Kudüs, yarım asırdan daha uzun bir süredir İsrail’in ilhak politikalarına maruz kalmakta. İsrail, tavırlarını güvenlik bahanesiyle gerekçelendirmeye çalışmakta ve güç kullanarak bölgenin istikrarsızlığını her geçen gün daha da artırmakta. Son günlerde gündemde olan, İsrail’in Mescid-i Aksa’da sergilemiş olduğu hukuksuz girişimler Kudüs’te yaşanan sorunu derinleştirmekte. Uluslararası toplumun, İsrail’e yaptığı ihlaller karşısında hak ve adalet temelinde karşılık vermemesinin sonucu olarak, sorun daha çok İslam ülkelerinin İsrail’e verdiği tepkilerin gücü nispetinde bir yön arayışına girmekte. Bu anlamda sorunun başlangıcından itibaren birlik içinde bir tavır sergilemekten uzak kalan İslam ülkelerinin, özellikle Arap Baharı’nın devamında yaşanan gelişmeler ve Suriye iç savaşı ile İsrail’e verdiği tepkiler daha zayıf hale gelmiştir. Körfez ülkeleri arasında yaşanan Katar Krizi de, İslam ülkeleri arasındaki ihtilafları derinleştirmektedir. Ayrıca bölgede etkin güç olan ABD politikaları da, Kudüs üzerinde İsrail’in sergilemiş olduğu politikaları doğrudan etkilemektedir.
ABD’nin Ortadoğu Politikası Kudüs’ü Nasıl Etkiliyor?
ABD, Ortadoğu’da mezhebi temelli çatışmalar ve bölge ülkelerinin anlaşmazlıklarını politikalarında etkin bir biçimde kullanıyor. ABD’nin Irak işgalini izleyen süreç, bölgede İran’ın önünü açan gelişmeleri beraberinde getirmişti. Halbuki burada İran’ın güçlenmesinden daha çok öne çıkan, küresel güçlerin İran’ı doğrudan veya dolaylı olarak güçlendirmesi olmuştur. İran, ABD’nin Obama döneminde Bağdat, Beyrut, Şam ve son olarak da Yemen’in başkenti Sana’da belirli bir etki alanı oluşturmuştu. Başta Suudi Arabistan ve körfez ülkelerinin çoğu İran’ın bu etki alanından ciddi anlamda rahatsızlık duymuş, ancak Obama dönemi ABD-Suudi Arabistan ilişkileri bu rahatsızlığı gidermede olumlu bir tablo çizmekten uzak kalmıştı. Suudi Arabistan oluşan bu boşluğu doldurmak için Türkiye ile ilişkilerini ilerlettiği gibi, Rusya ile de daha yoğun bir irtibat kurma eğilimine yöneldi. Ta ki Trump gelene kadar. Oysa ki, Obama güvercinliği ile Trump şahinliği arasında değişmeyen ABD politikaları kendisine taktiksel manevra alanları oluşturmaktadır. Değişen Başkan’ın sınırlı da olsa ABD politikalarında bazı değişikler gerçekleştirmesi de tabi ki mümkün.
Bu bağlamda Trump dönemi ABD Ortadoğu politikası ise, İsrail ile daha yakın ilişkiler kurulacağı sinyalleri verirken; İran’ı yalnızlaştırma politikalarının tekrar revaç bulacağını göstermektedir. Körfez’e bir ziyaret gerçekleştiren Trump’ın, küre etrafında Suudi Arabistan Kralı Salman bin Abdülaziz ve Mısır Devlet Başkan’ı Albülfettah el-Sisi’yi bir araya getirdiği fotoğraf dikkat çekiciydi. Bu fotoğraf ile Obama döneminde zayıflatılan Suudi Arabistan, Trump döneminde desteklenerek İran aleyhine bir zemin oluşturularak eski dengelere dönülmesi mi hedeflenmekteydi? Trump’ın Körfez ziyaretinin hemen akabinde, tarihler 5 Haziran’ı gösterdiğinde Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Mısır ve Bahreyn’den oluşan dört körfez ülkesi Katar ile tüm diplomatik ilişkilerini kestiklerini açıkladılar.
Ayrıca ABD, Trump’ın Suudi Arabistan ziyareti öncesi iç savaşın sürdüğü Suriye’de, Esed rejimini doğrudan hedef alarak Şayrat hava üssünü vurmuş, bölgede hala en etkili güç olduğunu ve herkesin buna göre konum alması gerektiği mesajını vermiştir. Yani ABD, Esed’i devirmemek kaydıyla, Rusya’nın bilgisi dahilinde, İsrail’in kaygılarını gidermeye yönelik Şayrat hava üssünü vurmuştur demek mümkün. Bu olayın ardından İsrail Başbakanı Netanyahu, dünyayı Esed’e müdahaleye çağırmıştır. Yani ABD’nin bir müdahalesi söz konusu olursa, bu durum Suriye’de Esed rejimini devirmekten ziyade İsrail’e destek mahiyetinde Trump-Netanyahu yakınlığının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. İran, İsrail açısından bölgede bir tehdit unsuru olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla kısa vadede bu yaşananlar Ortadoğu’da İsrail’in güvenliği bağlamında okunabilirken, İsrail’in her tehdit addettiği unsurun hak ve hukuk ihlali gözetilmeksizin yaptırımlarla karşı karşıya kalması mümkün görünmektedir. İsrail’in insan haklarına aykırı tüm girişimleri dünyanın gözü önündeyken, İsrail’e destek mahiyetini taşıyan her girişim Mescid-i Aksa’nın temellerini sarsmaya devam edecek, böylece Kudüs’te huzursuzluk sürecek ve Ortadoğu barıştan uzak yaşamaya mahkum olacaktır.
Trump ayrıca, seçim vaatlerinde yer alan terör ve güvenli bölgelerin finansmanını Körfez’deki Arap ülkelerine ödetme sözünü, Suudi Arabistan ile yaptığı 110 milyar dolarlık silah anlaşması ile yerine getirmeye çalışmıştır. Körfez’de başta BAE ve Bahreyn’in Katar ile ilgili anlaşmazlıkları yeni bir gündem olmamakla birlikte, ilişkilerin bu derece gerilmesi ve bu gerginlik sırasında Suudi Arabistan Kralı Salman bin Abdülaziz’in yeğeni olan veliaht Prens Muhammed bin Nayif’in yerine, kendi oğlu Muhammed bin Salman’ı ataması dikkat çekmiştir. Tüm bu yaşanan gelişmeler ABD’nin izlemiş olduğu politikalar temelinde, İsrail’in bölgede tehdit olarak algıladığı güçlerin zayıflatılması şeklinde karşılık bulmuş ve Kudüs, ABD eliyle İsrail’in tahakkümü altına bırakılmıştır. İran açısından, 2011 yılı Suriye iç savaşının mezhep temelli sorunları daha çok açığa çıkarması İsrail-Filistin arasındaki dengede bu döneme kadar ön plana çıkan İran’ın konumunu zayıflatmıştır.
Bölgesel Gelişmeler Kudüs’ü Nasıl Etkiliyor?
Suudi Arabistan’ın ABD ile ilişkilerinin hayati nitelik taşıması Suudi Arabistan’ı İsrail karşısında etkisizleştirmekte ve son dönemde gelen yönetimin belki de İsrail ile ilişkileri sıcak tutmak istediğini düşündürmektedir. Bununla ilgili Suudi Arabistan’da yeni veliaht ataması ile ilgili de dikkat çekici bilgilere rastlanmaktadır. İsrailli yetkililerin veliaht olarak Muhammed bin Salman’ın atanması için “bundan daha iyisi olamazdı” gibi söylemlerinin basına yansıması ve BAE’nin Türkiye ve Katar’a açık olumsuz tavırları Mescid-i Aksa’da yaşananların Körfez ile ilişkilendirilmesinin yanlış olmayacağını göstermektedir. Hatta bu duruma yönelik Körfez ülkeleri birbiriyle çekişirken, İsrail hukuksuz planlarını Kudüs’te icra ediyor söylemleri sıkça dile getirilmektedir.
Son dönemde mezhebi ayrılıklar ve Trump kıskacı sebebiyle Filistin sorununda gözden düşen İran, ön planda olmak istemeyen Suudi Arabistan ve darbeden sonra belini doğrultamayan bir Mısır varken; gözler Türkiye ve Katar’ın üzerine yoğunlaşmış görünmektedir. Bu perspektiften Körfez Krizi ele alındığında; Katar yüksek mali gücü, Türkiye’nin güçlü desteği ile Pakistan’dan da askeri destek adımı gelmesiyle ambargo ve kısıtlamalara direnç gösterebilmiştir. Bunun yanında diplomatik yollarla çözüm mesajları vermesi ve egemenlik haklarını ihlale yönelik dayatmalara hukuki temellerde karşılık vereceğini söylemesi, Katar’a belirli bir hareket alanı sağlamıştır. Türkiye, Körfez Krizi’nde konuya fazla duygusal yaklaşmamış kendi egemenlik haklarını ihlal edecek (Türk Askeri üssünün kapatılması) taleplerin kabul edilemez olduğunu ve krizi körfez ülkelerinin kendi aralarında diyalogla çözebileceğine işaret etmiştir. Yani yakın ilişkileri bulunan körfez ülkelerinde sadece bir tarafta konumlanmamış, bununla birlikte Katar’a desteğini de güçlü bir biçimde göstermiştir. Suriye’de ilk dönemde yaşanan bazı sıkıntılardan alınan dersler ile hareket edilerek daha pragmatik ve merkezde yer almaya yönelik bir politika izlendiği söylenebilir.
Katar’ın uygulanan ambargo ve dayatmalara karşı, geçmişten gelen çok yönlü geliştirdiği politikaları da kalkan olmuştur. Türkiye gerilimi düşürmede etkin rol oynamış ve tansiyonun biraz düşmesinin ardından, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Körfez ziyareti ile çözüme giden yol daha açık hale gelmiştir. Suudi Arabistan’da bulunan El-Cezire kanallarına uygulanan kısıtlamalar kaldırılmıştır. Tabi ki süreçte dünya dengeleri de etkili olmuştur. Çin’in Körfez İşbirliği Teşkilatı ülkeleri ile ilişkileri ve son olarak “Ortadoğu’daki sorunların temeli Filistin meselesidir” açıklaması Körfez Krizinin Mescid-i Aksa’da yaşanan gerilimden bağımsız olmadığını göstermektedir. Büyük İskender’e atıfla söylenen Ortadoğu’ya hakim olan dünyaya hakim olur anlayışı Aksa’daki İsrail dayatmalarını izaha yetmese de İsrail’in konuya bakışının bir yönünü ifade edebilir.
Körfez Krizi’nde Katar’a destek olan Türkiye ve Pakistan’ın oluşturdukları birliktelik; samimiyetsiz, güç temelli çıkarlara dayalı ittifakların; samimi, karşılıklı çıkarlara dayalı ve ilkesel ittifaklar karşısında tutunmakta zorlanacağına bir örnek teşkil etmiştir. Daha sıcak bir gelişme olarak, Pakistan Başbakanı Navaz Şerif’in görevinden azledilmesi kimi okumalara göre “Yeni İpek Yolu” ülkelerine müdahale olarak yorumlanırken kimi okumalara göre de bölgede yeni bir dinamik oluşturan Pakistan-Türkiye-Katar birlikteliğine vurulan bir darbe olarak değerlendirilmektedir. Bölge halklarının Arap Baharı ile başlayan yeni arayışları devam etmekte olup, bu arayışların henüz kabuğunu kıramadığı ve bu kabuğu kırmak için yapılan her girişimin engellenmeye yönelik etkilere açık olduğu görülmektedir.
Sonuç olarak Kudüs sadece kendi bölgesini değil Doha’yı, İstanbul’u, İslamabad’ı, Şam’ı, Bağdat’ı ve dahi Ortadoğu’yu etkilemektedir. Ortadoğu’da dünya barışını etkilemektedir. Kudüs, dini gerekçelerle temellendirilmeye çalışılan ve hukuksuz politikalar üreten bir İsrail anlayışının tekeline bırakılamayacak kadar önemli kadim bir şehirdir ve Kudüs tüm insanlığı temsilen din ve ırk ayrımı gözetmeksizin barış temelli tüm insiyatifler tarafından korunmalıdır.