Ortadoğu coğrafyasında bugün yaşanan çatışmaların yakın tarihte yaşanmış vakaların bir nevi uzantısı mahiyetinde olduğu ve bugün hala devam etmekte olan küresel enerji rekabetiyle doğrudan alakalı olduğu bir gerçektir. Bu rekabetin tarihi temellerinde petrolün yattığı kuşkusuzdur.
Tarihin birincil kaynakları, alternatif bir yakıt olarak petrolün sahaya girişiyle sektörde yeni bir rekabetin başladığını kaydetmektedir. Zira on dokuzuncu yüzyılda Amerikalılar petrolü kendi topraklarında bulduklarında Ruslar da Hazar’da “siyah altın” kaynaklarına ulaşmışlar ve İngilizler ve Almanlar ise Osmanlı mülkü Mezopotamya (Irak) topraklarındaki petrolleri ele geçirme mücadelesi vermekteydiler. Bu dönemde İran’daki petrolü ele geçiren İngilizler aynı zamanda Almanya’nın Osmanlı topraklarında yayılan nüfuzunu durdurmaya çalışıyorlardı. Büyük Harp sonrasında yeniden paylaşım yapıldığında İran petrolleri İngilizlerin elinde kalırken Irak petrollerindeki Alman hisseleri Amerikalılar ve Fransızlara devredildikten sonra Türkiye de 1926’da Musul’daki petrol haklarından vazgeçmişti.
Bu ortamda Sovyet Rusya’ya karşı batı bloku Ortadoğu petrollerini ele geçirmiş oldu. Ruslar, Doğu Avrupa ve Hazar petrollerini elde tutarak enerji dünyasında ABD, İngiltere, Fransa liderliğindeki bu bloka meydan okuyordu. İkinci Dünya Harbi’nden sonra Kuzey Afrika ve Basra Körfezi’nde açılan yeni petrol kuyuları ve kaynakların yeniden paylaşılması esnasında Batılı müttefikler arasında yaşanan ihtilaflar, Moskova’ya Ortadoğu’da yeni imtiyazlar elde etmesi yolunda stratejik bir fırsat sunmuştu.
Bahsi geçen coğrafyada bugün yaşanan çatışmalar yakın tarihte yaşanmış vakaların bir nevi uzantısı mahiyetindedir ve bugün hala devam etmekte olan küresel enerji rekabetiyle doğrudan alakalıdır.
Rekabeti Enerji Üzerinden Okumak
Her ne kadar 20. yüzyıl siyasetinin temel dinamiğini oluştursa da, ABD Rus rekabetini daimi olarak görmeyen ve pragmatik yaklaşımlar ortaya koyan siyaset yapıcılar da mevcuttu. Rusya ile bu rekabet algısı ve bu duruma pragmatik olarak yaklaşılması gerekliliği henüz 19. yüzyılın sonlarında ABD liderleri arasında bile görülmekteydi. Örneğin iç savaş döneminde ABD Dışişleri Bakanlığı yapmış olan W. H. Sewart gibi bazı isimler, Avrupa’yı Rusya ile dengeleme stratejisini savunuyorlar ve bunu dile getiriyorlardı: “Rusya ile menfaatlerimiz çatışmaz. Yayılma politikalarımız farklılık gösteriyor. İki zıt istikamette yayılmayı hedefleyen ABD ve Rusya yüz yüze gelmedikçe menfaat çatışması yaşamaz ve iki dost ülke olarak müttefik olabiliriz.”
Bu görüş o gün için doğruydu ancak ilerleyen yıllarda özellikle enerji bağlamında başlayacak olan çekişme bu görüş aksine adımların atılmasını gerektirecekti. Bu bağlamda dünyanın yeni enerji kaynağı petrolün piyasaya çıkışı ve hem ABD’nin hem de Rusya’nın Avrasya hattındaki jeopolitik çıkarlarının peşinden gitmesi bu küresel çekişmenin belki de temellerini başlatmıştı.
1917’de Rusya’da yaşanan Bolşevik Devrimi ile birlikte komünist devrimciler, iktidarı ele geçirdiklerinde sadece Romanovları değil aynı zamanda bu hanedanın para kasası olan oligarkları da çökertmişlerdi.
Enerji Rekabetinin Aktörleri
Meşhur Nobel ailesi bunların başında gelmekteydi. Nobeller, dünyanın ilk petrol şirketlerinden birisi olan Branobel’in sahibiydiler. Bu şirket, Bakü’deki kaynakları kontrol ediyordu ve Amerikalı petrol devi Rockefeller ailesi ve müttefiki Rothschild Ailesi’nin enerji sektöründeki en önemli rakibiydi. 1920’de Bolşevikler şirketin yarısını millileştirince Nobel Ailesi zor durumda kaldı ve elindeki şirketin diğer yarım hissesini Rockefeller’ın petrol şirketi Standard Oil’e satarak Rusya’yı terk etti. İlerleyen yıllarda Sovyetlerin elindeki hisselerini kurtarma mücadelesini verdi.
Romanya ve Azerbaycan’daki petrol kaynaklarını ele alan Bolşevikler, kendisinden önceki Çar hükümeti gibi enerji piyasalarında yayılmayı hedefleyen siyasi düzenin koltuğuna oturmuştu. Bu dönemde Amerikalılar ve Sovyetler arasında ortak petrol işleri yapıldığı bile oldu. Rusya’nın Batı bloku ile olan rekabeti, enerji bölgelerini ele geçirmek ve bu bölgelerin pazarlara ulaştığı güzergâhlara nüfuz etmek şeklinde gelişiyordu.
1999’da Boris Yeltsin’in istifasıyla Rusya’nın idaresini ele alan ve o günden itibaren nüfuzunu sürekli arttıran Vladimir Putin, Rus enerji sektörünü de kontrolü altına almayı başardı. Dış politikada tıpkı Çarlık ve Sovyet dönemlerindeki gibi stratejik idealler ile Rusya’yı tekrar küresel bir aktör haline getirerek ülkesini yeniden rekabetin bir tarafı yaptı.
19. yüzyılda ABD’de kurulan Standard Oil Şirketi’nin sahibi Rockefeller ailesi, önce Meksika Körfezi ve daha sonra Basra Körfezi’ndeki petrol piyasalarının liderliğini ele geçirmişti. Günümüzde bu şirketten türemiş yeni alt şirketler vasıtasıyla yer kürenin pek çok yerinde hala petrol çıkarmaktadırlar. Böylece dünya petrol pazarının hatırı sayılır kısmına ellerindeki dolar endeksli petrol satış gücü üzerinden yön vermekteler. Dünya petrol krizlerinin yaşandığı 1970’lerde Rockefeller Ailesi’nden Nelson Rockefeller bizzat ABD Başkan Yardımcısı olarak işlere müdahale etmekteydi. Irak’ı işgal eden Başkan Bush’un Dışişleri Bakanı da Standard Oil’in uzantısı Chevron’un yönetim kurulu üyesiydi. Donald Trump’ın dış politika vekilinin de Standard Oil’in bir diğer uzantısı olan petrol şirketinde CEO olması aynı şekilde şaşırtıcı değildir.
Exxon-Mobil’in CEO’su Rex Tillerson gibi petrolcü birinin Dışişleri bakanlığı makamına getirilmesi, ABD’nin sadece Rusya ile enerji rekabetini yenilemekle kalmayıp Irak ve Suriye’de yeni ve çok daha istekli bir dış politika oyunu kurmaya hazırlandığını da gösteriyor. Tillerson’ın geçtiğimiz yıllarda Rus petrol sahasındaki girişimlerinin Putin’in takdirini kazanmış olması özellikle Avrupa’da endişeye yol açmakta.
Ortaklık Denemeleri
ABD 2003’te Irak’a girip bu ülkenin petrolünü tamamen ele alırken Ruslar ve İngilizler arasında dev bir petrol ortaklığı başlıyordu. Rusyalı Yahudi iş adamlarının aracılığında Rus şirket TNK ile BP arasında başlayan bu teşebbüs, dünyanın en büyük petrol şirketi olma iddiasındaydı. 2009’da Washington – Londra – Paris – Moskova arasında yaşanan diplomasi trafiği ve ayrıca Obama’nın Avrupa başkentleri, Ankara ve Moskova’daki temasları çok dikkat çekicidir.
2011’de Suriye’de işler karışırken ve Rus petrol pazarındaki İngiliz ortaklığı sona yaklaşırken aynı anda ABD’nin küresel devi Exxon-Mobil ile Rus enerji devi Rosneft arasında ortaklık antlaşması yapıldı. Antlaşma, Rusların Amerikan şirket üzerinden teknoloji transfer ederek küresel piyasalarda iş yapmasını ve Amerikalıların da Rusya’da petrol çıkarmasını sağlıyordu. Bu durumda Amerikalı şirket Rusya’da İngilizlerin önüne geçmişti. Ancak 2014’te Rusya’nın Ukrayna’ya girmesiyle bu antlaşma iptal edildi. Bu tarihten itibaren Batı’da Rusya’ya müeyyideler başlatıldı.
Rus enerji sektöründe büyük ortaklık girişiminde bulunan Fransız Total’in CEO’su Christophe de Margerie de bu yıl içinde Moskova’ya düzenlediği bir iş seyahatinde hayatını kaybetti. Putin ile yakın temas kuran Fransız iş adamının uçağı pistte kalkışa geçeceği sırada bir kar temizleme aracına çarptı ve ölümüne yol açtı. Bu ölüm, Fransa – Rusya arasındaki enerji işbirliğine karşı tehdit olarak görüldü.
Aynı dönemde Exxon-Mobil CEO’su Tillerson, Rusya’ya uygulanan yaptırımlara karşı olduklarını açıkladı. Şirket, bu ortamda büyük para kaybediyordu. Batı’daki baskılar sonucu Fransızlar da Rusya’dan çekilmeye başladılar ve 2016’da Total Rusya’daki dev yatırımlarını askıya aldı. Aynı yıl içinde ABD Başkanlık Seçimleri’nde iktidarı kazanan Donald Trump, Tillerson’ı niçin hariciyenin başına getireceğini söylerken onun küresel oyunu ve oyuncuları yakından tanıdığını ifade ediyordu.
Rekabetin Ortadoğu’daki Yansımaları
Yaşanan bu rekabetin Ortadoğu’daki yansımalarının önemli bir nedeni de bu kaynakların hedeflenen pazarlara ulaştırılması için elzem olan yollardan nasıl geçirileceği ile doğrudan alakalıdır.
Irak petrollerini batıya nakletmek için 1930’larda hayata geçirilen ve İngiliz – Amerikan – Fransız ortaklığında çalıştırılan Musul – Hayfa Petrol Boru Hattı, 1948’de İsrail’in kuruluşuna dek Akdeniz’e petrol pompalamıştı. Kuzey Irak petrollerini Suriye üzerinden Lübnan ve Suriye limanlarına bağlayan bir diğer boru hattı ise 1950’lerde hizmete açılmıştı. Her iki hat da Arap – İsrail savaşları ve diğer çatışmalara bağlı olarak defalarca kez saldırıya uğramıştı.
Amerikan şirketleri İkinci Dünya Savaşı esnasında Suudi Arabistan’daki petrolleri Akdeniz limanlarına bağlayacak olan Tapline (Trans-Arabian Pipeline) Projesini masaya yatırmışlardı. Bu proje bir bakıma, İngiliz ve Fransız şirketlerinin Ortadoğu’daki çıkarlarının geleceğine de meydan okuyordu. İngilizler, Doğu Arabistan’daki Amerikan girişimlerini durdurmaya çalıştıysalar da başarılı olamadılar. Hatta 1953’ten sonra İran’daki petrol haklarını bile Amerikalılar ile paylaşmak mecburiyetinde kaldılar.
1979’a dek İran petrollerinde İngiliz – Amerikan hâkimiyeti devam etti. Fransızlar, Tapline’da ortak olamadıkları için Amerikalıları suçladılar. Bu dönemde Paris – Washington arasında derin rahatsızlıklar yaşanmıştı. Bunun ötesinde Ortadoğu’nun tabii kaynaklarını idare etme yolunda iki müttefik ABD – Britanya arasında yaşanan anlaşmazlıklar da Ruslar için fırsat doğuruyordu. 1957’de Sovyetlerin Suriye’ye yerleşmeye başlaması da bunun uzantısı olarak değerlendirilebilir. Bir bakıma, Rusya’nın bugün Suriye’de bulunan varlığı o günlerde yaşanan İngiliz-Amerikan rekabetinin bir sonucudur.
1979 İran İhtilali akabinde Tahran ile Washington arasında yaşanan gerilimler İran – Irak (1980-1988) Savaşı’na yansıdığı gibi İngiliz-Amerikan rekabeti ve Fransa’nın Ortadoğu’da bu ikisiyle ihtilaf yaşaması Irak ve Suriye’yi de etkilemiştir. Irak ile ihtilaf yaşayan İran ve batılı şirketleri bölgeden çıkarmaya çalışan Rusya, çoğu defa Suriye’nin Kuzey Irak – Banyas Petrol Boru Hattı’nı kapatmasını sağlamıştır. Bu şartlarda Şam’ın maddi kaybını çoğu defa Moskova, bazı zamanlarda Tahran karşılamıştır.
Bu süreçte Rusların Suriye’ye askeri güvenlik sözü vermesi Şam’ın batılı başkentler aleyhinde alacağı kararları da hızlandırmıştır. Ruslar bu hamleleriyle Ortadoğu’daki ülkeleri piyasaya bol petrol arzı yapmaya zorlayan batılı rakiplerinin önünü kesmeye çalışıyordu. Zira 1980’li yıllarda ABD, Suudi Arabistan ile işbirliği halinde petrol arzını yüksek tutup fiyatların dip yapmasını sağlayarak en büyük gelir kaynağını petrolden elde eden Sovyet ekonomisini çökertmeye çalışıyordu. Böylece ABD, Sovyetler ile sıcak savaşa girmeden Soğuk Savaş’ı sona erdirecekti. Tapline’ın da 80’li yıllarda kapatılması Suriye’yi Rusya’ya tam bağımlı hale getirdi.
Bu gelişmeler Ortadoğu’daki enerji akışında yeni krizlere, buna bağlı pazarlık taleplerine ve beraberinde gelen çatışmalara yol açtı. Nihayetinde 90’lı yıllar, enerji gelirlerini kaybeden Sovyet rejiminin çöküşüyle bölgede fiili Amerikan – İngiliz hakimiyetinin başlayacağı dönem arasındaki geçişi sağlamıştır.
Günümüzde Ortadoğu coğrafyası yeni enerji kaynakları ve yeni güzergâhlar üzerinde hesap yapan çok sayıda oyuncuya ev sahipliği yapmaktadır. Bunun yanında Avrupa’nın tabii gaz ihtiyacının 1/5’ini karşılaması hesaplanan Azeri gazının TANAP Projesi ile Türkiye üzerinden Avrupa’ya bağlanması için yapılan çalışmalar devam ederken Doğu Akdeniz’de keşfedilen yeni kaynakların da Anadolu coğrafyasıyla Batı’ya aktarılması gündemdedir.
Diğer taraftan Tapline benzeri bir projeyle Basra Körfezi’ndeki gaz ve petrol kaynaklarının eskiden olduğu gibi yeniden Suriye üzerinden Akdeniz’e bağlanması da oyuncular arasındaki anlaşmaya bağlı olarak gündemdedir.
Moskova için eskiden olduğu gibi enerji fiyatlarının düşmemesi için ve Avrupa’nın Rus gazına ihtiyacının ortadan kalkmaması için Suriye’de Moskova’nın sözünün geçmeye devam etmesi gerekiyor. Bu çerçevede Suriye, Rusya için son kale olma vasfını sürdürecektir.