14 Mayıs Ortadoğu için önemli bir güne denk geliyor. 14 Mayıs 1948 İsrail Devleti’nin kuruluş tarihi olarak kayıtlara geçmiş. Filistin meselesinin daha eski tarihlere dayanan bir geçmişi olsa da bu tarih, bugün Kudüs’te yaşanan sorunların temel tarihi olarak kabul edilebilir.  Bu yıl da 14 Mayıs’ın yaklaşması ne  anlama gelmektedir?

Trump’ın 14 Mayıs 2018 tarihinde, Tel Aviv’de bulunan ABD Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınacağını ve kendisinin de bu tarihte yapılacak açılışa katılabileceğini açıklamasıyla gözler bu tarihe çevrildi. Ancak aslında 14 Mayıs tarihi sembolik bir mesaj vermektedir. Bu sembolik mesajın elbet siyasi bir karşılığı da bulunmaktadır. Kudüs’ün İsrail’in başkenti olması konusu, Trump’ın çılgınca görülen seçim vaatlerinden sadece birisi idi. Konunun geçmişine baktığımızda ise, ABD Başkan adaylarının bu konuyu seçim vaadi olarak kullandığı ancak şu ana kadar bu konuda bir adım atılmadığı görülmektedir. Ürdün toprağı olan Doğu Kudüs, 1967 yılında İsrail tarafından işgal edilmiş ardından 1980 yılında İsrail Meclisi, de Kudüs’ü başkent olarak kabul etmiştir.1 ABD açısından ise konu, Bill Clinton döneminde gündeme gelmiş ve Kudüs Büyükelçiliği Yasası olarak 1995 yılında Kongre’nin onayını almıştır. Bu kararın ardından göreve gelen başkanlar ise yasayı yürürlüğe koymamıştır. Trump bu konuyu, geçtiğimiz günlerde Almanya Başbakanı Angela Merkel’i ağırladığı toplantıda, basın mensuplarının Kudüs hakkında sordukları soruya cevap vererek ele almıştır. Cevabında, Kudüs’ün yıllardır söz verilen bir konu olduğunu, kendisinden önce gelen başkanların kampanyalarında bu sözü verdiğini ama gerçekleştirecek cesareti bulamadığını söylemiştir.2

Birleşmiş Milletler Kudüs Kararı

Trump, 2017 yılı aralık ayında Kudüs’ü resmen İsrail’in başkenti olarak tanıdı. Bu adımın Kudüs Büyükelçiliği Yasası ile uyumlu olduğunu ve barışa katkı yapacağını ifade etti. Lakin bu adım birçok ülke tarafından tepkiyle karşılandı. Hamas yetkilisi Salah Bardawil, “Filistinlilerin bugün tehlikeli bir yol ayrımında olduğunu” belirterek “Ya kalacağız ya yok olacağız” ifadesini kullanarak karara tepkisini gösterdi.3 Bu gelişmeler üzerine olağanüstü zirve kararı alan İslam İşbirliği Teşkilatı, Türkiye’nin dönem başkanlığında İstanbul’da toplanarak, sonuç bildirisinde ABD’nin Kudüs kararını reddettiğini, kınadığını ve kararın hükümsüz olduğunu ilan etti. Ayrıca ortak bir bildiri ile Doğu Kudüs’ü, Filistin’in işgal altındaki başkenti olarak tanıyan kararı açıkladı ve bütün ülkeleri bu kararı tanımaya davet etti. Bu gelişmeyi takiben Türkiye ve Yemen’in gündeme getirdiği Kudüs kararı, 21 Aralık’ta BM Genel Kurulu’nda 128 oyla kabul edildi. ABD, oylama esnasında baskılar kurduysa da kararın kabul edilmesini engelleyemedi. Oylamada özellikle İngiltere ve AB’nin tutumunun ABD karşıtı bir yönde olması ise, bu konuda ABD’nin ciddi bir yalnızlık içinde kaldığı yorumlarına neden olsa da ABD aldığı Kudüs kararından geri adım atmamakta kararlı görünmektedir. BM’de alınan Kudüs kararına rağmen ABD’nin kararlılığının bölgedeki gelişmelerden kuvvet aldığı söylenebilir.

Kudüs Düşerken İslam Ülkeleri

Şu ana kadar yaşanan gelişmelerde Trump dönemi ABD Ortadoğu politikasının merkezine eskiden olduğu gibi yine İsrail’i aldığı açık bir biçimde görülmektedir. İsrail’in İran tehdidi algılaması, Filistin topraklarını işgalini pervasızca sürdürmesi gibi gelişmelere ABD’nin açık desteği adeta İsrail’in Ortadoğu politikasını ABD’nin Ortadoğu politikası haline getirmiştir. Son dönem Ortadoğu ülkelerinin İsrail ile ilgili tutumlarına bakmak da yaşanan gelişmeleri anlamaya katkı sağlayacaktır.

Mısır, bölgeye coğrafi yakınlığı ve potansiyel olarak bölgenin önemli bir ülkesi olması ile Filistin sorununda söz sahibi olması beklenirken, Sisi liderliğinde Mısır, İsrail’in işgal politikalarına duyarsız kalmaktadır. Ya da Mısır, İsrail-Filistin sorununun çözümüne ilişkin Filistin’e yeterince destek verememektedir denilebilir. Mescid-i Aksa’da yaşanan İsrail dayatmalarının bir örneği Katar Krizi’nin hemen ardından görülmüştür. Katar Krizi, Trump’ın Riyad ziyaretinden sonra gerçekleşmiştir. Küre İttifakı olarak bilinen Riyad’da küre üzerine ellerini koyan liderlerin yer aldığı fotoğrafta Sisi’nin de bulunduğu görülmektedir. Bu ittifakın birbirleri arasında görüşmeleri, eş zamanlı olarak 6 Mart’ta Netanyahu-Trump ve Muhammed bin Selman-Sisi ziyaretleri ile sürdürülmüştür. Suudi Arabistan ise, güvenlik çıkarlarının İsrail ile örtüştüğünü ve İran tehdidi konusunda birlikte hareket etmeleri gerektiğini her platformda dile getirir hale gelmiştir. İsrail basını geçtiğimiz günlerde, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın ABD’de Yahudi cemaatleriyle gerçekleştirdiği toplantılarda “Filistinliler’in barış fırsatlarını kaçırdığını ve Trump yönetiminin teklifine razı olup susmaları gerektiğini” söylediğini sızdırmıştır.4 Bu haberin ardından gelişmeler peşi sıra gelmeye devam etmiştir. Bu esnada Suudi Arabistan ziyareti akabinde İsrail’i ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı Pompeo ve Netanyahu’nun İran konusundaki açıklamaları dikkatleri çekmiştir. Netanyahu, İran’ın gizli nükleer silah faaliyetlerinde bulunduğuna dair ellerinde somut deliller olduğunu açıklamıştır. Bu gelişmeyle birlikte İsrail Parlamentosu Başbakan Netanyahu ve Savunma Bakanı Lieberman’a savaş ilan etme yetkisini veren yasayı onaylamıştır.5 İran ise içerideki talepler ile Suudi Arabistan, ABD ve İsrail baskıları altında sıkışmış durumdadır. Türkiye her ne kadar İİT ve BM nezdinde gerekli girişimleri yapmış olsa da Afrin’e düzenlemiş olduğu Zeytin Dalı Harekatı ile bu gündem üzerine yoğunlaşmış ve son olarak da yeni bir seçim atmosferi içine girerek iç siyasetine yoğunluk vermek durumunda kalmıştır. Tabi ki bu süreçte İslam ülkelerinin Suudi Arabistan, Mısır ve İran başta olmak üzere birçoğunun beklenen desteği vermemiş veya verememiş olması da Türkiye’nin yapabileceklerini sınırlandırmaktadır.

Bölgesel Dengeler ve Kudüs’ün Geleceği

Yaşanan gelişmeler değerlendirildiğinde, ABD’nin Kudüs kararına BM’den çıkarılan aksi yönde kararın uygulamanın sınırlandırılmasına neden olduğu söylenebilir. Çünkü ABD, BM kararı olmadığı bir ortamda Kudüs’e ABD Büyükelçiliği’ni taşıma konusunda baskılar veya çeşitli işbirliği anlaşmalarıyla daha fazla taraftar toplayabilirdi. Örneğin geçtiğimiz günlerde Romanya’nın da elçiliğini Kudüs’e taşıma kararı aldığı haberleri gelirken ardından bu haberin Romanya içinde ciddi tartışmalara neden olduğu görülmüştür. Romanya Başbakanı’nın Cumhurbaşkanı’na haber vermeden bu kararı aldığı ve Cumhurbaşkanı’nın bu kararın uluslararası hukukun ihlali anlamına gelebileceği ikazı basına yansımıştır.6 İsrail bu gelişmelerle sembolik olarak 14 Mayıs 1948 yılında kurulduğumuz gibi 70 yıl sonra 14 Mayıs 2018 yılında Kudüs’te kalıcı olduğumuzu tescilliyoruz düşüncesindedir. Ayrıca İsrail’in İran’ı baskılayarak etki alanını zayıflatıp Kudüs’te de asayişi sağladıktan sonra yeni işgaller silsilesine hazırlık yapmak istediği düşünülebilir.

Burada ilk olarak akla Lübnan gelmektedir. İran’ın içerisinde yaşanan karışıklıklar ve ABD’nin nükleer anlaşmayı iptal baskısı İran’ı dış dünyadan soyutlarken bölgede İran’ın en yakın dostu olan Hizbullah, İsrail’in yeni hedefi olabilir. Ayrıca geçtiğimiz Mart ayında ABD’li Senatör Bob Corker, Trump’ın mayıs ayında nükleer anlaşmadan çekileceğini söylemiştir. 6 Mayıs 2018, Lübnan’da 5 yıldır ertelenen seçimlerin gerçekleşeceği tarih. Dolayısıyla bu kadar yoğunlaşan siyasi süreçlerin yeni gelişmeleri beraberinde getireceğini tahmin etmek zor değil. Mayıs ayı, Lübnan seçimleri ve ABD Büyükelçiliği’nin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınması ve ABD’nin İran ile imzalanan nükleer anlaşma ile ilgili bir değişikliğe gitme ihtimalinin göründüğü bir ay olarak karşımıza çıkmaktadır. Küre İttifakı’nın aktörlerinden Muhammed bin Selman ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron ile Paris’te pozlar veren Lübnan Başbakanı Saad Hariri’nin, daha önce Suudi Arabistan’da bulunduğu bir dönemde görevinden istifa ettiği düşünüldüğünde bu durumun tüm aktörlerin mutabık olduğu bir konu olduğunu düşünmek zor değil.

Suudi Arabistan ve İsrail’in çıkarlarının örtüştüğü bir Lübnan operasyonu İsrail’in sınır ve hukuk tanımazlığına bir yenisinin daha eklenmesine sebep olabilir. Yani aslında Kudüs düştü mü sorularına cevap ararken Lübnan bölünüyor mu tartışmalarının içinde de kalabiliriz. Lübnan’ı yeni bir gelişme olarak tartıştığımız bir ortamda ise, Kudüs daha arka planda kalacaktır maalesef. Şu an İsrail’in İran söylemleri Kudüs’ü geri planda bıraktığı gibi yeni söylemler ve yeni algılar Kudüs’ün esaretini sorgulanamaz hale getirebilir. Dolayısıyla resmen BM kararı olsa da aldıkları kararı uygulamaktan çekinmeyen ABD ve İsrail bu son adımları ile fiilen Kudüs’ü tümüyle işgal etmişlerdir. İslam dünyası açısından ise üzücü de olsa fiilen “Kudüs düştü” demek yanlış bir ifade olmayacaktır. İsrail’in ve ABD gibi küresel aktörlerin Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin en önemli belirleyicisi olmasının önüne geçebilmek için öncelikle onların neler yaptığını ve neyi hedeflediğini anlamak gerek. Yoksa Kudüs’ten Beyrut’a, Erbil’den Tahran’a kadar yaşanacak gelişmeler onların inisiyatifinde kalmaya devam edecektir. Tabi belki de dini, mezhebi, ailevi veya askeri iktidarların sırf iktidarlarını sürdürmek için halklarını görmezden gelmeleri en önemli sorun olarak karşımızda durmaktadır. Bu sorun her dönemde yeni bir parçalanma ve yeni ayrılıkları beraberinde getirirken bölge dışı aktörlerin bölgede arzuladıkları gibi hareket etmelerine de zemin oluşturmaktadır. Kudüs düşerken bunları konuşmak ise başlı başına ayrı bir yazı konusu…