ABD, kuruluşundan itibaren özellikle de 1970’li yıllardan sonra İsrail yönetimlerine askeri ve ekonomik yardım, diplomatik ve siyasi himaye konularında muhtemelen en büyük desteği sunan ülkedir. İki ülke arasında “özel ilişki” olarak nitelendirilen mevcut durum, çoğu zaman ABD’deki İsrail lobisine kimi zaman da ABD çıkarları açısından İsrail’in bölgesel konumuna vurgu yapılarak açıklanmaktadır. Her iki durumda da ABD-İsrail ittifakı ve ilişkileri, Ortadoğu siyasetini çok yönlü olarak etkileme potansiyelini hiç kaybetmemiştir.
Bu çerçevede 11 Mayıs’ta Trump, İran’la 2015 yılında imzalanan nükleer anlaşmadan resmi olarak çekildiklerini açıklamıştır. Aynı zamanda Washington, İsrail’deki ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma konusunda eylem planını uygulamaya karar vermiş ve elçilik binası Kudüs’te açılmıştır.
Nükleer anlaşmadan çekilme ve Kudüs konusu, 2016 yılından itibaren Trump’ın seçim vaatleri arasında yer almaktaydı. Beklenen gelişmeler olmakla birlikte, bu iki adımın jeopolitik, askeri, ekonomik olarak bölgesel ve küresel denklemde ne tür sonuçlar yaratabileceği belirsizliğini korumaktadır.
Öncelikli olarak nükleer anlaşmadan çekilmenin hangi uluslararası koşullarda gerçekleştiğini ve Kudüs’le ilgili eylem planının zamanlamasını ve stratejisini tartışmaya açmak, her iki gelişmenin de muhtemel sonuçları ile ilgili belirsizlikleri azaltabilir.
Nükleer Anlaşmadan Çekilme Kararı ve Tepkiler
İran’la ilişkiler ve nükleer anlaşmanın geleceği konusunda tavrı bilinen fakat yinede merak edilen taraf kuşkusuz AB ülkeleriydi. Zira alacağı tavırla AB, İran ve Amerikan yönetimi arasında net bir seçim yapmak değilse de taraf seçmek durumunda kalacaktı. Halihazırda AB, nükleer anlaşmasının devamını savunurken diğer taraftan İran’ın füze programına itirazlarını gündeme getirerek denge siyaseti ile süreci yürütmeye çalışıyordu.
Nükleer anlaşma konusunda AB ülkelerinin işini kolaylaştıran ise, birliğin ajan krizinde Rusya’ya karşı destek verdiği İngiltere hükümeti oldu. Londra, Moskova ile rekabeti tırmandırırken, İran ve nükleer anlaşma konusunda Trump’ın peşine peşinen takılmamayı tercih etti.
Peşinen kelimesinin bu noktada altını çizmek gerekir. Birçok uluslararası ilişkiler gözlemcisi, Washington ve Londra’nın küresel konulara anlaşmazlık yaşadığını teslim etmekle birlikte, iki ülke arasında incelikli bir ortaklık ve rekabet ilişkisi bulunmaktadır. İngiliz hükümetleri, ABD ile ittifak etmenin tüm avantajlarına talip olurken, ağır sorumluluklarını üslenmekten kaçınan bir politika izlemektedirler. ABD ise, İngilizlerle ortaklıktan, koşulsuz destek anlamını çıkarmaktadır. Bu yaklaşım farklılığının yarattığı çelişkiler, “ulusal çıkar” veya farklı öncelikler adı altında çoğu zaman hasıraltı edilmektedir. İngiltere, nükleer anlaşmadan çekilme konusunda Trump yönetimine destek vermemiştir. Ancak May hükümetinin tutumunun, gerilim siyasetinin alacağı seyir bağlamında değiştirebileceğini göz önünde bulundurmak gerekir.
İngiltere’ye nazaran AB nükleer anlaşma konusunda daha istikrarlı bir görünüm sergilemektedir. İlk etapta Avrupa açısından, İran’ın enerji kaynakları ve ekonomik nedenler, Trump yönetimiyle ayrışmanın gerekçeleri olarak ön planda görünmektedir. AB ülkelerinin, 1974 petrol krizinin etkisiyle benimsediğini çok yönlü bir enerji politikası bulunmaktadır. Avrupa açısından arz güvenliği ve çeşitliliği kadar enerji ithalatının ve dışa bağımlılığın azaltılması da önemli ve gözetilen bir hedeftir. Bununla birlikte, İran’la enerji ve ticaret ilişkilerinin tek motivasyonu ,“ihtiyaçlar” değildir. AB, enerji konusunda nihai hedef olarak, “enerji ortak pazarını” oluşturmayı benimsediğinden, Avrupa’nın enerji ve ticaret konusunda Tahran’a erişimi, küresel enerji piyasasından söz sahibi olmak anlamına da gelmektedir.
AB ve özellikle Almanya, politik krizi tırmandırmanın bir adımı olarak tanımlayabileceğimiz nükleer anlaşmanın iptali ve bunun siyasal sonuçlarından da endişe duymaktadır. Alman siyasilerin, “bölge yeni bir kaosu kaldıramaz” söyleminin de ortaya koyduğu gibi askeri ve siyasi gerilim, hem Ortadoğu açısından hem de Avrupa açısından çeşitli riskler taşımaktadır. Nükleer anlaşmasının çok taraflı olarak iptali, Tahran yönetimini nükleer faaliyetlerine geri dönemeye teşvik edeceğini ve bu durumun, İsrail ve ABD’ye askeri olarak İran’a müdahale konusunda iyi bir bahane ve zemin sunacağını göz önünde bulunduran Avrupa’nın, nükleer anlaşmaya mümkün olduğu ölçüde sahip çıkması beklenebilir.
İran’a desteğini genellikle esirgemeyen Çin ve Rusya’nın, anlaşma devam etsin veya etmesin, Washington’la ilişkilerin de İran’ı pazarlık konusu haline getirecek radikal bir değişim olmadığı sürece, geri adım atmalarını beklemek akılcı görünmektedir.
Diğer taraftan, Trump ile Kuzey Kore lideri Kim arasında yükseldiği hızda düşen tansiyon, çatışmacı siyasetin her yöne evirilebileceğini bir kez daha hatırlatmıştır. Bu nedenle, Çin ve Rusya, ABD ile ilişkilerde İran konusunda pragmatizmi gözetirken, tavizsiz bir tutum içerisinde de görünmemektedir.
Bu süreçte İran’ı tehdit olarak gören Arap ülkeleri, çekilme kararını memnuniyetle karşılarken, Türkiye, Kuveyt ve Katar gibi İran’la işbirliğine kapıları kapatma taraftarı olmayan ülkeler, dengeli bir tepki vermeye özen göstermişlerdir.
Nükleer anlaşma üzerindeki tartışmalarında olduğu gibi bölgesel gelişmeler açısından kritik bir konu olan ABD’nin Kudüs eylem planı, zamanlaması ve stratejisi bakımından, Washington ve Tel Aviv’in siyasal hareket kapasitelerine dair fikir vermektedir.
Washington’un Kudüs Eylem Planı
Küresel sistemde güç dengesi ve dağılımı kendini birçok alanda hissettirmektedir. Bu bağlamda 1990 yıllardan itibaren gündeme getirilen tek kutupluluk kavramı, güncel olarak uluslararası ilişkiler literatüründe açıklayıcı olmayan bilakis, denge ve değişimi görünmez kılan bir anlam taşımaktadır. Kendini tek kutuplu dünya siyasetine bağlamış ve bu angajmanla hareket eden Cumhuriyetçiler, tek kutupluluğun gündemden düşmüş olmasının ağırlığını üzerinde taşımaktadır. Washington yönetiminin agresif siyaseti, güç gösterileri ve bazı durumlarda müttefiklerini suçlaması, mevcut başkanın kişisel tutumu gibi görünmekle birlikte, küresel düzeyde sözü edilen gerçekliğin de bir yansımasıdır.
Bu çerçevede Trump, 2017 yılının başında büyük şirketlerin CEO’larından oluşan kabinesini kısa sürede değiştirmiş veya değiştirmek zorunda kalmış, büyük çoğunluğu Neoconlardan oluşan bir kadro, Amerikan siyasetini belirlemeye başlamıştır.
Bu ekip Ortadoğu siyasetini, İsrail ve İran ekseni üzerinden daha açık şekilde ifade etmek gerekirse, İsrail’e alan açmak ve İran’ı sınırlamak öncelikleri üzerinden belirlemektedir. Bu bağlamada, nükleer anlaşmadan çekilme kararı ile Kudüs planının eyleme dökülmesi eş zamanlı olarak gerçekleştirilmiştir. Böylelikle İran etkisinden muzdarip Arap ülkeleri, Filistin meselesinde pasif ve hatta İsrail ve ABD’nin yörüngesinde görünmekte zorlanmamıştır.
Elçilik açılış resepsiyonuna ABD ve İsrail’in ev sahipliğinde 22 ülkeden temsilci katılmıştır. Bu ülkeler Avusturya, Macaristan, Romanya, Çekya, Guatemala, Paraguay, Honduras, Bosna Hersek, Gürcistan, Makedonya, Myanmar, Angola, Kamerun, Kongo Cumhuriyeti, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Dominik Cumhuriyeti, Etiyopya, Kenya, Nijerya, Ruanda, Zambiya ve Tanzanya’dır.
AB’nin boykot kararına rağmen, Avusturya, Macaristan, Romanya ve Çekya’nın temsilcilerini göndermesi dikkat çekicidir. Açılışa katılan, Çekya, Bosna Hersek ve Romanya, Trump yönetiminin elçiliği Kudüs’e taşıma kararına karşı, 21 Aralık 2017 BM’nin “Kudüs’te diplomatik misyon kurmaktan kaçınma” görüşmelerinde çekimser oy vermişlerdi. İlgili BM oturumunda ABD ve İsrail’le birlikte yalnızca 9 ülkenin tasarıya karşı oy kullandığı düşünülürse, açılış resepsiyonuna 22 ülkenin temsilci göndermesi, Filistin’de fiili durumun sanıldığından hızlı bir şekilde tesis edilmekte olduğunu göstermektedir.
Açılışla tepki olarak Filistinli göstericilerin direnişi sonrası İsrail saldırılarıyla çok sayıda insanın hayatını kaybetmesi, BM tarafından güçlü şekilde kınanmış ve “orantısız” güç kullanımı konusundan bağımsız bir komisyon kurulmasına karar verilmiştir. Ancak BM tarihi, İsrail hakkında alınan ve uygulanmayan kararlarla doludur. Bu nedenle, kararın uygulamada sonuç vermesi beklenmemektedir.
ABD ve İsrail müzakereye kapalı, tek taraflı, sınırlı bir potansiyeli olan, iki adım atmıştır. Bu adımlara karşılık güçlü bir destek bulamamışlardır. Trump ve Netanyahu bundan sonra atacakları adımlarda, yukarıda çizilmeye çalışılan resmi dikkate alarak, provakatif eylemlerden çekinmeyecekleri tahmininde bulunmak zor değildir.
İran’la nükleer anlaşmanın canlı tutulması, Washington ve Tel Aviv’in, Tahran’la askeri olarak doğrudan hesaplaşmaya girmesini zorlaştırmaya devam edecektir. İran’a karşı askeri üstünlüklerine rağmen ABD, İsrail ve Körfezdeki müttefikleri, Tahran yönetiminin sahip olduğu ittifaklar nedeniyle, doğrudan savaşa hazır görünmemektedirler, Bunun yanında, ABD ve İsrail’in, Filistin, Suriye ve Lübnan’da, İran karşıtı açık ve örtük eylemlerini sürdüreceği ön görülebilir.
Bu çerçevede Arap coğrafyasının tepkisi, İran etkisi üzerinden pasifize edilmeye devam edecektir. İsrail’in tek başına İran’a karşı başat bir rol oynayamadığı ortada iken, Tahran karşıtı siyaset, Filistin topraklarında yayılmacılığını kolaylaştırmaktadır.