2020 yılının ilk yarısı küresel siyasi ve ekonomik gelişmeler açısından oldukça hareketli gelişmelere sahne oldu. Kasım Süleymanî suikastı ile başlayan olaylar Libya ile tırmandı, Suriye’de 34 Türk askeri şehit edildi ve nihayet bütün dünyayı içine kapatan Covid19 ile birlikte gündem değişti derken; 4 Ağustos’ta Beyrut’ta beklenmeyen ve inanılmaz bir patlama meydana geldi. Tabi gündem adeta kaldığı yerden devam ederek, Doğu Akdeniz’de Türkiye Yunanistan gerilimi yaşanırken, BAE-İsrail anormalleşme anlaşması da peşinden geldi. Peki Beyrut patlaması dengelere nasıl etki etti?
Lübnan’da Dış Aktörlerin Konumlanmaları
Lübnan’da Fransa mandasından bağımsızlığa geçiş sürecinde ortaya çıkan 1943 anayasasında, Fransa’nın ülkenin siyasi ve iktisadi sistemi üzerinde hakimiyetini sürdürecek şekilde bir anayasa hazırlanmasında etkili olduğu söylenebilir. Anayasanın 95. Maddesine göre Cumhurbaşkanı Hıristiyan, Meclis Başkanı Şii ve Başbakan ise Sünni olacaktır. Bu madde ile ülkenin siyasi yapısı din ve mezhepler arası bir egemenlik anlayışına dayandırılmıştır.1 Bu durum teoride çoğulcu bir yapıyı çağrıştırsa da; pratikte Lübnan’da bütünlük oluşturmakta zorlanan ve siyasi krizlere açık, parçalı bir siyaset yapısını devamlı hale getirmiştir.
Lübnan son yıllarda siyasi ve ekonomik krizler içerisinde halkın protestolarına sahne olmuştu. Ülkedeki son sıcak gelişme, şiddeti ve yıkıcılığı itibariyle Hiroşima ve Nagazaki patlamalarına benzetilen Beyrut patlaması oldu.2 Bu patlama Lübnan’ın yaşadığı bunalıma yeni bir krizin eklenmesine yol açtı.
Patlamanın nasıl gerçekleştiği ile ilgili soru işaretleri halen devam etse de ülke üzerinde etkin olmak isteyen dış aktörlerin patlama sonrası yaklaşımlarının dikkat çekici olduğu söylenebilir. Patlama sonrası oluşan tabloyu daha iyi anlamak için patlama öncesi bölgede yaşanan gelişmelere de dikkat kesilmekte yarar var. Patlama öncesinde ilk olarak belli aralıklarla İsrail ile yaşanan gerilimler akla geliyor. Diğer taraftan, biraz daha geçmişe gidersek o dönemde Başbakan olan Saad Hariri’nin Suudi Arabistan ziyaretinde iken istifasını açıkladığı ve Suudi Arabistan’ın İran ile gerilimi artırdığı bilinmektedir. Bu dönemde Suudi Arabistan, İran’ın tüm etki alanlarına nüfuz etmeye çalışmış ve İran ile rekabeti yoğunlaştırmıştır. Hariri bu istifasını ilerleyen günlerde Fransa ziyaretinde Macron ve Muhammed bin Selman ile verdiği fotoğraf kareleri sonrası geri çektiğini açıklamış ve Hariri hükümeti Lübnan’da bir süre daha görevine devam etmiştir. Bu yaşananlar Lübnan üzerinde etkinliğini sürdürmek isteyen Fransa (Maruni Hristiyan), İran (Şii) ve Suudi Arabistan (Sünni) nüfuzunun bir yansıması olarak değerlendirilebilir.
İlerleyen dönemde artan vergiler ve ekonomik çıkmaz nedeniyle halkın protestolarına dayanamayan Hariri, tekrar istifasını sunmuş ve en nihayetinde Lübnan’da yeni bir hükümet kurulmuştur. Yeni hükümeti kuran Hasan Diyab ise, Hizbullah’ın desteklediği bir siyasetçi olarak öne çıkmaktadır. Bölgede patlama öncesi diğer bir önemli gelişme de İran’ın Çin ile imzalamış olduğu anlaşma olarak göze çarpmaktadır. Çin, son dönemde Ortadoğu ülkeleri ile ticari anlaşmalarını artırmış ve bölgede varlığını güçlendirmiştir. ABD’nin, Ortadoğu’da Çin ile ilişkileri güçlendirmek isteyen aktörlere karşı net söylemleri olduğu bilinmektedir. Trump’ın baskılarını artırması sonucunda Çin ile ilişkilerini geliştirmeye yönelen İran’ın Çin hükümeti ile kapsamlı bir işbirliği anlaşması imzaladığı basına yansımıştır.3 Ayrıca Irak’ın da Çin ile yeni anlaşmalar imzaladığı bir süreçte hem İran’a hem Irak’a mesaj niteliğinde değerlendirilebilecek olan Kasım Süleymani Suikastı, ABD’nin Ortadoğu’da Çin politikalarına taviz göstermediğine işaret etmektedir.4 Benzer durumun İsrail’de de yaşandığı söylenebilir. Mike Pompeo’nun ABD’nin İsrail-Çin anlaşmalarından rahatsızlığını ifade etmesinden sonraki iki gelişme dikkat çekicidir. Bunlardan biri Sorek 2 projesinin ihalesinin finalinde Çin’in ihaleyi kaybetmesi, diğeri de Pompeo’nun ziyareti sonrası Çin’in Tel Aviv Büyükelçisi Du Wei’nin konutunda ölü bulunmasıdır.5 Benzer şekilde Çinli firmaların Kudüs havaalanı inşasından ABD’nin baskıları ile çekilmesi de, ABD-Çin rekabetinin bölgeye yansıyan örnekleri olarak gösterilebilir.
Geçtiğimiz aylarda Hizbullah Lideri Hasan Nasrallah, Lübnan’ın içinde bulunduğu krizden kurtulması için doğuya yani Çin’e yönelmesi gerektiğini söylemişti.6 Bu gelişmeyle birlikte Lübnan Başbakanı Diyab, Çin’den yardım istemek ve ekonomik işbirliğini genişletmek için Çin büyükelçisi ile bir araya geldi.7 Bu gelişmeler sonrası Beyrut Enstitüsü’nün kurucusu ve yönetim kurulu başkanı Raghida Dergham; Lübnan, ABD-Çin büyük güç rekabetinin hedefinde olabilir mi başlığıyla bir analiz yayınladı.8
Diğer taraftan Lübnan üzerinde etkin olan veya olmak isteyen dış aktörlerin aldıkları pozisyona göre gelişmelere ilişkin bir perspektif sunmak mümkün olabilir. Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Beyrut’u ilk ziyaret eden dış aktör oldu. Fransız liderin ziyaret esnasında verdiği fotoğraf karelerinde yüzünün gülüyor olması tartışmalara yol açtı. Macron, ziyaretinin hemen ardından Trump ile görüşerek Pazar günü Lübnan konulu bir konferans düzenleme kararı aldılar. Ayrıca Trump’ın patlamayı “korkunç bir saldırı” olarak nitelendirmesi9 de dikkat çekti. Macron’un ziyareti sonrası, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun bölgeye insani yardım ve patlamanın yaralarını sarma odaklı yaptığı ziyaret ile Türkiye Lübnan’a yardım elini uzattı.
Bu gelişmeler doğrultusunda Lübnan’a dışardan etki etmek isteyen aktörlerin bir ajandası olduğu söylenebilir. ABD’nin öncelikli ajandasının Ortadoğu’da artan Çin nüfuzunu engellemek olduğu belirtilebilir. İsrail ve Suudi Arabistan’ın başını çektiği ABD’nin de destek verdiği ortak ajanda olarak Hizbullah’ın hedef alındığı söylenebilir. Fransa ise, Lübnan’a yaptığı ziyarette eski mandası olan bölgede oluşan güç boşluğunu doldurmak için ABD desteğiyle hareket ediyor görünmektedir. Fransa’nın Lübnan’da Maruni Hristiyanlar ile iyi ilişkileri ve mevcut Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın Hizbullah ile iyi ilişkiler kurması burada Macron’un diğer aktörler tarafından denge unsuru olarak görülmesini sağlayabilir. Fransa, şimdiye kadar Hizbullah’ı terör örgütü olarak tanımamakta ısrarcı bir aktör olmuştur. Zira, Hizbullah üzerinde etkin olan İran için Fransa, diğer aktörlere göre tercih edilen aktör konumuna gelebilir. Böylece İran, Fransa aracılığıyla Avrupa ile ilişkileri sürdürme imkanını ve ABD ile yeniden masaya oturma ihtimalini diri tutabilir. İran için daha öncelikli aktör Çin olarak görünse de İran’ın Batı ile ilişkilerini koparmak istemediği düşünülebilir. Çünkü İran’ın Çin ile yaptığı kapsamlı anlaşma henüz yürürlüğe girmemiştir ve bunun için ABD seçimleri bekleniyor olabilir. Diğer taraftan Hizbullah’ı zayıflatmak isteyen İsrail-Suudi Arabistan ve ABD gibi aktörler için de başka yollarla yeterince nüfuz edemedikleri Lübnan’da Macron, patlama sonrası Lübnan’ın dizaynında aracı aktör olabilir. ABD’nin bölgede etkisinin azalması ile oluşan güç boşluğunu Çin’in yerine Fransa öncülüğünde, İsrail, Suudi Arabistan ve BAE konsorsiyumunun doldurmasını istemesi, ABD’nin bir stratejisi olarak görülebilir. Bu denge arayışına ilişkin Irak Parlamentosu Nasr Koalisyonu liderlerinden Ali el Ceziravi, Macron’un Irak ziyaretiyle ilgili Bağdat el Yevm’e verdiği röportajında, Macron’un ziyaretinin Irak ve Körfez ülkeleri üzerine Batı ve Çin kampları arasındaki rekabetle bağlantılı olduğunu ifade etmiştir.10
Türkiye’nin ise, siyasal nüfuz mücadelesinden uzakta Lübnan halkının yaşadığı zor süreçte nasıl insani bir destek gerekiyorsa ona göre bir tavır aldığı söylenebilir. Ayrıca Çin’in, Beyrut limanının yeniden inşasına talip olduğu11 ve İngiltere’nin de bir araştırma gemisini limanın inşası için gönderdiği12 haberlere yansıdı. Türkiye’nin de istenmesi halinde limanın inşasını üstlenebileceği açıklandı.13
Mevcut koşullar göz önüne alındığında patlama sonrası Lübnan’da, Fransa öne çıkan aktör oldu. Ancak Lübnan’da Fransa’nın eski nüfuzunu koruyamadığı ve halkın mevcut yönetimden rahatsız olduğu biliniyor. Hal böyleyken çok aktörlü bir Fransız uzlaşısı eğer gerçekleşmezse, diğer aktörlerin Lübnan’ın bu zorlu süreci atlatması için öne çıkması beklenebilir. Şu an pek olası görünmese de ABD’nin Çin’e karşı tavrı, Türkiye ve İngiltere ihtimallerini ilerleyen süreçte gündeme getirebilir. Ancak Macron’un Lübnan’a son ziyaret ile Lübnan’ın içinde bulunduğu zor durumdan çıkması için adeta çok anlamlı bir çıkış yolu bulunduğu mesajları verilmektedir. Yani Lübnan siyaseti şu şartlarda eğer beklenmedik bir gelişme olmazsa Fransa’nın uzattığı ipi belki de tek çıkış kapısı olarak görmek durumunda bırakılmıştır.
Doğu Akdeniz’de Türkiye-Yunanistan Gerilimi
Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Fransa’dan aldığı destekle Türkiye’ye karşı tek taraflı adımlar atma hevesine kapılmıştı. Ancak bu aktörlerin Türkiye karşıtı tutumlarının yeterince karşılık bulmadığı görülünce AB’den destek istediler. Bu desteği ise beklentilerinin aksine yeterince bulamadılar.14 Ayrıca Fransa’nın bölgedeki askeri varlığından ve müdahaleci tutumundan Almanya’nın rahatsız olduğu basına yansıdı.15 Macron’a bu tutumlarından dolayı Fransa içinden tepkilerin olduğu da görülüyor.16 Dolayısıyla Yunanistan haksız tezlerine destekçi bulamadığı gibi Türkiye ile önce görüşme talep edip ardından Mısır ile bir anlaşma imzalayarak süreci suistimal etmesiyle Türkiye’nin diplomasi çabalarını boşa çıkardı. Bu gelişmeler sonrası Alman Dışişleri Bakanı Heiko Maas, Libya ziyaretinde yakın zamanda dile getirdikleri Sirte ve Cufra’da silahtan arındırılmış bölge önerisini yineledi.17 Bu ziyaretin ardından BAE’ye giden Maas, BAE’ye Berlin sürecindeki silah ambargosu taahhütlerine uyma yönünde çağrıda bulunmuş aksi takdirde silah ambargosuna cezai yaptırımlar getirilebileceğini açıkladı.18 Ardından Yunanistan ve Türkiye ziyaretleri yapan Maas gerilimin daha fazla tırmanmaması için arabuluculuk yapmak istemiştir. Ancak bu anlamda henüz bir sonuç alınamadığı söylenebilir. Bu gelişmeler, AB’ye liderlik konusunda Merkel ile rekabet etmek isteyen Macron’un tutumuna karşılık Almanya’nın Doğu Akdeniz’de Fransa’yı dengelemeye yönelik adımlar attığına işaret ediyor. Libya’ya ABD’li şirketlerin ve AB Temsilcisi Joseph Borrell’in ziyaretleri ile siyasi çözüme bir adım daha yaklaşıldığı söylenebilir. Diğer taraftan Batı bloku; ABD ve Fransa öncülüğünde açık Türkiye karşıtı tavırlar almaya devam ederken Türkiye de bu zeminde denge arayışını Rusya ile yaptığı görüşmelerle sürdürmüştür. Bu görüşmelerin bir neticesi olarak da Türkiye ile Rusya’nın Navtex ilanlarının birbirine yakın bölgelerde koordinasyon içinde yapılacağı açıklandı. Ancak bu gelişmelerin nasıl bir karşılık bulacağı henüz netleşmiş değil.
İsrail ve BAE Normalleşme Anlaşması
Ortadoğu’daki diğer bir önemli gelişme de, ABD Başkanı Trump’ın BAE ve İsrail’in ilişkilerini tamamen normalleştirmeleri için bir anlaşma imzaladıklarını duyurması oldu. BAE, son zamanlarda bölgede attığı adımlarda açıkça ifade edemese de İsrail’in Filistin’i işgal politikalarına perde arkasında destek veren aktörlerden biriydi. Bu anlaşmanın aslında bu sürecin tescili niteliğinde ortaya çıktığı söylenebilir. Her ne kadar BAE tarafı bölge halkının tepkisini hafifletmek için bu anlaşmanın İsrail’in Batı Şeria ilhak planını durdurması karşılığında gerçekleştiğini açıklasa da bunda başarılı olamadı. Bölge halkı açısından uzun yıllardır önemli bir konu olan Filistin meselesinden taviz vermek kabul edilebilir değildi. Ayrıca BAE Dışişlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Enver Gargaş, İsrail’in ilhak planını askıya almasının geçici olduğunu açıklayarak aldıkları rolün aslını ilan etmiş oldu. Mevcut durumunda Pompeo’nun ardından Ortadoğu turuna çıkan Trump’ın damadı Kushner’in bazı mesafeler alsalar da tam olarak istediklerini aldıklarını söylemek için henüz erken. Suudi hava sahası İsrail-BAE uçuşlarına açılmış olsa da Bahreyn’nin normalleşmeye ilişkin tutumu Körfez’in net olamayan tutumunun tescili niteliğinde.
Denge Arayışları: Belirginleşen Saflar ve Yeni Konumlanmalar
Tüm bu gelişmeler, küresel düzlemde ABD-Çin rekabeti yaşanırken diğer aktörlerin bazı fırsatlar bulduğuna; Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de güç rekabetinde aktörlerin taraflarını daha belirginleştirdiği bir sürecin yaşandığına işaret ediyor. Bölgede Trump dönemi ABD’si Çin’in bölge ülkeleri ile politika geliştirmesine tavizsiz bir yaklaşım içinde ve kendi bıraktığı boşluğu kendi yönlendirdiği (Fransa) ya da bir araya getirdiği (İsrail-BAE) aktörlerin doldurmasını hedefliyor olabilir. Diğer taraftan Doğu Akdeniz’de yaşanan gelişmeler, Fransa’nın tavırlarından rahatsız olan Almanya’nın daha etkin bir rol almaya yöneldiğine ve bölge dışı rekabetlerin de gündeme gelebileceğine işaret ediyor. Mevcut yaşanan gelişmeler bundan sonraki süreçte, bölgede yeni dengelerin ortaya çıkabileceğini ve beklenmedik rekabetlerin hatırlanabileceğini gösteriyor.