Donald Trump, seçim kampanyası sırasında İsrail’deki Amerikan büyükelçiliğinin Tel Aviv’den taşınacağını ve Kudüs’ün resmi başkent olarak tanıyacağını vaat etmişti. Trump, 2017 Şubat ayında konunun ciddi şekilde gündeminde olduğunu tekrarlamış fakat kolay bir karar olmayacağının da altını çizmişti. Kudüs’ü resmi başkent olarak tanımakla ABD, müttefik Körfez ülkelerini açıklaması zor bir durumda bırakmış, Amerikan yönetiminin, Ortadoğu’ya kriz ihraç ettiği algısını da pekişmiştir. Alınan karar, Trump ve ittifak halinde olduğu kesimlerin iradesini temsil etmekle birlikte, ‘bu zor kararın’ neden verildiğini analiz etmek için büyük resme bakmak faydalı olabilir. Büyük resmindeki en dikkat çekici nokta kuşkusuz, Amerikan hegemonyası üzerine yapılan tartışmalardır.

Amerikan Hegemonyasının Gerilemesi

Genel olarak, küresel sistemde Amerikan gücünün irtifa kaybettiği düşünülmekle birlikte, söz konusu güç kaybının ne zaman başladığı konusunda görüş birliği bulunmamaktadır. Vietnam savaşı sonrası (1975 yılından itibaren) ABD’nin küresel egemenlik potansiyeli, uluslararası ilişkiler literatüründe yoğun şekilde tartışılmaya başlanmıştır. İlave olarak 1979 İran Devrimi, Washington yönetiminin zaaflarını açıkça ortaya koymuş ancak Amerikan gücünün karşısında rakiplerinin güçsüzlüğü nedeniyle yaşanan tartışmalar, göz ardı edilmiştir. Zira güçlü bir muhalif ideolojiye sahip SSCB, kontrol ettiği bölgelerde ideolojik bütünleşmeyi sağlayamamış ve kapitalizmin sınırsız zenginleşme idealine karşı, eşit ve onurlu yaşam iddiasını hayata geçirememiştir. Diğer taraftan Soğuk Savaş boyunca İkinci Dünya Savaşı’nın politik, ekonomik ve psikolojik enkazını kaldırmaya çalışan Avrupa, ABD–İngiltere ittifakı karşısında siyasi ağrılığı olmayan bir birlik görünümü arz etmiştir. Japonya ise,  atom bombasının yarattığı travma ile güvenli bir inzivada beklemeyi tercih etmiştir.

Küresel aktörler arasındaki asimetrik güç yapısına ilave olarak 1991 yılında SSCB’nin dağılması, Amerikan yönetimlerinin özgüveni doruğa çıkarmıştır. Amerikan ana akım siyaset bilimcilerine göre, ideolojik ve jeopolitik mücadelede kesin bir zafer kazanılmış ve küresel sistem, tanzim edilebilir hale gelmiştir. Soğuk Savaş’tan zafer kazanarak çıkan Washington, bu zaferin “meyvelerini” toplamaya karar vermiş ancak sahip olduğu özgüven, yükselen güç merkezlerini hafife almasına da neden olmuştur.

Küresel Sistemde Yükselen Aktörler

Diğer taraftan Rusya, 2000’li yıllardan itibaren Putin’in devlet başkanı olmasıyla birlikte, SSCB’nin dağılmasının yarattığı özgüvensizliği belli ölçüde aşmıştır. Jeopolitik olarak Kafkasya, Doğu Avrupa ve Ortadoğu’daki rekabette var olmak için güçlü bir zemin bulunduğunu fark eden Moskova, sorunlu bölgelerdeki reel politik imkânları değerlendirmeye yönelmiştir. Putin’le birlikte İdeolojik gözlüğünü çıkaran Kremlin, kapitalizmle mücadele yerine, ABD’nin küresel nüfuzunu önlemeyi, enerji kaynaklarını ve yollarını kontrol etmeyi ve Amerikan sistemin zaaflarını ve dengesizliklerini keşfederek etki alanları oluşturmayı hedeflemiş, bu hedefinde de azımsanmayacak bir başarı kazanmıştır.

Benzer bir durum, AB açısından da geçerlidir. SSCB’nin dağılmasından sonra Amerikan himayesine ihtiyaç duymayan Avrupa, 1990’lı yıllarda İran’a ekonomik ambargo konusunda Amerikan yönetimlerine destek vermeyi reddetmiştir. Birliğin güçlü üyeleri olan Almanya ve Fransa, 2003 yılında Irak ve İran’a askeri müdahale tartışmalarında, Washington’a muhalefet etmeye başlamışlardır. Rusya ve Almanya ekseninde bulunan AB’nin, gücünü yeteri kadar dikkate almayan ABD, bölgesel düşmanlarını da hafife almıştır. Bush yönetimi, 2003 yılında teröre destek vermek ve kitle imha silahları bulundurmakla suçladığı Irak’ı işgal etmiştir. Ancak bu işgal, ABD’nin “şer eksenine” dâhil ettiği diğer bir ülke olan İran’ın bölgesel nüfuzunun arttırmasına neden olmuştur.

CIA ve ABD Savunma Bakanlığına danışmanlık yapan cumhuriyetçi düşünce kuruluşu Stratfor 2006 yılında, İran’ın Afganistan’da Akdeniz’e kadar nüfuz alanı oluşturma potansiyeli bulunduğunu ve Washington’un bölgesel çıkarlarını tehdit ederken Hürmüz boğazındaki petrol ticaretini de tehlikeye atabileceğini açıklamıştır. Stratfor’a göre, Tahran’ın Irak’taki nüfuzunu azaltılması, Hizbullah silahsızlandırılması ve İran’la bağlantısının kesilmesi ve Suriye rejiminin yıkılması, ABD’nin öncelikli hedefleri olmalıdır. Ancak her üç hedefte de, sonuç alınamadığı aşikârdır.

Yeni güç merkezlerinin ortaya çıkması ve ABD hegemonyasının gerilemesiyle birlikte dış politikada, cumhuriyetçi ve demokrat fikirlerin başarısızlığa uğraması ve hatta bu politikalardan kısmen uzaklaşılması, Amerikan siyasi kültüründe kuruluş aşamasından itibaren varolan “Hıristiyan fundamentalizminin” yeni bir versiyonun uyanmasına da zemin hazırlamıştır. Bu nedenle dış politikadaki irtifa kaybını, iç siyasi yapıda da gözlemlemek mümkündür.

ABD’de Siyasal ve Toplumsal Denge(sizlik)ler ve Din

Amerikan toplumunun tarihsel ark planı, genellikle Avrupa’dan ve İngiltere’den göç etmiş, ekonomik refah ve macera arayan, özgürlüğüne düşkün insanlar topluluğu olarak resmedilir.  Ancak Amerika kıtasına göç edenlerin yapısı ve motivasyonları, resmedildiğinden daha karmaşıktır. Yeni Dünya’ya, Avrupa’dan ve İngiltere’den göç edenler veya doğrudan Birleşik Krallık tarafından görevlendirilen seçkinler arasında, Hıristiyanlığı kıtaya yaymak amacı taşıyan misyoner kişiler ve gruplar bulunmaktadır. Hıristiyan misyonerlerin bir bölümü, Avrupa’da yaşanan aydınlama tartışmalarının ve İngiltere’de Puriten1-anti Puriten geriliminin “küstürdüğü” dindar seçkinlerden oluşmaktadır. Hıristiyanlığın yaşlı Avrupa’da “itilip kakıldığını” düşünen ve ekonomik beklentileri tatmin edilemeyen orta-üst sınıf göçmenler, Amerika’ya giderken, Avrupa’daki Hıristiyanlığı tekrarlamak için değil, onu ihya etmek ve “idealist bir çerçeveye” yerleştirmek için gitmişlerdir.

ABD’de de dini özgürlükler ve örgütlenmeler, Anayasal bir hak haline gelirken, baskıcı kilise anlayışından ve Avrupa tarzı laik devlet yapısından farklı bir model tesis edilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda ülkede, dindar ve seküler toplumsal kesimler arasında (kadın haklarıyla ilgili konular hariç) derin kırılmalar yaşanmamıştır.

Soğuk Savaş dönemi boyunca ABD yönetim şeklini, ekonomik, siyasi, dini ve bireysel özgürlüğe dayalı ideal bir model olarak tanımlamıştır. Cumhuriyetçiler ve liberaller, özgürlük ütopyası ve “ortak düşman” söylemi etrafından birleşmişlerdir. Ancak Soğuk Savaşın sonunda, ideolojik ve sınıfsal mücadelenin yerini kimlik ve “medeniyet çatışmalarının” alacağı iddiasını ortaya atan Amerikan ana akım düşünürleri, sözkonusu kimlik mücadelesinin Amerikan toplumunun birlikteliğini de tehdit edebileceğini öne sürmüşlerdir. Bu iddiaya göre, etnik gruplar, ekonomik sınıflar, dindarlar ve seküler kesimler arasındaki artan çelişkiler, Amerikan hegemonyasını ayakta tutan özgürlüğün ve ekonomik refahın, sonunu getirebilecek potansiyele sahiptir. Bu çerçevede gelişmiş ülkeler arasında gelir dağılımı açısından en kötü verilere sahip Amerikan ekonomisinde, toplumun %20’si toplam gelirin yaklaşık %50’ni almaktadır. Toplam gelirin %16’nı ise, %1’lik en zengin kesim tarafından paylaşılmaktadır. Bu bağlamda, FED Başkanı Janet Yellen, ABD’de gelir dağılımı giderek bozulmakta olup son yüzyılın en kötü seviyesine ulaştığını ifade etmiştir.

Amerikan siyasetinde ve devlet yapısındaki ahenkli görünüm, dış politikada yükselen güç merkezleri, içerde etnik huzursuzluklar ve dengesiz ekonomik veriler nedeniyle, yerini kaotik ve öngörülemez bir resimle değiştirmiştir. Bu resimde önde duran aktör ise, Trump’tır.

Trump’ın Açmazları ve Kudüs Meselesi

2016 seçimlerine gergin bir atmosferde giden muhafazakâr Amerikalılar, dünyaya yön verme iddiasında bir siyasetçi değil, kendi değerlerini, ekonomik güçlerini ve sosyal statülerini koruyacak bir lider olarak takdim edilen Trump’a beklenmeyen ölçüde destek vermişler ve “kurtarıcı” gözüyle bakmışlardır. Trump’a güçlü destek veren diğer kesim ise, Obama’nın gitmesini iple çekmiş olan Yahudi lobileri ve İsrail’dir. Ayrıca Obama’dan pek haz etmeyen kesimlerin başında, büyük sermaye çevreleri geliyordu. Bu çevreler, iklim anlaşması, zenginlerden alınan verginin arttırılması tartışması ve sağlık reformu nedeniyle, Obama’nın “sosyalist” olup olmadığı üzerine düşünmeye bile başlamışlardı. Trump, “keskin” söylemleriyle memnuniyetsiz kesimleri etrafında birleştirmeyi başarmıştır.

Ancak toplumsal, siyasi ve ekonomik ittifaklara sahip olsa da Trump, siyasi geleceğinden endişe duymaktadır. 2016 sonunda başkan seçilen Trump, yaklaşık bir yıldır, Rusya’nın seçimlere müdahale ettiği tartışmaları ve azledilme riski ile karşı karşıyadır.  Ayrıca yargı, istihbarat kurumları ve medya, bu konunun soğumasına izin vermek niyetinde görünmüyorlar. Trump ise, içerde ve dışarıda taraftarlarını konsolide etmek için her fırsatı değerlendirmektedir. Bu bağlamda atılan son adım Kudüs’ün başkent olarak tanınması olmuştur.

Washington’un, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararını, ABD’de bulunan Evangelist kiliseleri ve İsrail basının önemli bir bölümü, “en kutsal tarihi adım” olarak nitelendirmişlerdir. Diğer taraftan Brookings Enstitüsü’nün yaptığı bir ankete göre, Amerikalıların sadece %31’i elçiliğim taşınması kararını desteklerken, liberal eğilimli ve iyi eğitimli Amerikan Yahudileri, Evangelistlerin aksine, çoğunlukla karara karşıdırlar.

Sonuç olarak Amerikan hegemonyasının ülke içinde ve dışında sürdürülebilirliğinin tartışıldığı bir ortamda, Trump’ın kendi ittifaklarına dayanarak attığı adımlar, yeni yönetim açısından geçici rahatlama sağlayabilir. Ancak bu rahatlamanın ne kadar süreceği belirsizdir.