İsrail işgal rejiminin son birkaç haftadır Mescid-i Aksa’da ibadete kısıtlama getiren uygulamaları ve yaşanan can kayıpları İslam dünyasında yeni bir tepki ve endişe dalgası oluşturdu.
Bu endişenin en temel kaynağı, Filistin’de işgale başladığı günden bu yana sürekli bir genişleme politikası izleyen İsrail’in, Kudüs konusunda geri dönülemeyecek bir aşamaya girdiği yönündeki kaygılardır. Zira küresel sistemden yana eli rahat görünen İsrail, kendi yerleşimcilerine yaşam alanı açmak üzere ilhak politikalarını sadece Batı Şeria ve Gazze ile sınırlandırmamış, BM’nin 181, 242 ve 338 numaralı kararlarına aykırı bir şekilde Kudüs’ü de katarak İslam’ın en kutsal mekanlarından birine gözünü dikmişti. Tüm hukuksuzluğu görmezden gelinen İsrail, müslümanlar açısından kutsal sayılan Mescid-i Aksa üzerinde saldırgan bir aşamaya geçmiş görünüyor.
İsrail’deki aşırı sağcı siyonist siyasetçiler; dini, tarihsel ve kültürel tezleri öne sürerek kentin binlerce yıllık İslam (ve kısmen Hıristiyanlık) geleneğini silmek üzere sistemli bir politika yürütmektedirler. İsrail uygulamaya koyduğu idari ve sosyal değişikliklerle kenti tamamen bir Yahudi kimliğine dönüştürmeyi hedeflemektedir. İsrail, Lahey Düzenlemeleri (Md. 43) ve Cenevre Konvansiyonu’na (Md. 64) göre, Doğu Kudüs’te egemen yasa koyucu gibi davranamayacağı ve kendi hukukunu zorlayacağı halde tüm kent sakinlerine karşı bunu zorla uygulamaktadır.
Kudüs’te sistemli bir dönüşüm gerçekleştiren İsrail, bir taraftan bunu İslami eserlere yönelik yıkım ve kazılar aracılığı ile “arkeolojik çalışma” adı altında yürütmektedir. Bunun bir adım ilerisinde kentin İslam ve Hıristiyanlık dönemleri öncesine ait Yahudi kalıtlarının gün yüzüne çıkarılması ve gerekirse yeniden inşası bulunmaktadır. Öte yandan ise, bu tür fiziki düzenlemelere ilave olarak kente yönelik en büyük tehdit demografik değişimle ilgili yürütülen süreçtir. Kentin Müslüman nüfustan arındırıp yerlerine Yahudi yerleşimcilerin getirilmesi politikası Kudüs’e yönelik en ciddi varoluşsal tehditlerden biridir.
Mescid’e Yönelik Saldırılar
1948 yılında Batı bölgeleri işgal edilen Kudüs kentinin Mescid-i Aksa’nın da bulunduğu doğu kesimi 1967 yılında Siyonistlerin işgaline girmişti. Bu tarihten itibaren kente yönelik planlarını sistemli biçimde uygulayan Siyonistler, ilk büyük hamlelerini 21 Ağustos 1969 tarihinde yaptılar. Yahudi bir fanatiğin öncülüğünde bir grup Siyonistle, Mescid-i Aksa’ya sabotaj düzenleyerek caminin önemli bir kısmını tahrip ettiler. Bunun üzerine tüm İslam dünyası liderlerinin tepki göstermesi, bu liderlerle önemli askeri ilişileri olan Amerika’yı İsrail’e karşı baskı uygulamaya zorlayınca süreç duraksadı.
Çok geçmeden 1970-72 arasında Mescid-i Aksa’yı çevreleyen surların hemen altında bu kez arkeolojik çalışma adı altında tünel kazılarına başlandı. Güney ve batı kesimlerinde başlayan kazılarda cami sınırlarının içine girilerek, yaklaşık 13 metre altta bazı oyuklar açıldı.
Batı tarafındaki duvarların altında yer alan yeni kazılar, 1974’ten başlayarak 1976’ya kadar sürdü ve aralarında Ubade bin Samit ile Şeddat bin Evs gibi sahabe kabirlerinin de bulunduğu Müslüman mezarlığının yok edilmesi ile devam etti.
Süleyman mabedinin kalıntılarını arama bahanesiyle yürütülen kazılarda 1977 yılından itibaren caminin kadınlar bölümünün tam altına ulaştılar. Ağlama duvarı yönünden kazılarını sürdüren Siyonistler, 1979 yılında Mescid-i Aksa’yı zemin altından doğu-batı yönünde ikiyi böldüler. Yine aynı yıl yapılan resmi açılışla, tünel içinde küçük bir Yahudi ibadethanesi geçici olarak kullanılmaya başlandı.
1982 yılından sonra başlayan yeni kazı ve yıkım çalışmalarında, çevredeki bazı Arap sakinlerin evler kamulaştırıldı yada doğrudan doğruya Yahudi yerleşimcilere verildi. (Bu dönemde bedava ev sahibi olan Yahudiler arasında Ariel Şaron’un da bulunuyor.)
1994 yılında Siyonist Kudüs Belediyesi “Kudüs 2020” projesini kabul ederek, Aksa’nın çevresindeki Müslüman nüfusun tahliyesi sürecini hızlandırdı.
Ocak 1999 tarihinde Mescid-i Aksa’yı Süleyman mabedine dönüştürme yolunda İsrail kamuoyunda resmi tartışmalar başlatıldı ve sonraki günlerde yapılacak provokasyonlara ortam hazırlandı. Çok geçmeden, Temmuz 2000 tarihinde toplanan İsrail parlamentosu, Kudüs’ün “İsrail’in ebedi başkenti” olduğunu yasa maddesi haline getirdi. Vakit kaybedilmeden Kudüs Belediye başkanlığı, haremi şerif bölgesinde Yahudilere de ibadet izni verilmesi konusunda lobicilik çalışmalarını yoğunlaştırdı.
Eylül 2000 tarihinde Ariel Şaron tarafından yapılan provokatif Aksa ziyareti, camiye yönelik en cüretkar saldırılardan biri olarak tarihe geçerken, Aksa intifadasının başlamasına neden oldu. Bu süreç içinde 5 binden fazla Filistinli hayatını kaybetti. Ancak bu hamle yakın tehdidi ortadan kaldırmış olsa da, Yahudi grupların bundan sonraki ziyaretlerini tamamen önleyemedi. O tarihten itibaren günün belirli saatlerinde Yahudi grupların cami haremine girmelerine güvenlik desteği ile göz yumulmaya başlandı.
2007 yılından itibaren Caminin batı yanındaki Babü’l-Mağaribe’de başlayan yıkımlar dünyadan gelen tepkiler ve Türkiye’den giden uzman heyetin olumsuz raporuna rağmen hız kesmiş olsa da tamamen durdurulamadı. Hali hazırda ağır aksak devam ettirilmektedir.
2008 yılı sonundan itibaren Aksa camiinin çevresindeki mahalleleri boşaltmaya başlayan Siyonist yönetim, Silvan, Şeyh Cerrah ve Butsan mahallelerinde, Müslümanlara ait çok sayıda evi tahliye ettirdi.
2009 yılında Kudüs belediyesi aldığı karar ile Doğu Kudüs’te ruhsatsız olduğu gerekçesiyle Filistinlilere ait evlerin yüzde 25’inin yıkılacağını açıkladı. Bu yıkımlara Aksa çevresindeki mahallelerden başlanma ihtimali üzerine fanatik Yahudiler mabed maketleri ile provakatif faaliyetlerine hız verdi. Nitekim o tarihten itibaren Yahudi gruplarca harem bölgesine yönelik günlük rutin turlar başlatıldı.
2011 yılındaki Arap baharı süreci ise işgalcilere adeta altın bir fırsat sundu. Olayların trajik boyutlara ulaşması nedeniyle dünya kamuoyunun dikkati farklı önceliklere yönelirken, İslam dünyasının da kendi içindeki çatışmaları nasıl önleyeceğine odaklanması, Siyonist işgalcilerin Kudüs’e yönelik eylemlerine cesaret verdi. Sistemli biçimde yürüttükleri fiziki yıkım ve insan yerleştirme politikalarını artırırken, ABD Başkanı Trump’ın Mayıs 2017’deki son ziyareti Benyamin Netanyahu kabinesine adeta bir onay olarak kabul edildi. Çok geçmeden işgalci hükümetin kabinesi Aksa camiinin altında kabine toplantısını yaparak bu konudaki pervasızlığını gösterdi.
Yıkım Politikaları
1948 yılında Kudüs’ün Batı kesimini 1967 yılında ise doğu kesimini işgal eden Siyonist rejim için kentin tam bir Yahudi kentine dönüşmesinde fiziki görünümü büyük önem arz etmektedir. Bu fiziki yıkım ve yeniden inşa politikaları ile Kudüs’ü İslami kimliğinden tamamen soyutlayıp görünüm olarak tam bir Yahudi kenti haline getirmeye çalışmaktadır.
Bunu yaparken gözüne kestirdiği en önemli hedef ise, kentin adeta sembolü durumundaki Mescid-i Aksa’yı yok ederek yerine kendi planlarını yerleştirmektedir. Bunu sistemli ve sinsi bir şekilde yürüten İsrail işgal rejimi, arkeolojik olduğu iddia edilen kazılar sonucunda, Mescid-i Aksa bünyesinde ve çevresindeki tarihi eserleri, (camiler, mezarlıklar, medreseler, surlar, tekkeler ve hanlar) ya tamamen yok etmiş yada kalıcı hasarlar oluşturmuştur.
Örneğin, Mağribiler Mahallesi’nin tamamen yıkılması ve Ağlama Duvarı önündeki plazanın genişletilmesi; mescidin altında havra inşa edilmesi; Mescid-i Aksa müştemilatından Tenkiziye Medresesi’nin ve Burak Namazgahı’nın havraya dönüştürülmesi; kutsal havza diye adlandırılan bölgede 10’dan fazla kazı bölgesi açılması; Aksa çevresindeki Selvan, Bustan ve Şeyh Cerrah mahallelerinde yıkım çalışmalarının sürdürülmesi; Kudüs ve çevresinde 27 yerleşim merkezi, pek çok mahalle ve havra inşa edilmesi; Mescid-i Aksa yakınlarındaki tarihî “Hamamu’l-Ayn”ın yerine “Ohel İshak” adı verilen bir havra inşa edilmesi, bu yıkımlardan bazılarıdır.
Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s-Sahra var olduğu sürece Kudüs’ün İslami kimliğinden soyutlanamayacağını bilen İsrail için öncelikli tehdit bu yapılardır. İsrail, yıktığı Müslüman yerleşimlerin yerine inşa edilmek üzere, “Davut Sitesi”, “Tevrat Parkı” ve “Hoşgörü Müzesi” gibi kendi kitlesi açısından sempati toplayan projeler geliştirerek yıkım siyasetine destek almaktadır. Hedef; Aksa çevresinde kümelenmiş ve adeta camiyi koruyan Müslüman mahallelerin yıkılarak yerlerine Yahudilerin yerleştirilmesi ve Aksa’nın savunmasız bırakılmasıdır.
Kudüs’teki müslüman halk, işgalin birebir muhatabı ve mağdurudur. Uzun yıllardır devam eden baskı siyaseti ağırlaşarak sürmektedir. Filistinlilerin topraklarının müsaderesi, evlerinin yıkılması, Yahudi yerleşim yerlerinin inşası, ikamet ve ruhsat işlemlerinde Müslümanlara ayrımcılık yapılması sonucu, Kudüs’te demografik yapı Yahudi yerleşimcilerin lehine değişmektedir. Yahudi nüfus 1948 öncesinde, Kudüs nüfusunun %10’unu oluştururken, bu oran hali hazırda %70’e ulaşmıştır. Bunda ekonomik kısıtlamalar, utanç duvarı ve Müslüman halka yönelik baskı siyasetinin artması sonucu yaşanan zorunlu göçler etkilidir.
Kentin asli unsurlarından ve yerlilerinden olan Filistinlilere ‘daimi ikamet’ adı altında geçici belgeler vererek müslümanların varlığını “yerli” kavramı üzerinden değil “ikamet” kavramı üzerinden yorumlayıp, her an sınır dışı etmeye müsait bir konumda tutmaktadır. ‘İsrail’in 2020 ye kadar uygulamaya koyduğu ‘‘Nüfus Denge Politikası’’ çerçevesinde Yahudi yerleşimcileri sayısını azami ölçüde arttırmak ve mevcut Filistinli sayısını sıkı ikamet politikalarıyla ve ‘‘sessiz transfer’’ denilen sürgünlerle asgari seviyeye indirmek yer almak bulunuyor.
İşgal Altındaki Kudüs’ü zorunlu sürgün politikaları ile Müslümanlardan arındırma hedefine uygun olarak sistematik ve ayrımcı bir şekilde Filistinlilerin evlerinin yıkılması, oturma izni verilmemesi ve zorunlu kamulaştırmalar yoğun şekilde uygulanmaktadır. Aynı çerçevede, Filistinlilerin oturma izinlerinin keyfi biçimde iptal edilmesi, aile birleşimlerinin ve çocukların nüfusa kayıt işlemlerinin ciddi şekilde zorlaştırılması dikkat çekmektedir. Bu uygulamalar hukuki mağduriyete ilave olarak Filistinliler üzerinde taşınması çok güç psikolojik baskı oluşturmakta ve kent sakini Müslümanlar için yaşam giderek zorlaşmaktadır.
İsrail’in sistemli işgal politikası sonucunda Doğu Kudüs’ün %35’i zorla istimlak edilmiş ve sadece %13’ünde Filistin yerleşimine müsaade edilmektedir. %20 oranında olan yeşil alan ise Siyonistlerin elinde ve kontrolünde bulunmaktadır.
İşgalci İsrail’in ilhak siyasetinin bir parçası olarak ikamet işlemleri inanılmaz şekilde zorlaştırılmıştır. Kudüs’ün ‘‘Müslüman sürekli sakinleri’’ İsrail kimliği alabilse de İsrail seçimlerinde oy kullanamıyorlar, İsrail pasaportu alamıyorlar, hukuki statülerini çocuklarına aktaramıyorlar ve hukuki statüleri kolaylıkla geri alınabiliyor. Ayrıca İsrail İçişleri Bakanlığının oturma belgelerini istediği gibi iptal etme hakkı bulunmaktadır. Nitekim 1967’den beri 14,500’den fazla oturma belgesi iptal edilmiştir.
Çözüm Ne?
İslam dünyasının içinde bulunduğu parçalanmışlık hali göz önüne alındığında İsrail saldırganlığının durdurulması ve Kudüs’ün korunması hakkında mevcut uluslararası sistem içinde sayıları az da olsa onurlu ve duyarlı siyasetçileri harekete geçirmek gerekiyor. Bunun için ne acıdır ki BM hala önemli bir çözüm mekanizması olarak durmaktadır.
Hıristiyan ve Müslümanlara ait kutsal mekanların korunması ve imarı konusunda uluslararası güvencenin sağlanması için Kudüslülerin yürüttüğü çabalara destek olunmalı. Var olan uluslararası düzenlemeler işler hale getirilmeli. Bu çerçevede; 1904 tarihli Lahey konvansiyonunun “kutsal mekanları insanlık tarihindeki yeri dolayısıyla korunması” ve 1907 tarihli Lahey kovansiyonu’nun “ibadet yerlerine kuşatma ve bombalanmasının yasaklanması” hükümleri ile işe başlanabilir.
Bununla bağlantılı olarak Kudüs’teki Osmanlı ve İslam eserlerinin korunması için, Türkiye’nin başını çektiği bir uluslararası komite oluşturulabilir. En azından mevcut durumdan daha kötüye gidişi durdurmak üzere, Kudüs’teki kutsal mekanların korunması ile ilgili diyalog geliştirilebilir.
Kudüs için verilen mücadeleyi bu kentte yaşayan Müslümanların omuzlarına yükleyerek bir çözüme ulaşılamayacağı artık anlaşılmıştır. Bu nedenle sivil inisiyatiflerin ve hukukçuların başını çektiği küresel bir mücadele yürütülmelidir. Hali hazırda Unesco ve BM nezdinde yürütülen hukuki süreçlere ilave olarak İslam ülkeleri temsilcilerinin birlikte hareket ederek Siyonistlerin oldu bittilerini önleyecek girişimleri artırmalıdır.