1975 yılında Lübnan’da başlayan iç savaşa son veren anlaşma 22 Ekim 1989’da Suudi Arabistan’ın Taif kentinde imzalandı. Şehrin isminden mülhem olan Taif anlaşması ülkede devam eden 15 yıllık savaşa son verdi ama mezhepçi statükoyu korumayı da ihmal etmedi. Anlaşmanın ülkede huzuru tesis edemediği gerçeği ise devam eden krizlerle kendisini gösterdi. Anlaşma için atılan imzaların mürekkebi daha kurumadan Cumhurbaşkanı seçilen Rene Muawwad’ın suikastla öldürülmesi ve Lübnan’da uzun bir süre ardı ardına suikastların gerçekleşmesi, siyasi savaşın sürdüğünün en açık göstergesi oldu. Dolayısıyla anlaşmadan sonra Lübnan ne göreceli de olsa istikrara kavuştu ne de iç savaşa yol açan sebepleri ortadan kaldırabildi. Bununla birlikte geçtiğimiz Ekim ayında Suudi Arabistan’ın Lübnan büyükelçisi Velid Abdullah Buhari anlaşmayı yeniden gündeme getirdi ve Lübnan için en iyi çözümün 33 yıl önce imzalanan Taif anlaşması olduğunu vurguladı. Beyrut’ta bulunan UNESCO Palas’ta Taif Anlaşması’nın yıldönümü için bir forum düzenleyen Buhari, içinde anlaşma sürecinde etkin rol oynayan diplomat ve Lübnan’ın önde gelen siyasilerinin de bulunduğu yaklaşık 1000 kişiyi foruma davet etti. Buhari Taif’e yaptığı vurgularla bir nevi anlaşmanın devamına dair onay da aldı ancak konferanstan sonra anlaşmanın meşruiyetine dair kaygı ve sorular da yeniden gün yüzüne çıkmaya başladı.

Anlaşmadan bugüne kazanımlar / kayıplar

4 Kasım 1989’da nihai şekli belirlenerek Lübnan parlamentosunda kabul edilen Taif Anlaşması’nın barındırdığı çelişkilerin yanı sıra yoruma açık olan maddelerden doğan boşlukları her siyasi / mezhebi grubun kendince doldurma çabası, esasen bugünkü krizlerin de nedenini açıklıyor. Örneğin Suudi Arabistan “Taif Anlaşması Lübnan için en iyi çözüm” derken, bir anlamda Lübnan’ı Suriye tahakkümünde tutmanın meşruiyetini sorgulamıyor gibi gözüküyor. Zira hatırlanacağı üzere Taif anlaşması Suriye’ye Lübnan ordusunu desteklemesi için 2 yıldan fazla olmamak kaydıyla yetkilendirmişti. Ancak yine hatırlanacağı üzere Suriye Lübnan’dan ancak Refik Hariri 2005 yılında öldürüldükten sonra çıkabilmişti. Bunun yanı sıra Suriye yalnızca askeri olarak değil siyasi yönden de Lübnan’ı kendi güdümünde yönetir olmuştu. Bugün ise Suriye, Lübnan üzerinde doğrudan etkili olmasa da Hizbullah’ın açık desteği ile elektrik, gaz anlaşmaları yoluyla yeniden görünür olmaya başladı. Doğal olarak anlaşmada özellikle ifade edilen “ Lübnan ve Suriye arasındaki özel ilişki” yeniden değerlendirildiğinde Suriye’nin Lübnan’a yeniden doğrudan nüfuz edebilme ihtimalinin, anlaşmanın öncüsü olan Suudi Arabistan için ne anlama geldiği sorusu da gündeme geliyor. Bu sorunun cevabını ise Muhammed bin Selman dönemi itibariyle başlayan politika değişiminde bulmak mümkün. Her ne kadar anlaşmanın yapıldığı dönemde Suudi Arabistan ve Suriye ilişkilerini stabil tutan şartlar bugün mevcut değilse de Arap Baharında Suud yönetimi tarafından Suriye rejimine yönelik alınan sert tutumun yumuşamaya başlamasıyla Beşar Esad ve Muhammed bin Selman arasında diplomatik köprünün kurulabileceği ön görülüyor. Ancak yine de bu girişimlerin Lübnan’ı Suriye’ye teslim etmek anlamına gelmeyeceğini de belirtmek gerek. Nitekim Suudi Arabistan, İran ve Hizbullah tehdidine karşı Lübnan’ı ajandasında alt sıralarda da olsa tutmaya devam ediyor.

Anlaşma maddelerini gözden geçirirken mevcut konjonktürle çelişen bir diğer önemli mesele ise şüphesiz Hizbullah’ın savaştan sonra silahlarını teslim etmiyor oluşu. Anlaşmaya göre 6 ay içinde militanların silahlarını Lübnan ordusuna teslim etmeleri şartı Hizbullah tarafında kendisini “direniş örgütü” olarak tanımlamasından dolayı geçersiz sayılmıştı ve sayılmaya devam ediyor. Bununla birlikte 2008 yılında Fuad Sinyora hükümeti ile Hizbullah arasında çıkan gerginliğin çatışmaya dönüşmesi, 10’dan fazla kişinin ölmesi, başbakanın evinin abluka altına alınması ve Beyrut’un alt üst olması ulusal bir güvenlik sorununu açığa çıkarmıştı. Ek olarak çatışmanın ancak uluslararası müdahaleler sonucu durdurulabilmesi Hizbullah’ın Taif Anlaşması’nı görmezden gelmesine ne zamana kadar göz yumulabileceği tartışmalarına kapı aralıyor. Dolayısıyla bugün “anlaşma revize dahi edilemez” diyen Suudi Arabistan’ın Hizbullah’ın silahlarına karşı tutumu da başka bir tartışmayı doğuruyor. Diğer taraftan anlaşma çerçevesinde silahlarını Lübnan ordusuna teslim eden Suudi Arabistan’ın destekçisi Samir Caca’nın hemen her konuşmasında Hizbullah’ın silahlarını gündeme getirmesi de yine Taif’i artık ilk haliyle çok benimsemediğinin de bir göstergesi olarak sunuluyor.

Anlaşmada özellikle tekrar edilen Lübnan’ın ulusal kimliği ve Araplığı da mevcut sosyo- politik durumla ters düşen handikaplardan. İlk etapta mezhepçiliği silikleştirmeyi amaçlayan “Lübnancılık” ve “Arapçılık” ile anlaşmada yer alan kimlik kartlarından mezhep isminin silinmesine dair eklenen madde o dönem teknik açıda olumlu bir durumdu. Çünkü ülke iç savaş boyunca kontrol noktaları kuran militanların yoldan geçen vatandaşın kimliğine bakarak mensubu olduğu mezhebi bağlamında öldürülmesine veya hayatının bağışlanmasına sahne olmuştu. Dolayısıyla anlaşma maddesi de mezhepçiliği azaltmaya yönelikti. Ancak bugün gelinen noktada mezhebin ulusal kimlikten önce geldiği açık. 2019 protestolarından kısa süre içinde Şiilerin çekilmesi, aynı şekilde 2020 Beyrut patlaması gösterilerinde belirli mezhep gruplarının yer almayışı mezhep kimliğinin daha fazla hissedildiğini ve anlaşmanın bu kimliği silemediğini de gösteriyor. Nihayetinde mezhepçi siyasetin önüne geçilecek ifadelerinin kullanılmasına rağmen anlaşmada mezhep eksenli parlamenter sistemin küçük farklarla yenilenmiş olması Lübnan’daki krizlerin beslendiği kanalların anlaşma çerçevesinde meşruiyet kazandıkları sonucunu ortaya çıkarıyor.

Taif’e alternatif bir çözüm olamaz mı?

Özellikle son dönemlerde Taif anlaşmasının yeniden değerlendirilmesine yönelik yorumlar ortaya atılmış olsa da, ülkede bir tekerleme gibi sürekli tekrar edilen “iç savaş başlar” sloganı girişimlerin önünü kapatan temel faktörlerden biri. Ayrıca bölgesel ve uluslararası yaklaşımlar da anlaşmanın revize edilmesi fikrinin üstünü örtüyor. Bu noktada konferansta anlaşmayı sonuna kadar desteklediği vurgulanan Fransa için Taif Anlaşması, Lübnan’ın egemenliğini savunması açısından hala önemini koruyor. Hizbullah’ın silahları ise Fransa’yı Suudi Arabistan kadar endişelendirmediği için çekimser davranmakta sakınca görmüyor. Diğer taraftan Taif’e alternatif bir çözüm için hazırlanacak bir plan Fransa’nın gündeminde yer almıyor. Bunun en net sebeplerinden biri de Fransa’nın Beyrut patlaması sonrasında Lübnan’da eskisi kadar güçlü olmadığını fark etmesi oldu. Dolayısıyla yeni bir alternatif sunulması için ne Lübnan’ın kendi iç siyasetinde ne de bölgesel dinamiklerde Lübnan için yeni bir alternatif arama çabası ve hevesi bulunuyor.

Bugün bakıldığında Lübnan’da ikinci cumhuriyetin ilanı olarak nitelendirilen 1989 anlaşmasının siyaseten anlamını yitirdiğini görmek zor değil. Lübnan’ın ulusalcılığını ve araplığını öne çıkarmak veya Müslümanlar ve Hristiyanlar arasındaki siyasi temsilciliğin eşitlenmesi Lübnan’da şu ana kadar hiçbir sorunu çözmedi. Dolayısıyla bugün Lübnan’da siyasi olduğu kadar ekonomik ve toplumsal krizlerin artarak devam ediyor olması, anlaşmanın sorgulanmasını gerektiriyor. Bununla birlikte sorunu kökünden çözecek olan yeni bir Taif Anlaşması değil yeni bir anayasa. Bu ise çok uzak bir ihtimal. Yine de Taif, Lübnan için aslında yok hükmünde. O nedenle de öncelikle şartlarına uyulabilecek makul yeni bir sistemin kurulması elzem. Aksi takdirde Lübnan elinde hükümsüz bir Taif anlaşması, boş cumhurbaşkanı koltuğu ve işlevsiz parlamentosuyla kriz sarmalında yaşamaya devam edecek.