşıtlığı gibi bugün birçok Batı ve Orta Afrika ülkelerinde de sözü edilen genç vehhabi vaizler aynı yöntem ve tavrı sergilemektedirler.

Aslında bu genç vaizlerin herkese karşı geliştirdikleri isyanlarını incelediğimiz zaman mesele sadece Vehhabi ideolojisini hayata geçirme arzusundan kaynaklanmadığı, aynı zamanda sosyolojik sebeplerin de etkili olduğu anlaşılmaktadır. Afrika ülkelerinin bağımsızlık sonrasında batıya benzer laik rejimler tercih etmeleri dolayısıyla eğitimde ve yönetimde bazı zorluk ve marjinalizasyonlara neden olmaktadır. Yerel medreselerden ve yurtdışından İslami eğitim alıp mezun olan gençler, -istisnalar hariç- genelde işe alımlarda kabul edilmemektedir. Zira bu gençler çoğu zaman yerel eğitim sistemiyle uyuşmayan dini, Arap dili ve kültürü ağırlıklı eğitimler almaktadır. Hâlbuki devletlerin eğitim sistemine göre ilkokul, lise ve üniversitelerde, Fransızca veya İngilizce fen bilimleri, mesleki ve teknik eğitimler verilmektedir. Dolayısıyla ilahiyat eğitimi gören ve özellikle Arabistan’dan mezun Afrikalı gençler dil ve diploma denkliği sorunlarının yanı sıra meslek sorunuyla da karşılaşmaktadırlar.

Kendi hallerine terk edilen bu gençler, camiler, İslami okullar ve kültür merkezlerine sığınmaktadır. Hiç değilse, oralarda Arapça ve din öğretmeni, imam, müezzin ve vaiz gibi görevler yaparak hem ihtiyaçlarını kısmen karşılamakta hem de memnuniyetsizliklerini vaazlarıyla dillendirmektedirler. Ancak buralarda da eskiden beri hâkimiyetini kuran ve etkisini korumaya çalışan gelenekçi ulema sınıfıyla; nesil uyuşmazlığı, anlayış farkı, güç ve çıkar çatışması yaşamaktadırlar. Genç mezunlar, Arabistan’da din eğitimi görüp yüksek lisans ve doktora yaptıkları ve Arapçaya da iyi derecede hâkim oldukları için doğal olarak dini yorumlama ve fetva konusunda daha yetkin oldukları ve dini önderliğin de kendilerinde olması gerektiğini iddia etmektedirler. Suudi Arabistan’dan dönen bu yeni nesil ne toplumsal ne de mesleki kabul görmeyince radikalleşmekte ve şiddetli eleştirilere başvurmaktadır. Suudi Arabistan bursları mesleki geleceği vaat etmemesiyle birlikte, eğitim süresince büyük avantajlar sunduğu için ihtiyaç sahibi birçok genci cezbetmektedir. 2016 yılı verilerine göre Suudi Arabistan üniversitelerinde okuyan 12728 burslu öğrenciyle, Afrikalılara eğitimde ev sahipliği yapan ülkeler arasında Fransa, Güney Afrika, Birleşik Krallık, ABD ve Almanya’dan sonra altıncı sırada yer almaktadır.

Suudi Arabistan’ın Afrika ülkeleri ve özellikle Müslüman kesimlere yönelik yatırım, yardım ve eğitim burslarıyla İslam dünyası liderliğini ve Vehhabi ideolojisini sağlamlaştırma amacını güttüğü görülmektedir. İran’ın İslam devrimi sonrasında kıtaya girmesiyle Suudi Arabistan’ın varlığı ve liderliği de tehdit edilmeye başlanmıştır. Suudilere benzer yöntemi uygulayan İran da Şiiliği kıtada yaymaya çalışmaktadır. Her sene İran burslarından yararlanan çok sayıda Afrikalı öğrenciler, Şiiliği anlatma göreviyle memleketlerine dönmektedir. Bugün birçok Afrika ülkesinde açıkça görülmese de Suudi Arabistan-İran rekabetini hissetmek mümkündür. Türkiye’nin kıtaya açılması ve son yıllarda çok ilgi gören Türkiye bursları, eğitim konusunda adeta körfez ülkelerini devre dışı bırakmıştır. Türkiye’deki eğitim imkânlarının çeşitli ve öğrencilerin istedikleri bölümü seçme imkânının olması, genç Afrikalı lise ve üniversite öğrencilerinin dikkatlerini Türkiye’ye çevirmesine sebep olmuştur. Başka bir ifade ile Afrika’daki eğitim rekabetinde Türkiye de avantajlı bir yer tutmuştur. Ancak bu konuda Türkiye’nin alması gereken daha pek çok mesafenin olduğu da hatırdan çıkarılmamalıdır.