Ankara’da 4 Nisan 2018’de üçlü zirvede bir araya gelen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani Astana’da alınan kararların bugüne kadarki uygulamalarını değerlendirmenin yanı sıra, bundan sonraki yol haritası ile ilgili görüşlerini dile getirdiler. Taraflar Suriye’deki krize farklı açılardan baksalar da sonuç itibariyle her üç liderin Suriye’nin toprak bütünlüğü konusunda ortak bir paydada buluştuklarını söylemek mümkün. Türkiye açısından PYD/YPG, İran açısından Nusra ve DAEŞ gibi unsurların Suriye’yi terk etmeleri toprak bütünlüğü açısından önem arz ediyor. Ancak Suriye’nin toprak bütünlüğünü bozan bu unsurların yanı sıra Suriye’nin Rakka ve Deyrizor bölgesinde ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin olması, siyasi çözüm umutlarını da zorlaştırıyor. Bu nedenle zirvede gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan gerekse Ruhani doğrudan ABD’nin bölgedeki politikalarını eleştirmekten geri kalmadılar.

İran Öne Çıkmak Hevesinde

Ruhani, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daha önceki açıklamalarına benzer biçimde, ABD’nin binlerce kilometre öteden gelip Suriye’ye kanunsuz bir biçimde yerleşmesi ve burada askeri operasyonlara girişmesini açıkça eleştirdi. İran Cumhurbaşkanı, ABD’nin özellikle kendi çıkarları için DAEŞ ve Nusra gibi grupların uzun yıllar bölgede hakimiyet kurmasını istediğini ancak Suriye ve Irak halkı ile dost ülkelerin yardımları sayesinde bu eylemin başarıya ulaşmadığını, bir anlamda İran’ın Suriye’deki varlığının terörizmi önleme amaçlı olduğunu iddia etti. Ancak Suriye’nin toprak bütünlüğü, her şeyden önce Esad rejiminin dolayısıyla da İran ve Rusya’nın geniş bir nüfuz alanına sahip olması anlamına gelmektedir. Bu ise gerek İsrail’in bölgedeki güvenliği, gerekse ABD’nin çıkarları açısından büyük risk demek. İsrail, İran’ın DAİŞ karşıtı yürüttüğü silahlı mücadelenin ona Suriye’de özerk bir alan açtığı konusundaki endişesini hemen her fırsatta dile getiriyor ve İran’ın Ortadoğudaki yayılmacı politikasından uzun süredir şikayetçi. Bu noktada ABD’nin de açık bir biçimde Suriye devlet başkanı Beşar Esad’ın ülkesinin tümünde kontrolü sağlamasını istemedikleri bir gerçek. Nitekim bunu ABD’nin eski Dış İşleri Başkanı Tillerson açıkça ifade etmişti. İran ve Rusya’nın Suriye’deki hareket alanına karşı bölgeyi silahlandırdıkları da ayrı bir hakikat. Bu nedenle ABD öncülüğündeki koalisyonun askeri müdahale ile ülkeden atılması bu aşamada öngörülebilecek bir konu değil. Nitekim son olarak 7 Şubat 2018’de Suriye’nin Deyrizor kenti yakınlarında devlet başkanı Beşar Esad yanlısı güçlerin Suriye Demokratik Güçleri’nin ana karargahına yönelik saldırısına, ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri hava saldırısıyla karşılık vermiş ve saldırıda 100 ile 400 arasında Rus paralı askerinin öldüğü iddia edilmişti. Şam yönetimi bunu savaş suçu ve acımasız bir katliam olarak nitelese de ABD öncülüğündeki DAEŞ karşıtı koalisyon sözcüsü Albay Ryan Dillon, bu tür saldırılara karşı sessiz kalmayacaklarını açıkça ifade etmişti. Bu açıdan bakıldığında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın zirvede sarf ettiği ‘’Münbiç başta olmak üzere PYD/YPG’nin kontrolündeki tüm bölgeleri temizlemeden durmayacağız’’ şeklindeki sözleri ABD ile olası bir çatışmanın risklerini de gözler önüne seriyor. Buna karşın ABD ve Türkiye’nin kendi çıkarları doğrultusunda ortak bir çözüm noktası bulmaları ise daha olası görülüyor.

Astana Süreci Sürdürülebilecek mi?

Gelinen noktada Suriye sorununun dışarıdan askeri bir müdahale ile çözebilecek bir konu olmadığı görüldü. Bu nedenle taraflar arasında 15 ay önce Astana’da gerçekleşen ve alınan kararla sonuçta 4 bölgede gerilimi azaltan çatışmasızlık durumunu bu kez demokratik bir süreçle daha da ilerletmek istedikleri görülüyor.

İran Cumhurbaşkanının İran basınına yansıyan 4 maddelik çözüm önerisinden, tarafların bundan sonraki süreçte Suriye sorunuyla nasıl başa çıkabilecekleri ve sorunu nasıl idare edebilecekleriyle ilgili bir taslak sunuyor. En azından ABD ile bahsi geçen sorunları uluslararası bir meşruiyet çerçevesinde idare etmek istedikleri açıkça göze çarpıyor. Buna göre Suriye’deki tüm tarafların milli bir kongrede bir araya getirtilip, razı olacakları bir çözüm yolu bulmalarının sağlanması ve anayasada gerekli düzenlemelerin yapılarak, demokratik siyasal katılımla ülkenin yeniden inşası öncelikli hedef görülüyor. Bu süreçte ülkenin terörden arındırılması, uluslararası toplumun Suriye’de yardıma muhtaç olanlara maddi destek vermesi, geri dönüşlerin şartları ve imkanlarının sağlanması gerekiyor. Ardından Suriye’nin milli hakimiyetine ve toprak bütünlüğüne saygı çerçevesinde, Suriye hükümetinin izni olmadan yabancı askeri güçlerin bölgeden çekilmesi planlanıyor. Bunları Tahran’da gerçekleşecek bir sonraki oturumunda daha net göreceğiz.

Doğu Guta Suriye’nin Düğümü mü?

Ancak Doğu Guta’da son silahlı grup Ceyşül İslam’ın kontrolü altında bulunan Duma bölgesinden silahlı militanların tahliyesi için anlaşmaya varıldığı sırada – ki süreçle birlikte Doğu Guta’nın tamamı yeniden Esad’ın kontrolüne geçmiş olacaktı – anlaşılmaz bir biçimde Esad rejiminin kimyasal silah kullandığına dair görüntüler ve güçlü iddialar ortaya atıldı. Bu iddialar henüz bağımsız kaynaklarca onaylanmış değil. Suriye hükümeti iddiaların doğru olmadığını söylüyor. Aynı şekilde Rusya Dış İşleri Bakanı Lavrov’da Duma bölgesine askeri uzmanlarının gittiğini ancak Suriye hükümetinin kimyasal saldırı düzenlendiğine dair iddiaları destekleyecek herhangi bir kanıt bulunmadığını ileri sürüyor. Buna rağmen ABD ve Fransa’dan gelen sert açıklamalar ve Esad’a bedel ödettirileceği şeklindeki tehditlerin ardından, İsrail ordusuna ait iki adet F-15 savaş uçağının Suriye hava sahasına girmeden, Suriye’nin ortasında yer alan Humus kenti yakınlarındaki Tiyas adlı askeri üsse füze saldırısı düzenlemesi, Suriye’de beklenen barışın o kadar kolay olmayacağı anlamına geliyor. Nitekim İsrail, Şubat ayında da Suriye’de İran’a ait hedeflere yönelik saldırılar düzenlemişti. Bu süreçte kartların yeniden dağıtılması tabii olarak üçlü zirvenin kararlarına da yansıyacaktır.