2003 Irak işgali sonrası adım adım bölgesel bir aktöre dönüşen İran’ın, çevre ülkelerle gelgitlerle dolu siyasal ilişkilerine rağmen, askeri olarak tutarlı ve kararlı bir etkinlik içinde olduğunu söylemek gerekir. Obama döneminde, ABD-İran ilişkilerindeki bahar havası, Afganistan’da doğrudan, Irak’ta dolaylı işbirliği, Körfez ülkelerinde ve İsrail’de, İran’ı dengeleyecek ve frenleyecek bir gücün kalmadığı endişesi yaratmıştı. Obama yönetimi ise, her şey masada söylemine rağmen, hiçbir zaman İran’a karşı askeri operasyona yakın görünmemiştir. Hatta aynı dönemde ABD iç siyasetinde, Ortadoğu operasyonlarında siyasi ve askeri olarak yoğun işbirliği içerisinde olunan Suudi Arabistan ile ilişkiler tartışmaya açılmış ve ABD’nin Ortadoğu’daki esas müttefikinin İran olması gerektiğini savunan isimler bile ortaya çıkmıştı. ABD’de 2016 sonunda yapılan Başkanlık seçimi, yukarıda sayılan nedenlerin de etkisi ile  Ortadoğu’da, Obama döneminin kapanmasından fazlasını ifade etmiştir.

Irak işgali sonrası askeri açıdan Ortadoğu’daki pozisyonunu güçlendirmekle birlikte, siyasal açıdan kontrolsüz belirsizliklerle çevrelenen ve meşruiyetini koruyamayan ABD, Trump yönetimi ile birlikte, tipik bir şekilde askeri ve ekonomik bağlantılar yoluyla bölgeye, “yeni” bir dönüş yapmıştır.

ABD açısından, bir dış gücün Ortadoğu’da egemen olmasını engellemek veya terör tehdidine karşı yapılan askeri yığınaklar ve bunun yolunu açan doktrinler (örn Carter Doktrini, Önleyici Saldırı vb.)  her zaman günceldir ve bu durum, Trump’ın seçilmesi ile birlikte yeni bir yöne doğru evirilmiştir. Esasından pek de yeni olmayan izolasyonist eğilime göre ABD, tehditlerden uzak durarak bertaraf etme, zor, riskli ve maliyetli operasyonları uydu devlet ya da unsurlara devretme, ticari ilişkilere odaklanma ve idealler veya değerlerden ziyade, ulusal menfaate dayalı bir çizgi benimsemelidir. Trump, bu politika için biçilmiş kaftan sayılabilir.

Başkan olarak ilk yurtdışı ziyaretini S. Arabistan’a yapan Trump bölge ülkelerine, her şeyi ABD’den beklemeyin, kendi güvenliğinizi kendiniz sağlayın ve  terörle mücadele de esas yükü siz taşıyın şeklinde özetlenecek mesajlar vererek ve 100 milyarlık dolarlık silah satışı anlaşmasını da onaylayarak ülkeden ayrılmıştır.

Suudilerin büyük ölçekli silah satın alması bölgedeki askeri dengeleri değiştirirken, Ortadoğu’da yakın gelecekte topların patlayacağına dair güçlü bir sinyal olarak değerlendirilebilir. Nitekim uzun süredir limoni olan Katar-S. Arabistan ilişkileri, daha önceki krizlerle kıyaslanamayacak ölçüde gerilmiştir. Körfez ülkelerinin de S. Arabistan’a destek vermesi ile Katar, adete abluka altına alınmak istenmektedir. Özellikle ABD ve S. Arabistan, sıkılaşan savaş mevzilerinde gri alanlar görmekten rahatsızdırlar. ABD ve Körfez ülkelerinin Katar’a karşı takınmış oldukları tavır, Bush’un “ya bizdensiniz ya da onlardan” şeklindeki söyleminin hayata geçirilmiş haline benzemektedir.

Katar’ın siyaseten “terbiye” edilmesi, İran’la ilişkileri, Müslüman Kardeşler ve Hamas’la yakınlığının sorgulanması ve terörizme destek suçlamaları gibi konular üzerinden yapılmaya çalışılmaktadır. Özellikle, S. Arabistan ve İran arasındaki güç mücadelesinde, ılımlı bir siyasi çizgide duran Katar, siyasal radikalizmi desteklemekle itham edilmektedir.

Tahran’da eş zamanlı gerçekleştirilen saldırıları DAEŞ üslenmiş iken, S. Arabistan Katar’ı El Kaide bağlantılı örgütleri desteklemekle suçlamaktadır. İranlı yetkililer ise saldırılardan, DAEŞ’i ve S.Arabistan’ı sorumlu tutmaktadır.

Tüm bu bölgesel gelişmeleri aynı zamanda özellikle 2017 seçimleri ile de bir kere daha açığa vurulan İran iç siyasetinde yaşanan dönüşümler ve Devrim Muhafızları’nın artan rolü ile birlikte okumak faydalı olacaktır.

2017 Seçimlerinin Gösterdikleri

İran’da 19 Mayıs 2017 tarihinde yapılan seçimin sonucunda, mevcut Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin koltuğunu koruması, ülkenin iç ve dış politikası açısından dikkate değer bir kırılmanın olmayacağı beklentisini güçlendirmişti. Zira Ruhani, ABD dahil Batı ile ilişkilerde denge ve itidal siyasetini yürütmeye devam edecek, askeri bürokrasi ve onun idari, hukuki ve siyasi üstü konumunda olan lider Hamaney de, Ortadoğu’da askeri ve siyasi operasyonları yönetmeye devam edecekti.

İran’da, sözü edilen siyasi iş bölümüne rağmen, yaratılan dengenin momentumu hiçbir zaman sabit olmamıştır. Bunun nedeni daha ziyade, iç siyasal mücadelelere dayanmaktadır. Örneğin Ahmedinejad döneminde, Türkiye ve Brezilya’nın aktif desteği ve Lider Hamaney’in onayı ile varılan nükleer mutabakatın bir benzeri Ruhani döneminde çok taraflı bir anlaşma ile hayata geçirildiğinde, Ruhani hem lider hem de Devrim Muhafızlarından (DM) eleştiri almıştır. Hatta bu anlaşmayı sabote etmek anlamına gelecek füze denemeleri, ABD donanmasında görevli askerlerin rehin alınması ve Hamaney’in operasyonda görev alan komutanlara madalya vermesi, anlaşmanın geleceğini tartışmaya açmıştır. Bütün bu mücadeleler, nükleer anlaşmanın lider Hamaney’e rağmen yapılmasından değil, iç siyasette dengenin ılımlılar lehine değişebileceğinden duyulan derin endişeden kaynaklanmaktaydı. Ruhani’nin ilk dönemine bakıldığında, Hamaney’den çok fazla uyarı aldığı söylenebilir. DM ise, Ruhani’nin karşısında, güçlü bir muhalefet olarak varlığını hep hissettirmiştir. Hatta ülkenin en büyük ekonomik aktörlerinden biri olan DM, Ruhani hükümetinden, ekonomi yönetiminin de kendilerine bırakılmasını talep edebilmiştir. Ruhani ise, Muhafızların “yüksek ideallerden” uzaklaştığını belirtmekle yetinmiştir.

Ruhani’nin birinci dönemindeki siyasal manzarayı kısaca açıkladıktan sonra yeniden Cumhurbaşkanlığı seçim gündemine dönecek olursak, Reformcuların en güçlü rakibi Reisi, Hamaney sonrası dini lider adayı olarak da adından söz ettirmiştir. Aynı şekilde, Ruhani de müstakbel dini lider adayları arasında yer almaktadır. Bu seçim sürecinde, gelecek dönem dini lider adaylarının yarışması tesadüf değildir. İran siyasetinin arka planında esas mücadele, sağlık sorunları yaşayan Hamaney sonrasına odaklanmıştır. 2016 yılında yapılan dini lideri seçme yetkisine sahip Uzmanlar Meclisi seçimlerinde de, Muhafazakârlar ve Reformcular kendi aralarında yoğun rekabet dikkat çekmiştir.

Devrim Muhafızları’nın Yükselen Rolü

Ancak İran’da yükselen güç, potansiyel dini lider adayları değil, DM’dır. Bu durumun ilk  nedeni, mevcut dini liderin kendisidir. Selefi Ayetullah Humeyni gibi Hamaney de, rejimin güçlü bir bürokratik oligarşi inşa etme geleneğini devam ettirmekle birlikte, yeni lider adaylarının ortaya çıkışına asla izin vermemiştir. Hamaney’in güdümünde olan Reisi’nin Cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı oy oranı, gelecekteki liderlik yarışında kendisine avantaj sağlayacak oranda yüksek  değildir.

İkinci neden ise, Ruhani oy oranını arttırarak %58 oranına ulaşmakla birlikte, kendisinin nükleer anlaşma sonrası karşılaştığı dirençten de gözlemleneceği gibi, bürokratik merkezlerden liderlik için alacağı onayın oldukça şüpheli olmasıdır.

Diğer taraftan, DM komutanlarının meclis üyeleri ile yakın ilişki içerisinde olmanın yanında, bazı milletvekilleri de eski DM komutanlarından oluşmaktadır. Örneğin Ahmedinejad, kabinesinin üçte ikisini DM komutanlarından seçmişti.

DM’nın bugünden başlayarak Hamaney sonrası dönemde, ülkede esas siyasal aktöre dönüşmesine neden olabilecek son gelişme ise, bölgede doldurulan silah depoları ve savaş seslerinin artık daha fazla kendini hissettiriyor olmasıdır. Ortadoğu’da savaşlarda, savaşanlar kolayca siyasal aktör haline gelebilirler. İran’ın kalbinde patlayan bombalar, Ruhani’nin  seçim zaferinin dumanı tüterken sona ermesi DM’nin iç politikaya el koyduğunun da ilanı anlamına gelmektedir.

DM kuruluş aşamasından itibaren yalnızca güvenlik aygıtı olarak değil, ideolojik, ekonomik ve fiili bir güç merkezine dönüşebilecek şekilde tasarlanmıştır. Bugün koşullar, iç siyasette DM’nı esas aktöre dönüşmesi için oldukça uygun görünmektedir. Rejimin, dini meşruiyetinin merkezi olan Humeyni’nin türbesi ile siyasal meşruiyetinin temeli olan Meclise yapılan saldırılar DM’nı, Hamaney sonrası esas oyuncu konumuna taşıyacak adımların ilk basamakları olarak düşünülebilir. İç politikada bu süreci sekteye uğratacak nokta ise, hiyerarşik yapıda olmayan ve bağımsız bölge komutanlarından oluşan DM mensuplarının, kendi aralarda yaşabilecekleri siyasal rekabettir.

DM, iç siyasette olduğu kadar bölgesel politikalar konusunda da etkin bir rol üslenmiş bulunmaktadır. Çatışmalı ortam iç siyasette olduğu gibi uluslararası ilişkilerde de, devlet yönetiminde askerin gücünü konsolide edecek niteliktedir.

Kuşkusuz Körfez’de son yaşanan gelişmeler İran’ın gelecekteki politikalarına da önemli ölçüde etki edecektir. Kısacası yaşanan bu bölgesel gelişmeler her ne kadar İran’ı bir aktör olarak bölgede öne çıkartmış olsa da özellikle İran iç siyaseti ve yapısı açısından dönüşümleri de beraberinde getirmiştir. Tüm bu gelişmeler İran siyasetinde yaşanan ve yaşanacak olan dönüşümlerin habercisi olma niteliğindedir. Dolayısıyla içerisinden geçtiğimiz bölgesel krizde İran’ın dış politika davranışları incelenirken iç siyasette geçirmiş olduğu dönüşümler de mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.