İslam dünyasında yaşanan şiddet ve terörü rahmet ayı Ramazan bile durduramadı. Uzun zamandır Körfez’in etrafında dolaşan IŞİD terörü nihayet Ramazan’dan önce Suudi Arabistan’ın Katıf ve Demman kentlerinde arka arkaya yaptığı eylemler ile (Cuma günü Şii camilerindeki intihar eylemleri) yüzünü gösterdi. Sönük tepkiler ve bir kaç gösteriden sonra unutuldu derken, bugün (26 Haziran) benzeri şiddet üç kıtada (Fransa-Avrupa, Tunus-Afrika ve Kuveyt-Asya) bir kere daha aynı yöntemler ile ortaya çıktı. Camilere düzenlenen intihar saldırıları ile onlarca insan hayatını kaybetti. Yüzlerce kişi yaralandı.
Ölmeye karar vermiş ve ölürken de başkalarını öldürmeye niyetlenmiş birini kim durdurabilir? Böyle bir ruh haline sahip bir teröristi engellemek adeta imkansızdır. Nitekim ölen ölüyor ve sonuçlar ne olursa olsun eylemleri yaptıranlar kazançlı çıkıyor. Bu halet-i ruhiyeyi idrak etmek mümkün değil, fakat bunu doğuran sebepleri, özellikle tarihi süreci veya tarihte benzer olayları analiz etmek de imkansız değil. Zaten çözüm arayanların da başlayacakları yer burası olsa gerektir.
Kestirme yoldan gideceğim. Uzun ve çetrefilli bir tahlil yapmayacağım. Sadece tarihten bir örnek vererek bugünkü saldırıların neden önlenemediğini tartışacağım.
Kısa bir süre önce iki kentinde terör ile yüzleşen ve aynı zamanda Yemen’de meşruiyetin iadesi iddiası ile terörist diye nitelediği Husilere karşı savaşan Suudi Arabistan’ın, meşru devlet niteliğini, egemenlik hukukunu tartışmak abes ile iştigaldir. Zaten dünyanın egemenleri başta olmak üzere bütün dünya ve BM nezdinde saygın ülkelerden birisidir Suudi Arabistan. Herkes onun ile işbirliği içinde veya işbirliği yapma yarışındadır.
Bugünkü devletin kurucuları olan Suud ailesi, 16. asırdan beri merkezi Arabistan’da Dir’iyye denilen yerde küçük bir emirlik olarak varlığını sürdürmekteydi. Kimseye zararı yoktu ve kimse ile problem yaşamamaktaydı. Çölde egemen olan bedevi kültüre göre daha yerleşik hayatı temsil ettiklerinden saygınlıkları da vardı. Etrafa hakim, suya ve kısmen Beni Hanife vadisinde tarım kaynaklarına sahip yurtlarının stratejik mevkii onları daha da merkezi duruma getirmişti. Dini taassupları yoktu. O coğrafyada kim ne kadar dindar ise onlar da o kadar dindar idiler ve taklit ettikleri Hanbeli mezhebini başkalarına zorla uygulatma gibi bir alışkanlıkları da yoktu.
Aynı asırlarda İslam dünyasının Avrupa, Asya ve Afrika’daki büyük bölümü gittikçe zayıflayan fakat kontrol ettiği coğrafyadan dolayı hala azametli görünen Osmanlı Devleti’nin idaresinde idi. Ama Osmanlı Devleti dış ve iç tehditler ile karşı karşıya idi. Merkez ile taşra arasında kopukluklar meydana gelmiş ve yer yer bölgesel mütegallibelerin yanı sıra mehdiler, mücedditler, nevzuhur din adamları vs. türemişti.
İşte bunlardan biri de aslen Orta Arabistan’dan olan ama Şam, Basra, Mekke ve Medine gibi İslam şehirlerini de gezerek bir takım fikirler geliştiren ilim/din adamı Muhammed b. Abdilvehhap’tır. Dini bilgisinin yeterliliği ve mensup olduğu aile açısından tartışılmayacak bir asalete sahiptir. Ancak fikirleri ne gittiği yerlerde ve ne de geri dönerek doğduğu yerde ciddiye alınmaz. Hatta biraz hafife alınır, ulema tarafından küçümsenir, kadılar tarafından dinden çıktığına dair fetvalar düzenlenir. Muzır ve müfsit görülerek İstanbul’a ihbar edilir.
Oysa o kararlı bir şekilde baskı gördüğü yerlerden ayrılarak daha uygun zeminler arar. Nitekim 1744 yılında Suudi ailesin sakin bir hayat sürdüğü Dir’iyye’ye (Suudi Arabistan’ın 20 km yakınlarında bir kasaba) sığınır. Orada Suudi Emiri Muhammed b. Suud’u zor da olsa ikna eder. Sakin ve kimseye zarar vermeyen bu emirliğe bağlı küçük kabileler kısa sürede birer ölüm makinesine dönerler. Zira Muhammed b. Abdülvehhab’ın öğretisi gayet basittir. Fazla düşünmeyi gerektirmez. Buna göre tarih boyunca Müslümanların hayatında bir düstur olan “Emr-i bi’l maruf ve nehy-i ani’l-münker” (Dinî vecibeleri yaptırmak ve din dışı olanlardan uzaklaştırmak) kuralını kılıçla bireysel olarak hayata geçirmek dini bir gerekliliktir. Bunun için kılıçla cihat yapmak gerekir. Coğrafyanın kadim tabiatı ile uyum gösteren ve esasında geleneksel İslami yorumlar ile de çelişmeyen bu anlayış etrafında toplanan kişi ve guruplar, kısa zamanda diğer kabileler üzerinde dehşet saçmaya başladılar. Bununla kalmadılar, Bağdat, Basra ve hatta Şam gibi büyük şehirleri tehdit ettiler. Olmadı Osmanlı sultanına, Müslümanların halifesine mektup yazarak onu “dine davet” ettiler.
Osmanlı Devleti bu gelişmeler karşısında çare üretmekte aciz kaldı. Bölge idarecileri bu şiddet karşısında sürekli merkezden yardım almalarına rağmen hiç bir şey yapamadılar. Bunlar kendilerinde yeterli gücü görünce 1801 yılında, bid’at kabul ettikleri için Şiilerin Kerbela’daki Muharrem matemlerini basarak, binlerce insanı öldürdüler. Ölenlerin arasında yüzlerce İran vatandaşı da olduğundan bu durum Osmanlı-İran arasında diplomatik sorunlara sebep olacaktır. Bunun ile yetinmeyen bu hareket, kısa zamanda bütün Müslümanların gözde şehirleri Haremyn’e; Medine ve Mekke’ye yönelip buraları işgal edecek ve ancak böylece meselenin ciddiyeti fark edilecektir. Burada tarihi daha fazla uzatmanın faydası yok (detayları merak edenler benim 1998 yılında yayımladığım kitaba bakabilirler). Birazcık toparlanan Osmanlı Devleti Mısır valisi Mehmet Ali Paşa aracılığı ile de olsa bu işgalleri kaldıracak ve bir süreliğine bu hareket yavaşlayacaktır. Zaten artık Vehhabi hareketi kendine bir coğrafya ve siyasal bir zemin de hazırladığından yöntemlerini değiştirecek ve uzun süren bir devletleşme sürecine girecektir.
Yakınçağ tarihimizin önemli simalarından Ahmet Cevdet Paşa bu duruma adeta isyan edecek ve “50-60 sene sürmesine ve devlet içinde devlete dönüşmesine rağmen bu mezhep meselesinde merkez ulemasının yeterli bilgi sahibi olamamasını inanılmayacak bir durum” olarak niteleyecektir.
Aslında bugüne ne kadar benziyor değil mi? Mezhep çatışmaları ve özellikle IŞİD terörü karşısında her kafadan bir ses çıkıyor ama tedbire başvuracak bir fikir birliği yok.
Tarihin belgeleri ile bizi sunduğu hakikatlere rağmen bugünkü duruşa benzerlik arz eden ilginç bir algı daha vardır. Vehhabiliğin kurucusu olan Muhammed b. Abdilvehhab’ın hareketi Türkiye dahil İslam dünyasında, bir dış tertip, Müslümanlara bir komplo ve daha özel olarak İngilizlerin ve Yahudilerin ürettiği bir hareket olarak zikredilir.
Bu iddiayı destekleyecek argümanlar geliştirildi, sahte misyoner anıları yazılıp yayımlandı, büyük meblağlar harcandı. Daha da önemlisi bunları yaparken sadece farklılaşmak adına İslam fıkhı ile ilgili kurallar da devreye sokularak yeni bir retorik geliştirildi (Tekfirciliği tekfir ile karşılayan yeni bir söylem). Oysa hakikat bu değildir. Muhammed b. Abdilvehhab hareketi tamamen dengesi sarsılan iç dinamiklerin ve eskiden beri İslam dünyasında meşruiyeti olan fikirlerin ürettiği bir figürdür. Ancak bu hareket karşısında acziyet gösterenler onu “dış mihraklar komplosu” ile izah etmek kolaycılığına kaçmışlardır. Yine burada teolojik bir tartışmanın içine girerek sözü uzatmak yerinde olmayacaktır. Ama gerek Osmanlı ulemasının ve gerekse diğer coğrafyalardaki ulemanın ürettiği eserler defalarca incelemeye konu olmasına ve reddiyeler yazılmasına rağmen bugün Müslümanların bütünüyle ret edemediği “Selefilik” diye ciddi bir problemi vardır. Zira dinin ana kaynakları olan kitap ve sünnet bütün Müslümanların temel dayanağı olduğu gibi Selefilerin de ana retoriğini oluşturmaktadır.
Düşünce ve fikirler su gibidir. Esasında saf ve berrak olan hayatın kaynağı su uygun mecralarda akarken, coğrafyasına göre faydalı nehirlere, gereksiz birikintilere ya da geçit vermez göl ve bataklıklara dönüşebilir. Dini referans alan hareketleri de bu metafor ile izah etmek mümkündür. Bugün İslam dünyası IŞİD bataklığına saplanmıştır. Karşı yakadakilerden sürekli yardım talep edilirken yeni tuzaklar ve handikaplar ile karşılaşılmaktadır. Bu yüzden ciddi bir öz eleştiri zarureti vardır.
Bugünkü IŞİD, El Kaide, Boko Haram, Şebab vb. gurupların sebep oldukları terörün ilham kaynağını sadece meşru bir devlet olan Suudi Arabistan ile ilişkilendirmek hakikati yanlış yerde aramak olur. Günümüzde Selefi hareketin yegane devleti olan Suudi Arabistan da dini referanslı terör ile yüzleşmek zorunda kalmıştır. Suudi Arabistan kendisinin meşruiyet kaynağı olan Selefi akide ile aynı söylemi sürdüren terörün teolojisi arasında sıkışmıştır.
Peki İslam dünyasının geri kalanı bundan azade olabilmiş midir? Mesela Sünni bölgelerdeki teröre Şiiler, Şii bölgelerdeki teröre Sünniler samimi ve içten bir tepki gösterebiliyorlar mı, yoksa idare-i kelam ile mi yetiniyorlar? Eskileri karıştırmadan mesela Tunus, Kuveyt ve Ayn el Arab (Kobane) saldırılarına karşı gelişecek tepkileri birlikte takip ederek bu soruya cevap arayalım. Burada soruları daha da özele indirmek mümkündür. Ancak onları başka yazıların konusu yapalım. Fakat uyarımızı da yapmadan geçmeyelim. İslam dünyası kendi hakikati ile yüzleşmelidir. Bunu yapamadığı takdirde kendi coğrafyasında yine yeni bir radikal siyasal yapı ile nasıl ilişkiler geliştireceğini şimdiden düşünmek zorundadır.