Uluslararası sistem, mevcut yapısı ve işleyişi itibarıyla küresel düzeyde ortaya çıkan kriz ve çatışmalara etkili çözümler üretme kapasitesinden büyük ölçüde yoksun kalmaktadır. Bu durum, özellikle İsrail’in Gazze Şeridi’nde yürüttüğü ve uluslararası hukuk açısından soykırım niteliği taşıdığı ileri sürülen askeri operasyonlar bağlamında bir kez daha belirginlik kazanmıştır. İsrail’in 50 bini aşkın Filistinlinin hayatını kaybetmesine yol açan uygulamaları karşısında, uluslararası toplum, bölgede kalıcı bir ateşkesin tesisi yönünde bağlayıcılığı olan ve etkili sonuçlar doğuran herhangi bir karar alamamıştır.
Birleşmiş Milletler (BM), İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Avrupa Birliği (AB) gibi uluslararası kuruluşlar tarafından gerçekleştirilen çok sayıda toplantı ve yapılan ateşkes çağrılarına rağmen, İsrail’in işlediği savaş suçları, sivil katliamlar ve uluslararası hukuku ihlal eden eylemleri karşısında anlamlı bir müdahale geliştirilememiştir.
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde (UCM) başlatılan yargı süreci, sembolik açıdan önem taşımakla birlikte, kısa vadede sahadaki şiddet döngüsünü sona erdirecek somut bir etki yaratamamıştır. Kuşkusuz, UCM nezdinde atılan adımlar, ilerleyen süreçte soykırım suçuna karşı hukuki ve cezai sorumluluğun tesisine katkı sağlayabilecek nitelikte olabilir. Ancak, adaletin gecikmesi, mağdurlar açısından adaletin gerçekleşmemesi anlamına gelir. Dahası, İsrail’in Filistin halkına yönelik saldırıları halen sürmekte olup, bu saldırıları durdurabilecek etkili bir uluslararası mekanizma ya da aktör mevcut değildir.
ABD’den Beklemek Mi, Yeni Yol Aramak Mı?”
Uluslararası sistemde hegemonik bir konumda bulunan Amerika Birleşik Devletleri, Biden yönetimi süresince İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği savaş suçlarına karşı sessiz kalmıştır. İsrail’in gün geçtikçe kabaran suç dosyası, ABD kamuoyu ve uluslararası toplum nezdinde baskıyı artırsa da, Amerikan yönetiminin bu suçlara karşı herhangi bir somut adım atmaması, Gazze’de ateşkesin sağlanması ya da İsrail’in saldırılarının durdurulması konusunda ABD’den beklenti içinde olmayı anlamını yitiren bir tutum hâline getirmiştir.
Son dönemde, Amerikan basınında, bazı ABD’li yetkililer ve eski İsrailli siyasetçilerin açıklamalarında, Netanyahu hükümeti ve uyguladığı politikalar; yalnızca Filistinliler açısından değil, İsrailliler, Yahudiler ve Amerikalılar için de uzun vadede olumsuz sonuçlar doğurabilecek bir sürece işaret ettiği gerekçesiyle eleştiriye tabi tutulmaktadır. Bu bakımdan önümüzdeki süreçte Trump yönetimi, Netenyahu hükümetini mevcut politikalarından uzaklaştırmaya dönük belki de hükümetin düşmesini sağlayacak adımlar atabilir. Ancak burada doğacak muhtemel sonuçların da temelinde Amerikan ve İsrail çıkarlarının yer alacağı, dolayısıyla yapısal ve kalıcı çözümler üretmekten ziyade geçici ve yüzeysel yaklaşımlarla sınırlı kalacağı öngörülebilir.
Sürecin insani değerler, etik ilkeler, uluslararası hukuk ve evrensel normlar temelinde yürütülmemesi, yönetim değişikliklerine rağmen benzer krizlerin tekrarlanma riskini ortadan kaldırmamaktadır. Bu nedenle, İsrail’in saldırgan tutumunun, insanlığa zarar veren tüm aşırılıkların ve değer tanımayan terörizmin durdurulabilmesi için mevcut uluslararası kurum ve mekanizmalar çerçevesinde çözüm arayışları sürdürülmekle birlikte, aynı zamanda bu yapıların ötesinde yeni inisiyatiflerin geliştirilmesi de bir zorunluluk hâline gelmiştir.
Dünya Siyasetinde Kırılmalar ve Yenilenmeler
Günümüz uluslararası siyasetinde en acil ve hayati meselelerden biri, İsrail’in küresel barış ve güvenlik açısından teşkil ettiği tehdide karşı uluslararası toplumun nasıl harekete geçirileceğidir. Tarihsel olarak, uluslararası sistemde yaşanan büyük krizler sonrasında yeni kurumsal yapılar ortaya çıkmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Milletler Cemiyeti ve İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Birleşmiş Milletler, bu bağlamda dikkat çeken iki örnektir. Bu örnekler, kriz dönemlerinin aynı zamanda hem ihtiyaçların hem de fırsatların zirveye ulaştığı anlar olduğunu göstermektedir.
Son yıllarda Suriye, Libya, Ukrayna, Sudan ve Keşmir gibi bölgelerde yaşanan çatışmalar, benzer şekilde uluslararası düzenin yeniden yapılanma ihtiyacına işaret etmektedir. Mevcut koşullar, sistemin yeniden harekete geçmesi için gerekli zeminin oluştuğunu gösterse de, bu süreci eyleme dönüştürecek etkili bir güç merkezi henüz ortaya çıkmamıştır. Bu çerçevede, İsrail’e karşı net bir tutum sergileyen devletlerin, uluslararası düzeyde daha etkin bir siyasi irade oluşturacak biçimde bir araya gelmeleri gerekmektedir.
Yeni Bir Güç Merkezi Mümkün Mü?
Bu noktada akıllara gelen temel soru, böyle bir güç merkezinin kurulmasının mümkün olup olmadığı ve bu sürecin karşılaşacağı olanaklar ile zorluklardır. Günümüzde jeopolitik dengelerde yaşanan değişimler, yeni bir güç odağının oluşma ihtimalini güçlendirmektedir. Özellikle Batı merkezli dünya düzeninin sorgulandığı bir dönemde, “Batısızlık” (post-Westernism) kavramı giderek daha fazla tartışılmaktadır. ABD’nin Gazze’deki çatışmalarda sergilediği taraflı tutum, son yıllarda artan tek taraflı yaklaşımları ve bu yaklaşımlara karşı tepki gösteren aktörlerin sayısındaki artış, Amerikan hegemonyasının aşındığına işaret etmektedir. Özellikle Trump döneminde benimsenen korumacı ekonomi politikaları ve “Önce Amerika” yaklaşımı, ABD’nin geleneksel müttefikleri arasında güven sorunlarına neden olmuştur.
Görece istikrarlı dönemlerde bu tür dönüşümler daha yavaş ve örtük şekilde ilerlerken, kriz zamanlarında değişim daha açık ve hızlı şekilde gerçekleşmektedir. Nitekim Türk dünyası uzun süredir iş birliği arayışında olsa da Karabağ meselesi, bu iş birliğini tetikleyen ve hızlandıran önemli bir dönüm noktası olmuştur. Benzer şekilde, Gazze’de yaşanan insani kriz de, normal koşullarda uzun vadeli planlamalarla gündeme gelecek yeni bir güç merkezinin inşasını daha acil ve somut bir gerekliliğe dönüştürmüştür.
Bu bağlamda, ABD hegemonyasının gölgesinde hareket etmeye alışkın olan bazı aktörler bile, Gazze’deki krizi çözme arayışı çerçevesinde daha aktif diplomatik çabalara girişebilir ve daha bağımsız pozisyonlar alabilirler. Ayrıca ikinci kez ABD Başkanı olan Trump’ın politikaları değişkenlik gösterse de bu tarz arayışlar için Biden döneminden daha fazla fırsat alanları sunuyor. Trump, ABD’nin uluslararası jandarma rolünden geri çekilerek ülke içinde ekonomik önceliklere yönelmeyi amaçlamaktadır. Bu yaklaşım, küresel düzeyde ABD’ye bağımlı olan ya da onun güvenlik şemsiyesi altında bulunan ülkeleri (örneğin Avrupa ve Kanada) rahatsız etmektedir.
Bu gelişmeler doğrultusunda, tek kutuplu dünya sisteminin temel aktörü konumundaki ABD’nin değişen politikaları karşısında rahatsızlık duyan ülkelerin, kendi pozisyonlarına uygun fakat ortak bir zeminde buluşma potansiyeli bulunmaktadır. Bu ülkelerden bazıları, Gazze’deki krizi normatif ilkeler ve insani değerler çerçevesinde ele alırken, Çin ve Rusya gibi aktörler daha çok stratejik ve realist bir yaklaşımla ABD’ye karşı dengeleyici güç olarak konumlanmaktadır. Öte yandan, İslam İşbirliği Teşkilatı’nda Gazze konusunda yekpare bir tutum oluşmasa da, örgüt üyesi ülkeler arasında Filistin meselesine ilişkin benzer politik görüşleri paylaşan gruplar mevcuttur.
Sonuç olarak, uluslararası toplumun mevcut yapısal sınırlılıklarına rağmen, Gazze’deki kriz gibi insani felaketler, yeni iş birliği biçimlerinin ve alternatif güç merkezlerinin ortaya çıkması için bir fırsat alanı sunmaktadır. Bu fırsatın değerlendirilebilmesi ise, krize yalnızca insani bir tepkiyle değil, aynı zamanda sürdürülebilir ve stratejik bir perspektifle yaklaşılmasına bağlıdır.
İsrail’e Karşı Organize ve Kolektif Bir Yaklaşımın Gerekliliği
İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği eylemler, uluslararası kamuoyunun yoğun tepkisini çekmiş ve bu tepkiler zamanla devlet düzeyinde somut adımlara dönüşmüştür. Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail’e karşı açtığı soykırım davası, Türkiye’nin İsrail ile ticareti tamamen durdurması, Kolombiya ve Bolivya’nın diplomatik ilişkileri kesmesi, ayrıca Norveç, İspanya ve İrlanda gibi Avrupa ülkelerinin Filistin Devleti’ni tanıması bu öncü adımlar arasında yer almaktadır. Bu gelişmeleri, Çad ve Namibya’nın diplomatik ilişkileri kesmesi, Slovenya’nın Filistin’i tanıması gibi diğer devletlerin girişimleri takip etmiştir. Bunun yanı sıra, Malezya ve Endonezya’nın BM onayıyla Gazze’ye barış gücü göndermeye hazır olduklarını beyan etmeleri, bu sürecin bölgesel değil, küresel bir mesele hâline geldiğini göstermektedir.
Bu gelişmeler aynı zamanda mevcut uluslararası sistemin İsrail’e yönelik ihlaller karşısında yetersiz kaldığını ve bazı devletlerin inisiyatif alarak kendi imkânları dâhilinde harekete geçtiğini göstermektedir. Devletler düzeyindeki bu tepkiler, toplumların adalet, ticaret ve siyaset alanlarındaki hassasiyetlerinin yansıması olarak da değerlendirilebilir. Her ne kadar henüz geniş çaplı kolektif bir hareketlilik sağlanamamış olsa da, yaşananlar bu yöndeki zemini olgunlaştırmaktadır.
Çözüm Odaklı Müslüman İşbirliği Arayışı
İsrail’in Gazze’deki saldırıları, sadece Filistinlileri değil, doğrudan ya da dolaylı olarak tüm insanlığı ilgilendiren bir krizdir. Ancak saldırıların en yoğun şekilde hedef aldığı kesimin Müslümanlar olduğu gerçeği, çözüm sürecinde İslam ülkelerine özel bir sorumluluk yüklemektedir. Filistin meselesiyle tarihsel, kültürel ve inançsal bağları olan bu ülkelerin, uluslararası sistemi harekete geçirme konusunda öncü rol üstlenmeleri gerekmektedir.
Ancak İslam dünyasındaki mevcut bölünmüşlük ve kurumsal hantallık, bu tür bir liderliği zorlaştırmaktadır. Örneğin D-8 benzeri yapılar, ortak bakış açısına sahip olmayan rakip aktörleri bir araya getirse de, bugüne kadar somut ve etkili kararlar alamamıştır. Diğer çok uluslu örgütlerde de benzer zorluklar görülmektedir; Avrupa Birliği ortak karar alma süreçlerinde reform arayışındayken, Birleşmiş Milletler’de kolektif hareket etme iradesi zayıf kalmakta, İslam İşbirliği Teşkilatı ise hızlı ve etkin kararlar almakta yetersiz kalmaktadır. Üye sayısının fazlalığı, teorik olarak bir güç göstergesi olsa da pratikte karar alma süreçlerini yavaşlatan bir dezavantaja dönüşmektedir.
Mevcut koşullar göz önünde bulundurulduğunda, 57 İslam ülkesinin tamamının İsrail’e karşı yekvücut hareket etmesi gerçekçi görünmemektedir. Ancak İsrail yanlısı olmayan, belirli bir kapasiteye ulaşmış, toplumsal desteği arkasına almış ve Filistin meselesinde benzer pozisyonlara sahip olan ülkelerin iş birliği geliştirmesi mümkün ve gereklidir. Bu çerçevede Türkiye, Malezya, Katar, Pakistan, Endonezya ve Cezayir gibi devletler, etkili ve çözüm odaklı bir Müslüman işbirliğinin öncüsü olabilecek potansiyele sahiptir.
Son yıllarda dünya siyasetindeki jeopolitik kaymalar, Müslüman ülkelerin küresel sistemde artan etkisine işaret etmektedir. Foreign Policy dergisinde yayımlanan bir analizde, geleceğin jeopolitik dengesini belirleyecek altı “salıncak devletten” (swing states) üçü Müslüman nüfusa sahip ülkelerdir: Türkiye, Endonezya ve Suudi Arabistan. Benzer şekilde, The Guardian gazetesinde yayınlanan bir değerlendirme, küresel rekabetin giderek daha az ikili hale geldiğini ve bağlantısız ülkelerin bu dengede belirleyici hâle geldiğini vurgulamıştır. Bu değerlendirmelerde Türkiye, Suudi Arabistan, Hindistan, Japonya ve Rusya gibi ülkeler ön plana çıkmaktadır.
Bu gözlemler, Müslüman ülkelerin sadece bölgesel değil, küresel ölçekte de yeni oluşacak güç merkezlerinde etkin rol oynayabileceğini göstermektedir. Bu durum, Filistin meselesi gibi acil insani krizler karşısında yeni ve etkili diplomatik platformların kurulması için önemli bir fırsat sunmaktadır.
İsrail’i Durdurmaya Yönelik Barış Konferansı Önerisi
İsrail’in Gazze’deki saldırılarını durdurmak ve kalıcı bir ateşkesi sağlamak amacıyla, mevcut tepkilerin daha organize ve kolektif bir yapıya dönüştürülmesi gerekmektedir. Bu çerçevede, Filistin konusunda benzer pozisyona sahip Müslüman ülkelerin öncülüğünde bir “Gazze Barış Konferansı” tertip edilmesi önemli bir başlangıç olabilecektir. Bu konferansta, “İsrail’i Durdurmak İçin Somut Eylem Planı” başlıklı bir gündem oluşturulmalı ve bu çerçevede bir “Filistin’i Destekleyen Devletler Deklarasyonu” kabul edilmelidir. Bu tür bir deklarasyon, hem Filistinlilere uluslararası meşruiyet sağlayacak hem de İsrail üzerindeki diplomatik baskıyı artıracaktır.
Bu konferansa, halihazırda meseleye insani bir perspektiften yaklaşan Güney Afrika, Bolivya, Kolombiya, Norveç, İrlanda, İspanya, Namibya, Çad ve Meksika gibi ülkeler de davet edilebilir. Bu ülkelerin böyle bir inisiyatife destek vermesi yüksek bir ihtimaldir. Ayrıca Çin ve Rusya gibi küresel aktörlerin de konferansa ilgisi olacağı öngörülebilir. Söz konusu girişim, İsrail’e karşı yükselen tepkileri kurumsal ve stratejik bir çerçevede toplarken, aynı zamanda mevcut uluslararası düzenin yetersizliklerini gündeme taşıyacak ve reform arayışlarını hızlandırabilecektir.
Bu süreçte, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ya kendi sorumluluğunu üstlenerek bu girişimi desteklemesi ya da yeni bir bölgesel yapının ortaya çıkmasına zemin hazırlaması beklenmektedir. Benzer şekilde, ABD ya İsrail’e karşı ciddi bir diplomatik müdahalede bulunacak ya da bu tür girişimlerle ABD dışında yeni bir küresel güç merkezinin oluşumu hızlanacaktır. Böyle bir konferans yalnızca İsrail’in Filistin’deki politikalarını sınırlamakla kalmayacak; aynı zamanda uluslararası ilişkilerde yeni bir dönemin başlangıcı olma potansiyeli de taşıyacaktır. Müslüman ve Müslüman olmayan birçok ülkenin de böyle bir insiyatif karşısında sessiz kalması pek mümkün görünmemektedir.