Musul’da Gördüklerim

2020 yılı başlarında Medeniyetlerin buluşma noktası olan Musul ve etrafında bir inceleme gezisi yapmıştım. Eski çağlardan günümüze adeta müze şehir olma hüviyetini taşıyan ve DAEŞ’in ortadan kaldırılması sırasında yok edilen şehrin kalıntıları arasında gezerek hayatımın en ıstıraplı gününü yaşamıştım. Eski Musul’u işgal eden DAEŞ’in kurduğu patlayıcı tuzaklar içeriden; İran destekli Haşdişabi dışarıdan ve ABD güçleri havadan Musul’’un asırlarca biriktirdiği medeniyeti bütünüyle yok ederek tarihin en büyük vandallıklarından birini sergilediler.

Gezim sırasında Hamdaniye’deki Hristiyan mabetlerini de görme fırsatım oldu. Bölgeyi ele geçiren DAEŞ buradaki mabetlerin bir bölümüne zarar verirken en eskilerinden biri olan Mar Benhan Manastırı’nı da karargâha dönüştürmüştür. İçinde pek çok tahribatın yapıldığı manastırın sütunlarında belli belirsiz bazı yazılar dikkatlerimi çekmişti. Yakından bakınca dünyanın çeşitli yerlerinden kandırılıp oraya getirilen DAEŞ mensupları o tarihi sütunlara adlarını kazımış ya da bir kalem/boya ile yazmışlardı. Tabii farklı ülkelerden isimlerin yanı sıra maalesef Türkiye’den de isimler vardı. İsimler açık yazılmamıştı. DAEŞ içinde, geldikleri yere göre aldıkları isimler olduğu belliydi. Tarihi sütunların üzerinde “İstanbulî, Konevî, Niğdevî”, yani İstanbullu, Konyalı, Niğdeli gibi isimler yer alıyordu. Tarihi bir mekanın tahribi bir yana Türkiye gibi Müslüman bir ülkeden İslam’ı araç olarak kullanan bir terör örgütüne katılanların varlığı acı vericiydi. Aslında bu gördüklerim ve dünyanın şahit olduğu hadise uzun yıllar boyu üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken önemli hadiselerden biri olduğuna kuşku yoktur. Barışı ve itidali, daha doğrusu “orta yolu” telkin eden hatta emreden bir dinin mensupları nasıl olur da bünyesinde aşırılığı, vandalizmi barındıran bir grubun üyesi olabiliyorlardı? Bu soru, DAEŞ’in nasıl ortaya çıktığı, kimler tarafından kullanıldığı vs. gibi sorularından bağımsız olarak sürekli zihnimizde yer etmelidir.

Musul seyahatimden kısa bir süre önce Müslüman kökenli ve konu ile ilgilenen bir İngiliz hukukçuya sormuştum. Özel olarak İngiltere’den genel olarak da Avrupa’dan DAEŞ’e katılan gençlerin motivasyonu neydi veya nasıl oluyor da DAEŞ Avrupa’dan bu kadar kolay adam devşirebiliyordu? Muhatabım şöyle cevap vermişti: DAEŞ’e katılanların çoğu Avrupa toplumunda ötekileştirilmiş ailelerin ötekileşmiş gençleriydi. Avrupa’daki Selefiler onları kolayca kandırabiliyorlardı. Zira mesajları her tür felsefi yorumdan uzak basit ve net idi. Kur’an ve Hadislere istinaden kurguladıkları bir paradigma ile yaşayanların mücahit, ölenlerin de şehit olacaklarına inandırılıyorlardı. Yaşadıkları toplumdan dışlanmış bu gençler, mücahit olarak dünyada, şehit olarak da ahirette kazanmayı hesaplayıp kolayca bu akımın pençesine düşebiliyorlardı?

Peki ya Türkiye’den katılanlar? Aslında yukarıdaki sosyo-psikoljik yorumu Türkiye’ye de kısmen uygulamak mümkündür. Ancak Türkiye’nin tablosu daha vahimdi. Her ne kadar Türkiye’den DAEŞ’e katılanlar hakkında bireysel çözümleme yapan araştırmalar pek yoksa da genellikle bunlar ailelerinde veya çevrelerindeki mevcut dini algı ve anlayışı beğenmeyen daha doğrusu; bid’at’e düşüp dinden uzaklaştığına inanılan Müslümanlara yani ailelerine karşı tepki gösterenler arasından çıkmıştı. Türkiye’nin bin yıllık İslami geçmişi, tasavvufî birikimi ve özellikle modern muhafazakar tutumların hiçbiri onları tatmin etmemiş ve yeni arayışlara sürüklemiştir. Bildiğimiz kadarıyla uluslararası koalisyonla bitirilen DAEŞ’in üyelerinden sadece 250 kadarı Türkiye’ye geri getirilmiştir. Ölenler, halen sahada aktif olanlar veya DAEŞ kamplarında tutulanlar ile birlikte, Türkiye’den katılanların toplam sayısını bilmiyoruz. Ama sayıları ne olursa olsun “neden ve niçin” sorularını asla terk etmemeliyiz.

Selefilik- Vehhabilik İkilemi

Tarih boyunca hep var olan Selefi yorum, 18. Yüzyılda Vehhabî anlayışıyla büyük bir kırılma yaşayarak bugünkü forma dönüşmüştür. “Dini aslına döndürme ve gerçek İslam’ı yaşama/yaşatma” gibi büyük bir iddia her samimi Müslüman için reddedilmeyecek bir argümandır. Özellikle bu fikrin sürekli Kur’an ayetleri ve Hadisler ile desteklenmesi onu güçlendirmekte ve muhataplarını kolayca cezbetmektedir. İslam toplumlarının çağdaş inanç sorunlarına yeni bir bakış getirememesi, klasik metinlerden bağımsız yeni bir düşünce geliştirememesi ve din tartışmaları ile felsefi tartışmaları birbirine karıştırmanın getirdiği kafa karışıklıkları, ayet ve hadisleri hakem olarak kullananları öne çıkarmaktadır. Nitekim bu yaşananların tarihte de pek çok örneği bulunmaktadır. Muhammed bin Abdilvehhab’ın kendi döneminde gerek bedevi hayat içinde ve gerekse dolaştığı şehirlerde gözlemledikleri ve yaşadıkları ile Vehhabî yorumunu ortaya koyduğunda; pek çok Müslüman ilim adamı, hatta Osmanlı Meşihatı bile “Kur’an ve Sünnet’ten” delil getiren bu harekete karşı bir argüman geliştirememişlerdi. Elbette daha sonra pek çok reddiyeler yazılacaktı, ama iş işten geçecekti.

Rizeli Mehmet Tahir’in Vehhabiliği

Bu uzun girişten sonra size yakın tarihimizde yaşanan ibret-âmiz bir örneği anlatacağım. Hikâyemiz 20.yüzyılın hemen başında geçmektedir. Kahramanı ise Rizeli Mehmet Tahir’dir.

5 Haziran 1901’de dönemin Zaptiye Nezareti’nden Dahiliye Nezaretine oldukça ilginç bir yazı gönderilir. Zaptiye Nezareti’nin taşra teşkilatlarından gelen tetkiklere göre aslen Rizeli olan Hacı Mehmet Tahir isminde biri Merkezi Arabistan’da Necid taraflarına seyahat etmiştir. Bunda ne var diyeceksiniz. O güne kadar pek çok yabancı ve hatta Osmanlı bu bölgelere seyahat etmemiş miydi? Elbette sorun seyahat etmesi değildir. Üstelik bazı sorunlara rağmen bölge hala Osmanlı idaresindedir, hatta Kuveyt’te sürgünde olan eski emirleri Suudiler bile henüz geri dönmemişlerdir. Yazının devamında konuyu ilginç kılan ipuçları vardır. Nazırın ifadesine göre; Mehmet Tahir, Necid’e seyahatı sırasında “Vehhabilik Mezhebine” meylederek, “fesad-i itikadiyeye müptela” olmuştur. Yani Vehhbabî Mezhebini benimseyip itikadı bozulan Hacı Mehmet Tahir, geri döndükten sonra bunu kendine saklamamış bilakis camileri dolaşıp halka da anlatmaya başlamıştır. Her nasılsa bu faaliyetine Erzurum’dan kalkışmış veya ilk defa orada fark edilmiştir. Dikkatleri çeken ve halkı rahatsız eden fikirleri takibata uğrayan Hacı Mehmet Tahir, bir daha camilerde vaaz vermemek ve bir akrabasının yanında kalmak şartıyla Rize’ye geri gönderilmiştir. Memleketinde kendisini daha rahat hisseden Mehmet Tahir, yapılan öğütleri ve uyarıları dinlemeyerek burada da camileri dolaşıp “halkın zihnini bozacak” anlatımlarına devam etmiştir.

Zaptiyenin takibinde olan Mehmet Tahir, Rize’de gözaltına alınır. Zabtiye Nazırı’nın, Dahiliye Nezareti’ne yazma sebebi bundan sonra otaya çıkacaktır. Üstelik birkaç yıl sürecek olan bu yazışmalarda sürekli o, “Vehhebî Mezhebine meyleden Rizeli Mehmet Tahir” olarak anılacaktır. Yani Vehhabilik onun ismiyle özdeşleştirilmiştir. Doğduğu yer olan Rize’de (o sırada Lazistan Sancağı) gözaltına alınan Mehmet Tahir, yargılanmak üzere Trabzon’a sevk edilir. Burada yapılan inceleme ve soruşturma sonunda Mehmet Tahir hakkında bir hayli malumat elde edilir.

Zabtiye nazırı Trabzon mahkemesinin verdiği bilgiye istinaden Mehmet Tahir’in uzun süre tutuklu tutulmasının mümkün olmadığını söyledikten sonra, dosyadaki bilgileri aktarmaktadır. Trabzon mahkemesi de zaten gerekli sorgulamayı yaptıktan sonra uzun süre hapiste tutulmasının mahsurlarına dikkatleri çekmiştir. Bu mahsuru hukuki bir gerekçeye değil de Müslüman ahalinin bir din adamının hapiste tutulmasına karşı verebileceği uygunsuz tepkiye dayandırmaktadır. Daha fazla hapiste tutulması halinde Müslümanların onurunu zedeleyebilecek ve beklenmedik hadiselere sebep olacaktır. Zaptiye Nezareti de zaten bu durumda ne yapılacağını veya mahkemenin önerisinin hayata geçirip geçirilemeyeceğini Dahiliye’den sormaktadır.

Peki bu kadar soruna ve bakanlıklar arası yazışmalara sebep olan Mehmet Tahir mahkeme kayıtlarına nasıl geçmiştir?

Mehmet Tahir, yaklaşık on dört yıl önce İstanbul’a gidip Fatih semtinde bulunan Yahya Tevfik Medresesi’nde1 eğitim almıştır. Bu bilgiye göre Mehmet Tahir Efendi’nin, 1887-1893 yılları arasında İstanbul’da bulunduğu anlaşılmaktadır. İstanbul’da karar kılamayan Mehmet Tahir, buradan Mısır’a seyahat etmiş ve oradan da Şam’a geçmiştir. Şam’dan yaya olarak Bağdat’a seyahat ettikten sonra Mekke ve Medine’ye giderek hacı olmuştur. Hacı Mehmet Tahir Efendi ifadesine göre bu seyahatleri sırasında Mekke, Medine ve Şam’da bazı Hadis medreselerinde de eğitim almıştır. 1900 yılında tekrar Mekke’ye giden Mehmet Tahir geri dönüp İzmir üzerinden İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’da eski medresesinde iki ay kadar ders aldıktan sonra da iddiasına göre icazetini alarak memleketine dönmüştür. Bu bilgilere göre Mehmet Tahir’in Necid seyahatinin 1893-1900 yılları arasında gerçekleşmiş olması gerekmektedir. Ancak orada veya seyahat ettiği diğer yerlerde ne kadar kaldığına dair bir detay bulunmamaktadır. Bir ihtimal Şam-Bağdat üzerinden Hacca giderken Necid’e uğramış olmasıdır. Aslında bu tarihlerde Necid’de Osmanlı Devleti’nin kaymakamı sıfatıyla İbn Reşid’in idaresi vardır. Hatta 1891 yılında Vehhabi Suudi ailesi bölgeden çıkarılmış ve Vehhabilik de ciddi bir kan kaybetmiştir. Ancak Mehmet Tahir’in orada Vehhabi uleması ile bir araya gelmiş olması muhtemeldir.

1900 yılı içinde Rize’ye dönen Mehmet Tahir, buradan Erzurum’da ticaret yapan babasının yanına gitmiştir. Erzurum’daki ikameti sırasında camilerde vaaz vermeye başlayınca dikkatleri çeken konuşmalarından dolayı ihbar edilince, gözaltına alınıp Trabzon’a sevk edilmiştir. Buradan da başka bir işlem yapılmadan mecburi ikamet için doğduğu yer olan Rize’ye gönderilmiştir. Belli ki kabına sığmayan Mehmet Tahir, memleketinde huzur bulmamış ve yeni arayışlara girişmiştir. Mecburi ikamet yerini terk ederek, pasaport alma bahanesiyle Trabzon’a geçince, tekrar gözaltına alınmıştır. Hacı Mehmet Tahir ifadesinde daha fazla ilim tahsil etmek niyetinde olduğunu, ayrıca okumak istediği kitapların önemli bir bölümünün ise Hindistan’da bulunduğunu beyan ederek, kendisine pasaport verilip oraya gönderilmesini talep etmiştir. Ancak anlaşılan Trabzon mahkemesi de artık bu işten sıkılmış ve onu İstanbul’a sevk etmiştir. Belki de Hindistan’a İstanbul’dan gidebileceğini düşünerek bu talep de kendisinden gelmiştir. Onun İstanbul’a tam olarak ne zaman getirildiğini bilmiyoruz ama 5 Haziran 1901’den önce olduğu kesindir. Zira bakanlıklar arasındaki yazışmalar İstanbul’a getirilmesinden sonra sözü edilen tarihte başlamaktadır.

Mehmet Tahir’in ikinci kere gözaltına alındığında yapılan sorgulamasından da ilginç bilgiler öğreniyoruz. Söylediğine göre; Erzurum ve Rize’de camilerde vaazlar vermiş olsa da asla halkın fikirlerini ifsat ve onları tahrik edecek beyanları olmamıştır. Ancak ifadesinin devamında önemli başka bir argümanla kendini savunmuştur. “Eskiden beri Ehl-i Sünnet aleyhindeki fikirleriyle bilinen Erzurum’daki bazı İranlıların ihbarıyla kendisine Vehhabilik suçlaması yapıldığını” ileri sürmüştür. Bu tutuklamanın Mehmet Tahir’in ilk tutuklaması olmadığı anlaşılmaktadır. Kendi ifadesine göre, sekiz sene önce yani 1893 (?) yılında İstanbul’dan Edirne’ye giderek vaazlarda bulunduğu zaman da gözaltına alınıp İstanbul’a sevk edilmiştir. On sekiz gün göz altında tutulduktan sonara Ders Vekaleti’ne teslim edilip sonra serbest kalmıştır. Eski kayıtlardan çıkarılmayan bu bilgiyi bizzat kendisinin paylaşması aslında bir meydan okuma gibiydi. Kolluk kuvvetlerine bu ifadesiyle kendisini daha fazla gözaltında tutamayacakları mesajını veriyordu. Ancak burada bir başka soru akla gelmektedir. Muhtemelen bu gözaltı onun seyahatlerinden öncedir. Öyleyse hangi düşüncesinden dolayı takibata alınmıştır? Eğer Vehhabilik ise o daha henüz bir medrese öğrencisi iken bu düşünceyi benimsemiş ve belki de bunun üzerine mezhebin doğduğu yere seyahat etmiştir? Şimdilik bu soruların cevabı yoktur.

Trabzon’da kendisine icazetnamesi sorulduğunda Rize’de kaldığını söyleyen Mehmet Tahir, Hindistan’a gönderilmesini isterken, ısrarla asla “Vehhabi Mezhebini” benimsemediğini beyan etmiştir. Buna rağmen, tahkik heyetini ikna edemediği anlaşılmaktadır. Ellerinde yeterli delil olmasa da eski sabıkaları, hal ve tavırlarından Mehmet Tahir’in “Şeriat hilafına, ahalinin zihniyetini bozacak sözler söyleyebilecek bir kişiliği olduğuna” karar vermişlerdir. Ayrıca kendisinin de zihin dünyasının bozulduğu ve gitmesi halinde Hindistan Müslümanlarına da bir takım yalan yanlış bilgiler aktarma amacında olduğu da ifade edilerek; Mehmet Tahir’in Hindistan’a gitme hayaline de set çekmişlerdir.

Bütün dosyayı inceleten Zaptiye Nezareti, böyle bir kişinin vilayet merkezlerinde veya İstanbul’da tutulmasını mahzurlu bulmaktadır. Bunun için mahkemenin önerisi doğrultusunda kaçamayacağı, sahilden uzak, camilerde asla vaaz yapamayacağı ve sürekli gözetim altında tutulacağı bir kaza veya nahiyeye sürgün edilmesi için Dahiliye Nezareti’nden onay istemektedir. Zaten tahkik heyeti de Bursa taraflarında böyle bir yere gönderilmesini önermiştir.

Uzun süre bu müracaatına cevap alamaması üzerine Zabtiye Nezareti, hikâyeyi biraz daha kısaltıp 17 Ağustos 1901 tarihinde Dahiliye’ye yazarak talebini yenileyecektir. Dahiliye Nezareti 26 Ağustos’ta kısa bir cevap vererek bu konuda işlemlerin sürdüğünü bildirecektir. Anlaşılan Dahiliye Nezareti de karar vermekte zorlanmış ve daha üst makamlardan sormak istemiştir. Her ne kadar Dahiliye Nezareti’nin cevabının içeriği, Zaptiye Nezareti’nin eski yazısının özeti olsa da resmi bakışın anlaşılması açısından bir kere daha tekrar edilmesinde yarar vardır.

“Aslen Rize ahalisinden olup Necid taraflarında bir müddet seyahat ederek Vehhabilik Mezhebine meylederek itikadı bozulmaya müptela olup camilerde ‘dinen ve siyaseten’ muzır bir takım telkinlere kalkışan Hacı Mehmet Tahir” hakkında işlem yapılmak üzere konu Sadaret’e bildirilmiştir.

Aslında Dahiliye Nezareti o tarihe kadar bir işlem yapmamıştı. Yapılan bu bu yazışma üzerine Zabtiye Nezareti’nden gelen yazıyı 26 Ağustos’ta olduğu gibi Sadaret’e bildirdi. Sadrazam da hemen ertesi günü Mehmet Tahir’in uygun bir yerde mecburi ikamete tabi tutulması konusunda gereken izni Dahiliye Nezareti’ne vermiştir. Ancak Zaptiye Nezareti’nin beklediği cevabı aynı süratte alamadığı anlaşılmaktadır. Bu yüzden Mehmet Tahir Efendi’nin bahsedilen şartlarla, Bursa’ya sürgün edilmesi Ekim sonunu bulacaktır. Fakat Zaptiye Nezareti’nin yüzü bir türlü gülmeyecektir. Zira Mehmet Tahir Efendi 17 Nisan 1902’de tekrar yazışmalara konu olacaktır.

Mehmet Tahir Efendi önce Bursa’ya buradan da Kütahya’ya gönderilip zorunlu ikamete tabi tutulmuştur. Ancak mahallinden gelen bilgilere göre, gönderildiği yerde de rahat durmamıştır. Kütahya Mutasarrıflığı, hakkında yapılan şikâyetler üzerine tekrar onu vilayet merkezine, Bursa’ya iade etmiştir. Her ne kadar elimizde doğrudan şikâyet mektupları ve yapılan sorgulamaların kayıtları olmasa bile anlaşılan Kütahya merkezindeki ulema ve halk alışmadıkları söylemler karşısında rahatsız olmuş ve Mutasarrıflığı harekete geçirmişlerdir. Bu gelişme üzerine vilayet merkezinde Mehmet Tahir için bir kere daha sürgün yeri belirlenmiş ve 1902 sonlarında Cezayir-i Bahr-i Sefid Vilayetine bağlı, az nüfuslu bir yer olan İstanköy adasına gönderilmiştir.

İstanköye eşrafı, naibı müftüsü, metropolidi ve kaza idare meclisi üyelerinin mühürlerini taşıyan 27 Temmuz 1903 tarihli bir tutanakta, Hacı Mehmet Tahir’in sekiz aydan beri adada bulunduğu anlaşılmaktadır. Kaza idare meclisinin böyle bir tutanağı kaleme alıp vilayete göndermesinin nedeni Mehmet Tahir’in adadaki ikameti sırasında iyi haline şahitlik etmektir. Bu tutanağa göre, adada beş vakit namazında ve niyazında olan; devlet ve padişah için dua eden Mehmet Tahir’ın hiçbir olumsuz davranışına şahit olunmamıştır. Cezayir-i Bahri Sefid Vilayeti’ne hitaben hazırlanan bu tutanakta ayrıca kendisinin “ıslah-i nefs” ettiği belirtilerek, affedilmesi istenmektedir. Tutanaktan anlaşıldığına göre Mehmet Tahir’in bütün hikâyesi bilinmektedir. Buna rağmen hakkında hüsn-i şahadette bulunulmaktadır. Anlaşılan İstanköy’deki ikameti sırasında eski davranışlarını sergilememiştir. Nitekim İstanköy Kazası İdare Meclisine göre sürgün sebebi ortadan kalkmıştır. Vilayet de bu talebi bir hafta sonra Adliye Nezareti’ne arz edecektir. Vilayetin beklediği cevap ancak beş ay sonra 3 Ocak 1904 tarihinde yazılacaktır. Adliye Nezareti’nden gele cevaptan İstanköy’ün neden seçildiğini de anlamaktayız. Buna göre gittiği yerlerde “rahat durmayan” Mehmet Tahir’in halkın itikadını bozmaması için ahalisinin çoğunluğu gayrimüslim olan İstanköy’de ikameti uygun bulunmuştu. Adliye Nezareti, onun hakkında kaza idare meclisinin hüsn-i şahadetine binaen, ne yapılması gerektiğini Dahiliye’den soracaktır.

Aslında durum bir yılan hikâyesine dönmüştür. Yukarıdaki sözü edilen tutanaktan birkaç gün sonra bir başka yazıdan kaymakamlığın da farklı bir gerekçeyle Mehmet Tahir hakkında vilayete başvurduğunu görmekteyiz. Adada ikamet ettiği mevkinin sağlığına uygun olmadığı ve ada merkezinin on dakika uzağında bir yerde ikamet ettirilmesinin uygun olacağını talep eden kaymakamlık, ayrıca bunun doktor raporu ile de sabit olduğunu yazmaktadır. İki yazının art arda gelmesi soru işaretleri doğurmaktadır. Acaba Hacı Mehmet Tahir orada da rahat durmadığından ondan kurtulmak mı istemektedirler, yoksa o hem ahlakıyla hem de sağlığıyla herkesi ikna mı etmiştir? Şimdilik onun affedilip edilmediği ve akıbeti hakkında elimizde başka bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak bu macera iki yönüyle araştırılmaya değerdir. Birincisi 19. Yüzyıl sonu 20. Yüzyıl başında Rizeli bir bireyin ilginç kişisel deneyimi; ikincisi de aynı dönemlerde Vehhabiliğin nasıl anlaşıldığını gösteren toplumsal ve resmi tepkiler.

***

Sonuç yerine birkaç değerlendirme yapmak mümkündür. Mehmet Tahir’in “Vehhabî Mezhebini” benimsediğine ve halkı ifsat ettiğine kanaat getiren yargılamadaki yazışmalarda bunun suç teşkil ettiğine dair bir kanundan söz edilmemektedir. Anlaşılan bir yerde ikamet zorunluluğu, halkın zihnini ifsat ve asayişi ihlal ihtimaline dayandırılmıştır. Peki Mehmet Tahir ilk sorgulamasında inkar ettiği gibi masum mudur? Yani ‘Vehhabi Mezhebiyle’ ilgisi yok mudur? Mahkeme heyeti bu konudaki kanaatlerinin kaynağı olarak onun konuşmaları ve tavırları olduğunu belirtilirken bir detay vermemiştir. Ancak ifadeleri iyice tetkik edildiğinde bazı sonuçlara ulaşmak mümkündür. Mehmet Tahir Efendi, hemen her Vehhabî gibi, “Eskiden beri Ehl-i Sünnet’e düşman olan Şiiler”in kendisine iftira ettiklerini söylemektedir. Vakıa Erzurum’da her zaman İran kökenli Şii’nin bulunması mümkündür. Ancak iki taraf arasında bir husumetin oluşmasını sağlayacak sebepler nedir ki onlar Mehmet Tahir’i ihbar edip zor durumda bıraksınlar? Bu savunma başlı başına bir Vehhabi-Şii çekişmesine delalet etmektedir. Mahkeme tavırlarını ve söylemlerini hatta Hindistan’a gitme arzusunu da kuşkulu bulmuştur. Elbette zaptiyece gözaltına alınan ve mahkemeye sevk edilen birinin normal tavırlar sergilemesi beklenemez. İfadeleri ve tavırları sorunlar içerebilir. Ancak sevk edildiği hemen her yerde davranışlarını tekrar etmesi mahkemenin “tavra bakarak” oluşturduğu kanaatinin pek de yanlış olduğu söylenemez. Hindistan merakı ise başlı başına bir sorudur. Fikirlerinin ne doğduğu Rize’de ne de Erzurum’da hatta daha önce Edirne’de kabul görmediğini hisseden Mehmet Tahir’in, kendisine başka bir coğrafya seçmiş olması muhtemeldir. Ancak ilginç bir detay da biraz daha derin düşünmeyi gerektirmektedir. O da “okumak istediği kitapların Hindistan’da bulunması” meselesidir. Söz konusu tarihlerde Osmanlı medreselerinde Selefilik doğrudan reddedilen bir şey olmasa da Vehhabilik reddedilmekte dolayısıyla müfredatta da yer almamaktadır. Hatta bu konuda fazla eser de verilmemiştir. Buna karşılık Hindistan’da daha güçlü bir selefilik akımı vardır ve belli ki bu da Mehmet Tahir tarafından bilinmektedir. Belki de Hindistan’a gitme arzusu da buna dayanmaktadır. Ayrıca seyahatleri sırasında “Hadis tahsil ettiği” iddiaları da kendilerini “ehl-i hadis” olarak da tanımlayan Vehhabiler ile olan yakınlığını kurmak bakımından manidardır.

Değerlendirilmesi gereken bir diğer konu Mehmet Tahir’in dolaştığı yerlerde halktan vaazlarından şikayet edilecek kadar tepki almasıdır. Muhtemelen Vehhabî vaizleri gibi ağır bir dil kullanmasının yanında, halkın kendi mezhepleri ile anlatılanları anlayabilme ve ayırt etme kudretinde olduğunu göstermektedir. Bana göre işin püf noktası da buradadır. Kur’an ve Hadis’i reddetmesi mümkün olmayan ama dini bilgisi zayıf olan hemen her samimi Müslümanın Selefilerin avı olmaktan kurtulması epey zordur. Bu bağlamda yakın zamanlarda gerek dünyadan ve gerekse Türkiye’den gençlerin Selefilerin ağına düşmelerine şaşırmamak gerekmektedir. Zira bugünkü seküler gençlik bir yana, dindar/muhafazakar gençliğin bile 1900lı yılların Anadolu Müslümanı’nın bilgi ve irfanından daha gerilerde olduğu anlaşılmaktadır.

Bu yazıyı başka bir husus ile bitirelim. Yazı boyunca kullanılan ve belgelerden doğrudan aktarılan “Vehhabi Mezhebi” kavramı da tartışılan meselelerden birisidir. Vehhabiliğin bir mezhep olmadığı ve Hanbeli Mezhebi’nin bir yorumu olduğu kanaati yaygındır. Nitekim yıllar önce tebliğimi dinleyen eski bir Diyanet İşleri Başkanımız da beni bu yönde uyarmış ve mezhep kelimesini kullanmamı tenkit etmişti. Elbette bu yazının sonu Hanbeli Mezhebi’nin “usul tartışması” için uygun bir zemin değildir. Ancak İslam toplumlarını derinden sarsan Selefilik-Vehhabilik meselesinin bu bağlamda tartışılması gerekmektedir. Vehhabilik bir fıkhı yorum mu, bir hareket mi, bir mezhep mi veya İslam’ın içinden doğmuş yeni bir din midir?

Acaba hiçbir çıkarı olmadan bunca çile çekmiş Rizeli Mehmet Tahir’i cezbeden neydi?