ABD başkanlarının uyguladıkları veya benimsedikleri siyasete ilişkin meşhur doktrinlerin Amerikan tarihinde önemli bir yeri vardır. Bu doktrinlerden öne çıkan bazıları Monreo, Truman, Eisenhower, Carter, Reagan ve Bush gibi ABD başkanlarının soyadlarını almıştır. Mevcut ABD Başkanı Donald Trump’ın doktrinine dair çeşitli değerlendirmeler gündeme gelse de henüz Trump’ın sergilemiş olduğu siyasetin ete kemiğe bürünmüş bir doktrine dönüşemediğini söyleyenler de vardır. Bu anlamda başkanlığının ikinci senesinde belirginleşmeye başlayan Trump’ın dünya siyasetine dair yaklaşımlarının ileride daha da netleşeceği öngörülebilir. Şu aşamada bir doktrinden bahsetmek gerekiyorsa; bunun büyük ölçüde gerçekleşmiş olsa da nihai noktaya ulaştığını söylemek için henüz erken. Bu anlamda konuyu şu ana kadar Trump’ın doktrinine hayat veren söylem ve eylemlerine bakarak değerlendirmek daha makul görünmektedir. Trump Doktrini’ni şekillendiren adımları, Trump döneminde açıklanan ABD’nin ulusal güvenlik belgesi temelinde değerlendirmek daha isabetli ve açıklayıcı olacaktır.

Trump Doktrini’ni şekillendiren adımlar dört kısma ayrılarak incelenebilir. Bunlar kabaca; ekonomik, siyasi, dini ve askeri adımlar olarak değerlendirilebilir. Bu adımları ulusal güvenlik belgesi ile ilişkilendirmek gerekirse en önemli hedeflerden birinin son dönemde dünyada artan milliyetçilik etkisinin bir karşılığı olan “Önce Amerika” tezi olduğunu belirtmek gerekir. Bu tezin nasıl gerçekleştirileceğine dair terör örgütleri ve özellikle de cihatçı terör ile mücadele ulusal güvenlik belgesinin ilk bölümünü oluşturmuştur. Buna yönelik Trump’ın DAEŞ terör örgütünü ortadan kaldırmaya ilişkin söylemleri önemlidir. Ayrıca Trump dönemi Terörle Mücadele Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde; “sadece Sünni ideolojilere değil, 1979 İran Devrimi’nden etkilenen ideolojilere de bakıyoruz” ifadesiyle İran’a karşı sergilenen sert tavır öne çıkmaktadır.

Ekonomi Odaklı Adımlar

Ulusal güvenlik belgesinin ikinci bölümü, ekonomik güvenliğin ulusal güvenlikle eşdeğer olduğuna dair vurgu ile şekillenmiştir. Trump, göreve geldiği günden bu yana devleti ekonomi odaklı bir iş adamı gibi yönetme eğilimleri ile anılır oldu. Hatta Trump’ın oluşturduğu kabine, milyarderler ve generaller ağırlıklı bir kabine olarak değerlendirildi. Trump’ın sergilediği siyasette ekonomik adımların önemini gösteren birçok örnek bulunmaktaydı. Trump, yönetime gelmesinden henüz bir yıl geçmeden gerçekleştirdiği silah ticareti ile son dönemin en fazla silah satışı yapan başkanlarından biri olarak tarihe geçti. Trump bu silah satışlarını yaparken gerilim politikalarını fırsata dönüştürdü. Ulusal güvenlik belgesinde, haydut devletler olarak tanımlanan Kuzey Kore ve İran ile ilgili gerilim dolu bir atmosfer oluşturulmuş ve bu gerilim sonucunda bölge ülkelerine silah satışı gerçekleştirilmiştir. Kuzey Kore ile gerilimin ardından Güney Kore, Japonya ve Tayvan’a silah satışı gerçekleştirilirken; İran ile yaşanan gerilimin sonuçlarından biri olarak Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne silah satışı yapılmıştır. Aslında Trump’ın bu adımları ile seçim vaatlerinde yer alan söylemlerini gerçekleştirdiği düşünülebilir.

Ayrıca Trump döneminde en çok silah satışının Doğu Avrupa ülkelerine yapılmış olması da dikkat çekicidir. NATO ülkelerinin savunma harcamaları konusundaki taahhütleri yerine getirmemesi durumunda ABD’nin Avrupa’yı koru/ya/mayacağı tehdidiyle birlikte Doğu Avrupa ülkelerine gerçekleştirilen silah ticaretindeki artış Trump politikalarının bir sonucu olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca bu bölümde Çin’in teknoloji çalmakla itham edilmesi ise dikkat çekicidir. ABD’de eğitim gören Çinli öğrencilerin teknoloji transferi ve casusluk faaliyetleri anlamında Trump yönetiminin sınırlamalarına maruz kalması, Çin’in ilerleyen teknolojik gelişmelerinin yavaşlatılmasına yönelik bir adım olarak görülmektedir. Huawei ve ZTE gibi firmalar üzerinden yaşanan gerilimin bilginin gelişimine olduğu kadar ekonomik savaşa da etki ettiği söylenebilir. Kuzey Kore ve İran gerilimlerinin yanında Çin ile yaşanan teknoloji temelli gerilimlerin kısa vadeli sonuçları, ABD’ye ekonomik gelir sağlayan veya rakiplerinin gelirlerini azaltan gelişmeler olarak yansımaktadır.

Siyasi Yaklaşımlar

Belgenin ilerleyen bölümünde güç mücadelesinden bahisle; Çin ve Rusya’nın rakip güçler olarak görülmesi Trump doktrinin siyasi adımlarına ilişkin anlamlar içermektedir. Trump siyasi anlamda özellikle Çin’e vurgu yaparak Obama dönemi küreselleşme politikalarına karşı çıkmakta ve Amerika’nın dünyanın polisliğini yapmayacağını belirtmektedir. Bu söylemler, ABD’nin korumacı ekonomik politikaları ve izolasyonist siyasi politikalar sergileme arzusunun bir tezahürü olarak okunabilir. Ancak bu politikaların ABD’nin nüfuzunu azaltması veya birçok bölgedeki hedeflerinden vazgeçmesi olarak değerlendirilmesi pek makul görünmemektedir.

Ayrıca Trump’ın küreselleşmeye karşı çıkması, küreselleşmenin olumsuz bir olgu olmasından ziyade ABD’den çok Çin’in çıkarlarına uygun bir politika haline gelmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bugün küreselleşen dünya politikaları uluslararası siyasette yükselen güçlerin önünü daha çok açmakta ve hegemon güç ABD’nin önünü görece daha az açmaktadır. Durum böyle olunca hegemon güç ABD ile yükselen güçler Çin, Hindistan ve Rusya arasındaki makas hızla kapanmaktadır. Trump buna engel olmayı hedeflemektedir. Aslında Çin’in ABD için tehdit olması sadece ekonomik gerekçelerle açıklanamaz. Bugün Rusya, varlığını gösterdiği alanlarda askeri anlamda ve enerji politikaları bağlamında etkin bir konum kazanmaktadır. Çin ise; askeri, ekonomik ve enerji politikalarına hakimiyetin yanında kültürel ve teknolojik anlamda da hegemon bir güç haline gelmektedir. Bu durum ulusal güvenlik belgesinde, Çin’in siyasi, ekonomik, askeri ve enformasyon alanlarında güçlü bir rekabet sergilediği belirtilerek ortaya konulmuştur.

Özellikle son zamanlarda Çin’in büyümesinin önünü açacak algısal çalışmalara hizmet eder nitelikte diğer devlet yetkililerinden gelen açıklamalar Çin’in siyasi, askeri, ekonomik, toplumsal ve kültürel tüm yönlerden bir etki alanı oluşturmaya başladığını göstermektedir. Hatta bir ileri aşamaya geçip bu etki alanını somutlaştırmaya ve harekete geçirmeye başladığı bile söylenebilir. Bu anlamda Malezya Başbakanı Mahathir Muhammed’in Çin’in yükselen gücüne dair söyledikleri oldukça çarpıcıdır. Mahathir diyor ki; “Çinliler’in Malezya’da büyük bir gücü var ve Malezya nüfusunun %25’i Çinliler’den oluşuyor. Ülkemizi tamamen fethetme güçleri olmasına rağmen bunu yapmadılar oysaki Portekizliler 1509’da ülkemize gelmelerinden iki yıl sonra ülkemizi fethettiler. Çinliler, Malezya’nın tamamını satın alabilecek kadar paraya sahipler ve bunu yaparlarsa Çin’in bir eyaleti olacağız. Fakat biz yeniden koloni olmak istemiyoruz”. Bu ifadeler Çin’in bölgedeki nüfuzu ve muhataplarında bıraktığı izlenim olarak değerlendirilebilir. Ancak bu izlenimin bir Çin yetkilisi tarafından değil de başka bir devlet yetkilisi tarafından söylenmesi ise oldukça düşündürücüdür. Çin’in kendi ülkesinde sergilediği demokratik tavrın gelişmişliğine ilişkin tartışmalar ve özellikle Uygur Türkleri’ne karşı uyguladığı baskı politikaları Çin’in hegemonik güç politikalarından uzak duran bir tavrı olduğu ile çelişmektedir.  Yani esasında ABD’nin Çin’i bir tehdit olarak görüp önlem alması ABD için kaçınılmazdır.

Siyasette Dinin Etkisi ve Evanjelizm

Trump Doktrini’ni şekillendiren dini adımlar, Evanjelizm üzerinden kendini göstermiştir. ABD’de Yeni Muhafazakar siyasi çevrelerin ve Protestan Hristiyanlığın muhafazakar bir akımı olan Evanjelizm, George Washington Bush döneminde dini öğelerden beslenen bir politik söylem olarak daha önce kendini göstermiştir. Bu politik söylem Trump’ın dünya siyasetini belirleyen ana etkenlerden biri olarak değerlendirilebilir. Trump’ın seçim vaatlerinden biri olan ABD Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşıma işlemi, BM’de çıkan aksi karara rağmen ABD’nin tehditkar ve güç temelli politikaları bağlamında 14 Mayıs 2018 tarihinde gerçekleştirilmiştir. ABD Kudüs’e ilişkin kararında zorbalıkla destek aldığı bazı ülkeler hariç İngiltere ve AB ülkelerinden destek alamamış ve bu durum ABD’nin yalnızlaştığı söylemlerini beraberinde getirmiştir. Ancak Trump bu söylem ve eylemleri ile seçim öncesi verdiği sözleri yerine getirmiş ve Evanjelistler’in isteklerinin kendi siyasetinde önemini ortaya koymuştur. Kudüs meselesi bugünlerde her ne kadar gündemden düşmüş olsa da Evanjelik ahir zaman öğretilerinin gerçekleşmesi adına Evanjelik Protestanların Trump’ı bu derece etkilemeleri dünyada din-siyaset ilişkilerinin öne çıktığı yeni bir dönemin başlangıcı olabilir.

Trump’ın Suudi Arabistan-İsrail-BAE-Mısır gibi ülkelerle gerçekleştirmiş olduğu, kamuoyunda Küre İttifakı olarak bilinen işbirliğinin bölgede Filistin’den İran’a, Lübnan’dan Katar’a geniş çaplı bir etkisi olduğu görülmektedir. Bu ittifakın gelişiminde birçok faktör olsa da Evanjelizm’in İsrail’i destekleyen tavrı bu ittifakta önemli bir etken olarak görünmektedir. Aslında Trump’ın İsrail’in güvenliğini esas alan politikasının Evanjelizm kökenli olması Trump’ın her ne koşulda olursa olsun İsrail’in güvenliği sağlanmalıdır anlayışının önüne sadece iki tezin geçebileceğini gösteriyor. Bunlar da “Önce Amerika” ve “Önce Trump” tezi olarak değerlendirilebilir. Bu değerlendirmelerin sebebi ise; Kaşıkçı cinayeti konusunda Trump’ın iç politikada zorda kaldığı durumlarda Muhammed bin Selman’ı zor durumda bırakabilecek açıklamaları ve Trump’ın Suriye’de attığı son askeri adımda kendini göstermiştir.

 

Suriye’den Çekilme Kararı ile Belirginleşen Askeri Yaklaşım

Trump Doktrini’ni şekillendiren son adım ise, askeri olarak yaşanan gelişmelerdir. Bu anlamda yaşanan sıcak gelişme ABD’nin Suriye’den çekilme kararıdır. Bu karar ile Trump yine “Önce Amerika” tezini işlemekte, Amerikan askerlerine sahip çıkmakta ve ABD’nin daha fazla Ortadoğu’nun polisliğini yapmayacağını vurgulamaktadır. Bunu yaparken de bölgenin terörden temizlenmesi noktasında Türkiye’nin bu işi yapacağına inandığını ifade ederken; bölgenin mali yükünü ise Suudi Arabistan’ın üstleneceğini söylemektedir. Böylece ABD omuzlarındaki yükü diğer ülkelere yükleyerek hem askeri hem de ekonomik gücüne sahip çıkmış ve enerjisini gereksiz yere tüketmemiş olacaktır. Trump’ın Suriye’den çekilme kararı birçok yönden stratejik bir hamle olarak değerlendirilebilirse de bu karara İsrail’in sıcak bakmadığı basına yansımıştır. Bu anlamda ABD’nin Suriye’den çekilme kararı Trump’ın Evanjelizm destekli İsrail politikasına da uyum sağlamaktadır. Yani Trump Evanjelistleri tatmin edecek kadar bir İsrail politikası yürütürken Önce Amerika tezi gereği İsrail sıcak bakmasa da politika geliştirebilmektedir. Ancak bu durumun İsrail’in güvenliğini tehlikeye atacak bir süreci ortaya çıkarmasını beklemek doğru olmaz. İsrail’in ABD gibi bir hamisinin uzun yıllardır sorunlar yaşadığı Suriye’den çekilmesine sıcak bakması da beklenemez. Ancak Trump verdiği sözler bağlamında Kudüs’e ABD Büyükelçiliği’ni taşımış, Suriye’den Amerikan askerini çekme kararı almıştır. Yani hem Evanjelistler’in din temelli inanışlarını gerçekleştirmiş hem de Amerikan halkını öne çıkaran askerilerin eve dönüş müjdesini vererek çekilme kararını uygulamaya koymuştur.

Netice itibariyle Trump kendisinden önce görevde olan başkanların bir sentezi gibi hareket etmektedir. Bush’un askeri politikalarının aksine Ortadoğu’dan askerini geri çekerken; Obama döneminin küreselleşme politikalarına ket vurmaktadır. Trump adeta ABD’nin diğer ülkelerle kurduğu ilişkileri yeni bir çerçeveye oturtmakta ve sırayla yeni dengeler kuracak şekilde tüm ülkelerle hegemonik güç temelli ilişkilerini baskın bir şekilde uygulamaktadır. Gerektiğinde diplomasi dışı tehditler, İran halkına verdiği mesajlar, liderleri hafife alan söylemler ile öngörülemeyen bir politika sergilemekte ve bu öngörülemezliği onun politikasına işlerlik kazandırmaktadır. Lakin karşıtlarının Trump hakkında yürüttükleri mücadele de asla göz ardı edilmemelidir. Trump’ın attığı birçok adımda kimi zaman bir adım daha atılması engellenmiş kimi zaman da Trump istediği adımları atamamıştır. Trump, ABD tarihinde kırılma dönemlerinden birini yaşatmaktadır. Bu dönemde olası aksaklıkların ABD politikalarına ciddi olumsuz yansımaları olması muhtemeldir. Trump Doktrini ile yeni bir Amerika ve yeni bir uluslararası düzen oluşturulmak istenmektedir. Son olarak da Trump Doktrini, milliyetçi söylemlerin önem kazandığı, gerilimin ekopolitiğe dönüştürüldüğü, teopolitiğin etkin olduğu ve diplomasinin yara aldığı bir siyaseti ortaya çıkarmıştır denilebilir.