Osmanlı Devleti’nin sıkıntılı dönemler yaşaması nedeniyle özellikle 1. Dünya Savaşı ve sonrası süreçte dünyada Müslümanların yaşadığı zorluklar artmıştı. Bu dönemin ardından genellikle sömürgeci ve emperyalist güçlerin etkisi altında kalan Müslüman ülkelerin devletler nezdinde yardım istediği ya da beklediği Osmanlı Devleti, tarih sahnesinde Türkiye Cumhuriyeti olarak varlığını sürdürmüştür. 3 Mart 1924 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından halifeliğin kaldırılması ise Müslümanlar için yeni bir dönemin başlamasına neden olmuştur. Müslüman ülkeler, bu tarihten sonra birlik içinde olmak ve müşterek hareket etmek için çeşitli girişimlerde bulunmuştur.
Bu kapsamda Mısır, Hollanda Hindistanı (Doğu Hint Adaları, Endonezya), Johor Malay Devleti, Filistin, Irak, Libya, Tunus, Fas, Güney Afrika, Yemen, Hicaz ve Polonya’dan temsilciler, 13-19 Mayıs 1926’da Kahire İslam Kongresi’nde bir araya gelerek İslam dünyasının birliği ve bütünlüğü meselesini tartışmışlardır. Aynı yılın Haziran ayında Mekke’de gerçekleştirilen ikinci kongrede Mutemerü’l Alemi’l İslami adında bir teşkilat kurulmuş ve her yıl hac zamanında toplantı kararı alınmış ancak düzenli hale getirilemeyen buluşmalar 1931 yılında Kudüs’te icra edilebilmiştir.
Mutemer’ül Alemi’l İslami’nin 1949 ve 1951 yıllarında Karaçi’de yapılan toplantılarında İslam dünyasının birliği konularında önemli adımlar atılmıştır. Bu süreç aslında siyasi bakımdan Ortadoğu’da, Güney Doğu Asya ve Hindistan bölgesinde Müslüman ülkeler üzerinde İngiltere’nin etkisinin zayıfladığı bir dönemdir. Ancak bu dönem yeni bir süreci başlatsa da halen İslam ülkeleri yöneticilerinin çoğu Batı yanlısı ya da Batı etkisindedir.
1962 yılına kadar toplantı yapamayan Mutemer’ül Alemi’l İslami beşinci kongresini aynı yıl Bağdat’ta altıncısını ise 1964 yılında Somali’nin başkenti Mogadişu’da gerçekleştirmiştir. Bu süreçte daha çok İslam’ı tebliğ alanında faaliyet gösteren Suudi Arabistan öncülüğünde Rabıtatü’l İslami kurulmuştur. Bu gelişmelerin yanında bu zaman dilimine kadar Müslümanlar arasında dayanışma ve birliği artırmaya yönelik farklı saiklerle Arap Birliği (1945) kurulmuş ve çeşitli mecralarda ortaklıklar denenmiştir.
Bu denemeler nihayetinde bütün Müslümanları tek çatı altında toplama yönünde bir fikre dönüşmüş ve bu fikri Nijerya Başbakanı Ahmed Bello 1965 yılında Mekke’de düzenlenen Rabıtatü’l İslami toplantısında gündeme getirmiştir. Bello’nun fikri, Suudi Arabistan Kralı Faysal ve Fas Kralı II. Hasan tarafından desteklenmiştir. Kral Faysal, İslam dünyasının etkili olması amacıyla bölgedeki jeopolitik değişimin getirdiği fırsatlar ve İslam ülkelerinin petrol zenginliğinden faydalanmaya başlamasının da etkisiyle Müslüman liderlerle bu konuda görüşmeler gerçekleştirmiştir.
Aslında bu görüşmeler Kral Faysal’ın başarılı liderliğinde petrol gelirlerinden elde ettiği zenginliğin de etkisiyle Suudi Arabistan’ın siyasi olarak Ortadoğu ve İslam ülkeleri nezdinde nüfuzunu artırmasıyla bir ilerleme sağlayabilmiştir. Yani Müslümanların ülküsü ve ideali olan İslam Birliği anlayışı ancak güç unsurunun, başarılı siyasi liderliğin ve beklentilere cevap verecek bir sürecin işletilmesi ile mümkün olmuştur. Kral Faysal, bu süreçteki politikalarında realizmi, pragmatizmi ve idealizmi bir araya getirerek politika yürütmüştür.
Küresel İşbirliğine Doğru
Diğer yandan bu süreci etkileyen diğer bir unsur da bölgedeki ve dünyadaki jeopolitik dengelerde yaşanan değişim olmuştur. 1971 yılında İngiltere’nin Basra Körfezi’nden çekilmesi, ABD’nin Vietnam’da karşılaştığı başarısız tablo, OPEC kartelinin kuruluşu ve 1973 Petrol Ambargosu gibi gelişmeler küçük ve bölgesel güçlerin birlikte hareket ederek İngiltere ve ABD gibi büyük güçlerin nüfuz alanlarını aşındırmaya başladığı bir dönemi beraberinde getirmiştir.
Bu süreçte İsrail işgali altında bulunan Kudüs’te bir Yahudi tarafından Mescidi Aksa’nın yakılmak istenmesi Müslümanları harekete geçirmek üzere dolmakta olan bardağı taşırmıştır. Bu gelişme bölgede büyük bir infiale yol açmış ve İsrail aleyhine gösteriler düzenlenmiştir. 25 Ağustos 1969’da Kahire’de bir araya gelen 14 Arap ülkesinin Dışişleri bakanları, İslam ülkeleri liderlerinin katılacağı bir İslam zirvesinin en kısa sürede toplanmasını kararlaştırmışlardır. Bunun üzerine 22-25 Eylül 1969’da Fas’ın başkenti Rabat’ta alınan kararlar doğrultusunda İslam Konferansı Örgütü kurulmuştur.
İslam Konferansı Örgütü, ilerleyen zaman diliminde önemli bir ilerleme kaydetmiş ve kurumsallaşma adına kayda değer adımlar atmıştır. Ancak Kral Faysal’ın ölümünün ardından İslam Konferansı Örgütü büyümeye devam etse de meselelere çözüm üretme, etkin ve hızlı karar alma bakımından beklentileri karşılamakta yetersiz kalmıştır.
Son zamanlarda geniş yapılanmalı örgütlerin hızlı, müşterek ve etkin kararlar alma konusunda ciddi zorluklarla karşılaştığı görülmektedir. Ayrıca kuruluş itibariyle Suudilerin etkisinin güçlü olduğu örgüt yapısında Suudi Arabistan yönetimlerinin Müslüman halklarının beklentilerini karşılama yönelimlerinin ve temsil kabiliyetlilerinin gittikçe zayıfladığı görülmektedir. Kral Faysal’ın ölümü sonrası İslam Konferansı Örgütü’nün işlevselliği de zayıflamıştır.
Diğer bir örgüt olarak D-8 (Gelişen-8 ) de İslam Birliği kapsamında gelişim gösteren bir örgüt olmuştur. Bu örgütün de ortak bakış eksikliği, fazlaca siyasi şartlara bağlı kalışı ve İran gibi diğer ülkelerle özellikle de Türkiye ile her fırsatta rekabeti öne çıkaran bir aktörün örgütte yer alması gibi etkenler nedeniyle ilerlemesi sınırlı olmuştur. Bu tür örgütler sürükleyici lidere ve gelişmeye ihtiyaç duymaktadır. Türk Devletleri Teşkilatı örneğinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliği sürükleyicidir ve Karabağ’ın özgürleştirilmesi sürükleyici gelişme olarak yerini almıştır.
Türkiye’den Beklenen
Bugün dünya yeni bir jeopolitik değişim süreci yaşamaktadır. Türkiye, İslam dünyasından kazandığı teveccühle İslam ülkeleri arasında örnek ve model ülke olma aşamasına gelmiştir. Güç unsuru bakımından da Türkiye bölgedeki siyasi gelişmelerde belirleyici aktörlerden biri haline gelmiştir. Ayrıca dünyada Müslümanlar bugün düne göre daha çok ekonomik, siyasi ve askeri güce sahip hale gelmiştir. Diğer taraftan Müslümanların milletler nezdinde birlik ve dayanışma ihtiyacı oldukça yükselmiştir.
Bir yanda İsveç merkezli olarak Avrupa’da kutsal kitabımız Kuran’a yapılan saldırılar ve saygısızlıklar had safhaya ulaşırken, Filistin’de İsrail işgali hız kesmeden sürmektedir. Batılıların kontrollü gerilim stratejisi Suriye’de mağduriyetleri sürdürürken, Doğu Türkistan’da Müslümanlar Çin baskısını derinden hissetmeye devam etmektedir. Dünya çapında İslamofobi ve İslam karşıtlığı, radikal yapılanmalar ve çeşitli ülke yönetimleri nezdinde her geçen gün artış göstermektedir. Tüm bu nedenlerle Müslümanların yaşadıkları sorunlara çözüm üretme beklentileri de artmıştır.
Bugün İslam ülkelerinin artan imkânları, Müslümanların değerlerine yönelik saldırıların artması, dünya siyasetinde yeni bir evreye geçiliyor olması, Türkiye’nin güç unsuru başta olmak üzere model ülke olma kabiliyeti ve Müslümanların Türkiye’ye göstermiş olduğu teveccüh İslami dayanışmayı yeni bir evreye taşıma zorunluluğunu beraberinde getirmektedir. Bunun için önce farkındalık, ardından sağlıklı, etkin ve hızlı kararlar alabilen yeni bir mekanizma kurulması gerekmektedir. Türkiye, bu mekanizmayı kurma ve yürütme potansiyeline sahiptir.
Tüm bu nedenlerle İslami dayanışmanın sürmesinin devletler düzeyinde bu dayanışmayı harekete geçirecek unsurların bir araya getirilmesi ile mümkün olduğu tarihin akışı içinde İslam Birliği anlayışının realist ve idealist yaklaşımı bir araya getirmekle mümkün olabileceği görülmektedir. İslami dayanışma bitmemiştir ve devletler düzeyinde harekete geçirilmek üzere milletlerin sinesinde varlığını sürdürmektedir.