Lozan anlaşmasını yüzyıl geride bıraktık. Bu süreçte de birçok tartışmayı biriktirdik. Lozan ne getirdi, ne götürdü, bir süresi var mıydı, kimleri etkiledi sorularıyla koskoca yüzyılı geçirdik. Türkiye Devleti’nin (Türkiye Cumhuriyeti’nin) kuruluş belgesi olarak benimsenen bu anlaşma bir anlamda da Osmanlı Devleti’ni de sonlandıran bir belge niteliği taşımaktadır. Başka bir ifade ile Lozan Türkiye Devletini onaylarken, 19. Yüzyıl boyunca Osmanlı topraklarında yaşanan fiili işgalleri de tescil etmiş ve yeni Türkiye’nin eski Osmanlı Coğrafyası yani Ortadoğu ve Kuzey Afrika ile de bağlarını koparmıştır. Bu yüzden zannedilenin aksine Lozan sadece Türkiye’nin değil aynı zamanda Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın son yüz yılını belirleyen bir anlaşma olmuştur. Bu yüzden birbiri ile tezat iki sonucu birden içeren anlaşma etrafındaki tartışmaları da olgunlukla karşılamak gerekmektedir.

1. Dünya Savaşı sonunda İngiliz, Fransız ve İtalyan işgalindeki eski topraklarda yaşayanlar Anadolu’daki Millî Mücadele ile yakından ilgilenmiş, hatta bazı yerlerde iş birliği ve destek imkanları oluşturabilmek için kısmı hareketlenmeler olmuştur. Ancak kabul etmeliyiz ki o günkü şartlar bu hareketlenmeleri manevi destekten öteye taşıyamamıştır. Özellikle 1920 San Remo Konferansı ile eski Osmanlı toprakları tamamen emperyalizmin kıskacına girmiştir. Bölgede oluşturulan Manda idareleri bölge halklarının Türkiye ile ilişki kurmalarına izin vermemiştir. Buna rağmen Filistin, Suriye, Irak, Mısır vs. gibi ülkelerin bazı sakinleri eski Osmanlı vatandaşları olmaları hasebiyle İstanbul ve Anadolu ile olan bağlarını sürdürdükleri gibi o bölgelerde yaşayan Türk asıllılar da ya oralarda sistem içinde kalmışlar veya İstanbul’a ve Anadolu’ya dönmüşlerdir. O bölgelerden olup eğitimini Osmanlı okullarında özellikle Mülkiye ve Harbiye’de tamamlamış birçok Arap coğrafyası doğumlu veya Arap kökenli memur ve subay da görevlerini sürdürüp önce Yeni Türkiye’nin doğuşuna, akabinde de gelişmesine katkılar sunmuşlardır. Lozan anlaşması yapıldığında Türkiye’yi takip eden Arap basını ve entelektüelleri bunu bir zafer olarak ilan ederken aslında içinde bulundukları durumdan kurtulma ışığı olarak da değerlendirmişlerdir. Ancak Lozan’da benimsenen sınırlarla birlikte özellikle vatandaşlık ve mülkiyet konularında getirilen kısıtlamalar yukarıda sözü edilen birlikteliği tamamen bitirmiş ve taraflar arasında yeni problemlerin doğmasına sebep olmuştur. Diğer taraftan yeni kurulan devletlere taksim edilen borçlar ve sınır meseleleri de cabası olmuştur.

Bu yüzden Lozan anlaşmasının Yüzüncü Yıldönümü bizim kadar Arap Coğrafyasında da hatırlanmış, hakkında yazılar yazılmış ve hatta toplantılar yapılmış ve yapılmaya devam edilecektir.

Ürdün’de Lozan’ı Tartışmak

Türkiye’de Lozan’ın yüzüncü yıl toplantılarının planlandığı sıralarda, 25 Temmuz’da Ürdün’de, davet edildiğim bir bilimsel toplantı düzenlenmiştir. Toplantı Ürdün Yunus Emre Enstitüsü ile Ürdün Tarihçiler Birliği ve Arap Düşünce Kulübü’nün müşterek fikri olarak ortaya çıkmış; başta T.C. Amman Büyükelçisi Erden Ozan’ın desteği, YEE Müdürü Ensar Fırat’ın üstün gayretleri ve Ürdün’deki farklı kurumların katkısıyla gerçekleşmiştir. Toplantıya çeşitli Arap ülkelerinden Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi uzmanı olan saygın bilim adamlarının yanı sıra Türkiye’den ORDAF’ı temsilen ben ve ORSAM adına Ahmet Uysal katılmıştır.

Hemen her yerde yapılması mümkün ve muhtemel olan bu toplantının önemi nedir?

Ürdün Osmanlı Tarihi’ni konuşma konusunda en ürkek yerlerden biridir. Her ne kadar Ürdün’de Adnan Bakhit gibi önemli Osmanlı Tarihçileri bulunsa da genel olarak sistem Osmanlı tarihinden, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nden de bahsederken çekimser davranır. Erken bir devirde Emir Abdullah Türkiye’yi ziyaret ederek, kısmen de hatıratında nedamet göstererek babası Şerif Hüseyin’in Osmanlı’ya isyanının özrünü beyan ettiyse de yine de bu konularda hâlâ nötür, hatta sessiz kalmayı yeğledikleri anlaşılmaktadır. Buna rağmen orada Ürdün ve Bilad-i Şam araştırmalarında göz dolduran Hind Ebu Şa’r gibi pek çok araştırmacılar da az değildir. Bu araştırmacıların bir bölümü doktoralarını Avrupa ülkelerinden veya Mısır’dan alırken; Velid el Arîd gibi bazıları da Türkiye’den almıştır. Bu tür bilimsel toplantılarda bu ikilik ve yaklaşım farklılıkları her zaman kendini göstermektedir. Türkiye’de doktorasını tamamlayanlara karşı kaynaklara hakimiyetlerinden dolayı saygı duyulurken aynı zamanda mesafeli durulmaktadır. Bu açıdan bu tür toplantıların oralarda yapılmasının büyük önemi vardır. Zira bu toplantılar Türkiye’de eğitimini almış kişilerin kendilerini daha fazla ifade etmeleri ve mevcut ön kabullerin tartışılmasına imkân vermektedir.

Nitekim bu toplantının hazırlanıp uygulanmasında, -iki tarafın vicdanında saklı kalan duygular olsa da- taraflar çok özel bir günde özel bir konuyu uzmanlarıyla tartışma konusunda hemfikir olmuşlardır. Bu yüzden farklı coğrafyalardan gerek yüz yüze ve gerekse çevrimiçi katılan tarihçi ve uluslararası ilişkiler uzmanları genel olarak Lozan’ın hangi şartlarda hazırlandığı ve özel olarak da Arap coğrafyasına etkilerini ele almışlardır. Zaten toplantı başlığı da “İkinci Lozan’ın Yüzüncü Yılında Daha Güvenli Bir Ortadoğu” olarak seçilmesi -ki bu teklif belli ki Ürdün tarafından gelmiştir- Lozan sonrası bölgesel yapıların oluşması, halen devam eden kırılganlıklar ve tabi ki bugün Ortadoğu’nun içinde yaşadığı sorunların çözümü için hukuksal ve meşru zeminlerde çözüm aranmasının amaçlandığını göstermektedir.

Her ne kadar Lozan bölge sınırlarını tahdit etmiş, gerek manda ve gerekse manda sonrasında bölgede oluşan yeni anlayışlar yeni bir Ortadoğu meydana getirmiş ise de bugüne kadar Lozan dışında “eksiğiyle fazlasıyla- güven veren başka bir anlaşma veya uzlaşma da sağlanamamıştır.

Lozan Daha Güvenli Bir Ortadoğu İmkanı Sağlar mı?

Açılış konuşmasında Amman Büyükelçimiz tarihi müşterekliklere ve daha güvenli bir gelecek için iş birliğine vurgu yaparken; Ürdün Tarihçiler Cemiyeti Başkanı Galib Arabiyat, toplantının I. Dünya Savaşı ve sonrasının neticelerini ele alırken, asıl hedefin çatışma ve çekişmelerden uzak daha güvenli bir Ortadoğu arayışı olduğunu vurgulayarak Ürdün tarafının ve genel olarak Ortadoğu’nun beklentilerini dile getirmiştir. Galib Arabiyat bu temennisini de yukarıda söylediğimiz gibi Lozan’ın getirdikleri ışığında sağlanabileceğini vurgulamayı ihmal etmemesi, Lozan’ı kendileri için de bir güvence olarak gördüklerinin ifadesi olmuştur.

Toplantıdaki konuşmacıların çoğu Türkiye’nin son yıllardaki gelişmelerine dikkatleri çekerek, Türkiye ile iş birliğinin bölgesel güvenliği sağlayacağını ifade ederken; çok azı da -bayatlamış bir teori olan- Türkiye’nin gizli gündemi olabileceği endişelerini dile getirmişlerdir. Aslında daha ziyade Arap milliyetçiliği etkisindeki kimi entelektüellerin yaklaşımlarının ortak paydası olan bu düşünce, bu toplantıda karşılık bulmamış hatta tenkit edilmiştir. Nitekim yayımlanan sonuç bildirisinde Türkiye ile daha fazla iş birliğinin yapılması en önemli başlık olarak öne çıkarılmıştır. Bu konuda gerek benim ve gerekse Ahmet Uysal’ın tebliğleri de yönlendirici olmuştur.

Sonuç olarak, asırlarca müşterek bir tarihi paylaşan Türkler ile Araplar Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda yol ayrımına gelmişler ancak tarafların ilişkileri tamamıyla bitmemiştir. Türkler Anadolu’da milli bir devlet kurmaya çalışırken -henüz tamamlanmamış olsa da- Araplar da kendi geleceklerini düzenleme arayışına girmişlerdir. Türkiye Millî Mücadele sonunda, Lozan anlaşmasında Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleriyle masaya oturduğunda karşılaştığı problemlerden biri de eski coğrafya ile ilişkilerini nasıl sürdüreceği meselesi olmuştur. Yapılan pazarlıklar sonunda Türkiye’nin bağımsızlığı kabul edilirken, aynı zamanda eski ortakları şimdi ise komşuları olan Arap ülkeleriyle ilişkilerine kısıtlamalar getirilmiştir. Türkiye anlaşmanın getirdiği kısıtlamalara rağmen imkanları ölçüsünde ve Batılı mandacıları rahatsız etmeyecek alanlarda Arap komşularıyla özellikle Lozan anlaşmasına konu olmamış olan ülkeler ile ilişkiler kurmaya özen göstermiştir. Türk Diplomatik Arşivinde bu konuda yapılan girişimlerin yüzlerce belgesi yer almaktadır. Türkiye’nin bu gayreti muhataplarının da ilgisini çekmiş ve ikinci dünya savaşı öncesi birçok Arap ülkesiyle dostluk, komşuluk ve savunma anlaşmaları yapmayı başarmıştır.

Lozan her ne kadar Türk dış politikasına bir kısıtlama getirmiş ise de aynı zamanda bir düzeni temsil ediyordu. Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçekçi politikalar çerçevesinde mümkün olanı yapmasına da izin veriyordu. Oysa II. Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle Türkiye’nin NATO’ya girmesinden itibaren bu imkân daha da kısıtlanmış ve Berlin Duvarı’nın yıkılışına kadar dış politikada Türkiye’nin eli kolu bağlanmıştır. Bu da Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da negatif bir algının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Türkiye 2000li yıllardan sonra ortaya çıkan uluslararası imkânları iyi değerlendirip bu algıyı değiştirecek ve Ortadoğu ve Kuzey Afrika ile ilişkileri yeniden düzenlemeye çalışacaktır. Ancak 2011 yılından itibaren ortaya çıkan ve bölge dengelerini sarsan Arap Baharı sonrasındaki gelişmeler bu taze ilişkileri de sekteye uğratacaktır. Bu on yıllık dilimlerden sonra şimdi doğru kullanılması gereken bir fırsat doğmuştur. Bu yüzden küçük ve etkisiz gibi görünse de Ürdün’de Lozan üzerinden daha güvenli bir Ortadoğu arayışı anlamlı olmuştur. İyi kullanılması ve sürdürülebilir olması halinde domino etkisi göstereceğinde kuşku yoktur. Bölgesel arayışların sürdüğü bu dönemde sahip olduğu yumuşak güç araçlarıyla Türkiye, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da daha fazla faaliyet göstererek iş birliği, kalkınma ve dayanışmanın lokomotifi olmalıdır.

Kabul etmeliyiz ki Türkiye kendi coğrafyasından daha büyüktür.