1937’den beri gündemde olan iki devletli çözüm önerisi Filistinliler için sunulmuş bir hak olarak gösterilmektedir. Oysa bu görüş aslında İsrail Devletini kurmak için ortaya atılmıştı. Bugün gelinen noktada ise -İsrail reddetse de- en adil çözüm hatta Filistinlilerin bir hakkı olarak sunulmaktadır. Oysa Filistinliler için devlet bir hak değil, gasp edilmiş devletlerinin geri iadesidir. Zira Filistin’i Osmanlı’dan devralan İngiltere ve müttefiklerinin zihninde bağımsız bir Filistin bölgesi vardı ve bütün uluslararası belgelere bu şekilde girmişti. Öyle ki Birinci Dünya Savaşını sonlandırmak amacıyla 1919’da Paris’te bir araya gelen devletler, bu meseleye itiraz etmedikleri gibi, o tarihte ABD’nin önerisi ile kurulan King Crane Komisyonu’nun çalışmalarında ve çizdiği bölge haritalarda himaye altında bir Filistin’den sözediliyordu. Buna karşılık İsrail diye bir siyasi yapı, oluşum veya devletten asla bahsedilmiyordu. Zaten kısa bir süre sonra İngiltere’nin tartışmalı bir şekilde Filistin üzerinde manda ilan etmesi ve bunun da 1920’de, önce San Remo’da onaylanıp, ardından Cemiyet-i Akvam tarafından da kabul edilmesi -manda altında olsa bile- bölgede “nehirden denize kadar” fiilen bir Filistin’in de kabulü anlamına gelmekteydi.
Bugün Filistinliler için bir devlet hakkından söz edilmesi, en az Balfour deklarasyonun kadar utanç verici bir durumdur. Zira Filistin’de zor durumda kalan İngilizlerin kurduğu Peel Komisyonu 1937 yılında Filistin topraklarının bölünmesinden söz ettiğinde aslında bayrağıyla, parasıyla, haritasıyla var olan bir devletin ikiye bölünmesinden söz ediyordu. Bu yüzden Filistinliler sert bir şekilde itirazda bulundular ve meseleyi Cemiyet-i Akvamın halletmesini umdular. Nitekim konu burada halledilemediği için mesele on yıl daha askıda kaldıktan sonra 1947’de BM’de yeniden bir paylaşım planı gündeme gelecektir. Tarihi gelişmeler göstermektedir ki; esasında manda altında olsa bile İngilizler’in Yahudi göçünü teşvik etmeleri ve II. Dünya Savaşı sonrası bunu sistematik hale getirmeleri bile bütün Filistin’de bir İsrail Devleti’nin kurulması için ne nüfus ne de toprak sahipliği bakımından bir çoğunluk oluşturamamıştır. Buna rağmen dönemin uluslararası toplumunun duyarsızlığı, Ortadoğu’da başat güç olmaya heveslenen ve bunu İngiltere’den devralmaya başlayan ABD’nin desteği ile 1948’de Filistin Devletine bağımsızlık verilmesi yerine İsrail’in kurulması sağlamıştır.
Normalde beklenen şey işgal, koloni veya manda altında olup aynı dönemlerde bağımsızlıklarını kazanan diğer devletler gibi Filistin’e de bağımsızlık verilmesiydi. Lakin uluslararası sistemin etkisiz kalışı, dünyanın Batı ve Doğu bloklarına bölünüp Batı Blok’unun öncülüğünü yapan ABD’nin Ortadoğu’da kendisine karşı muhtemel ittifakları bölecek güçlü bir müttefike ihtiyaç duyması İsrail’in ortaya çıkmasına imkan vermiştir. Esasında İsrail, bu gelişmeler ışığında bölgesel terör ve uluslararası şantajlar ile Filistin içinde kurdurulmuş meşru olmayan bir devlettir.
Bütün bu gerçekler ortada iken bugün Filistinlilere sanki bir lütuf imiş gibi bir devlet hakkının verilmesi tarihin inkârı değil midir? Bu açıdan mesele iki devletli çözüm yaklaşımlarında ziyade Bağımsız Filistin Devletinin, Filistinlilerin tarihi haklarının iadesi olduğu kabul edilmelidir. BM üyeleri devletlerin büyük bir çoğunluğu, hatta Güvenlik Konseyindeki kimi devletler bugün Filistin Devleti’ni tanıyor olması bir lütuf gibi gösterilmemelidir. Bilakis bu gelişme Birinci Dünya Savaşından beri uluslararası toplumum sebep olduğu utancın bir bedelidir. Elbette bölgede köprünün altından çok sular geçmiş, başta ABD ve hatta kimi bazı ülkeler pozisyonlarını ve gelecek perspektiflerini İsrail’in varlığı üzerine bina etmişlerdir. İşte bu durum 1982 yılından beri iki devletli çözüm formülünü gündemde tutmaktadır. 1948 Nekbesinden sonra 1967’de toprakları yeniden işgal edilen Filistin tarafı da en azından 1967 sınırlarının korunması şartıyla iki devletli çözüme yakın durduklarını her vesile ile ilan etmişlerdir. Çeşitli girişim ve müzakereler bunun üzerine bina edilmiş olmasına rağmen zamanı lehinde kullanan İsrail tarafından artık rafa kaldırılmış bir çözüm olarak görülmektedir.
Bu çözüm gerçekte bölgeye barış getirebilir mi sorusu hala cevapsız durmaktadır. Ürdün Nehrinden Kızıldeniz’e kadar fiilen bir devlet talebi olan Filistinliler ve Nil’den Fırat’a kadar Büyük İsrail hayali kuran soykırımcı devlet için iki devletli çözüm mümkün görülmemektedir. Bu söylen sadece taraflara mızraklarını saklayacakları bir zaman kazandıracaktır. İki Devletli çözüm esasında Filistinlileri verilen bir imtiyaz, bir hak değildir. Aksine İsrail’e meşruiyet kazandırmaktır. İşgal, baskı, şiddet ve soykırım ile elde ettiği üstünlüğün tanınması anlamına gelmektedir. Zira bu çözüm aynı zamanda İsrail’e bir sınır koyma bir yerde durdurma veya mümkün ise 1967 sınırlarına çekilme mecburiyeti getirecektir. Bu yüzden Barak, Olmert gibi İsrail’in kimi siyasetçilerinin de onay vermesine rağmen hem Siyonist akıl ve hem de onun aleti olan Netanyahu ekibi tarafından şiddetle reddedilmektedir.
Sonuç olarak iki devletli çözüm ne kadar sempatik görülse de bölge ve dünya barışı için bir çözüm değildir. Tarihin doğru okunması ve Filistinlilerin zaten sahip oldukları devletlerinin iadesinin ardından 1948 sonrasının yeniden tartışılması gerekmektedir. Bu yaklaşım bir hayal değildir. Sadece zamana muhtaçtır. Nitekim 15 Kasım 1988’de Yaser Arafat’ın sürgünde Filistin Devletini ilan etmesi de bir hayal gibi görünmüştü. Ama gerçekleşti. Bu yüzden Filistinlilerin ödedikleri bunca bedelin karşılığının sadece iki devletli çözüm olması tarihin akışına ters düşmektedir. Eğer dünya barış istiyorsa daha fazlasını vermek zorundadır.