11 Mart 2020’de BM destekli Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) küresel pandemi ilan etti. Bundan kısa süre önce (8 Mart 2020) ORDAF’ın bu köşesinde bir görüş yayınladık. Henüz yerli ve yabancı literatürde “post-korona” ifadesi kullanılmış değildi. 2001’den itibaren kullanılan “11 Eylül sonrası” ifade kalıbı gibi bundan sonra “korona sonrası” ifade kalıbıyla konuşulacağına dikkat çekmiştik. Bu tespitin kaynağı küresel medyanın 2019 sonlarından itibaren sunduğu habercilik şekliydi. Çünkü 11 Eylül 2001’den beri küresel medya bu kadar tek sesli davranmamıştı. Pandemi ilanı; İkiz Kuleler ve Pentagon binalarına yapılan saldırılardan yıllar sonra çok daha büyük bir güvenlik meselesi olarak dünyanın gündemine yerleşti. 11 Eylül’den sonra Afganistan işgal edilmişti. Bunu Irak işgali izlemişti. Oysa Amerikan stratejistlerin bir kısmı ve Pentagon’daki bir kanat, İslam dünyasında “terörle mücadele”yi değil küresel arenada “iklim değişikliğiyle mücadele”yi savunuyorlardı. Şimdi post-korona günlerinde bu tartışmaların benzeri yeniden yapılıyor ve ABD öncülüğünde “iklim değişikliğiyle mücadele” politikaları tartışılıyor. BM ve diğer küresel yapıların desteklediği bu mücadelede bütün devletlerin yeşil politikayı benimsemesi bekleniyor. Bu yazıda, Türkiye’de henüz konuşulmayan petro-devletten elektro-devlete geçişi ve Batı’da yeni dünya düzeni için öngörülmüş bazı senaryoları ele alacağım.
Her dünya savaşından sonra yeni bir “dünya düzeni” tartışması yaşanmıştır. Akademide bu tartışmalar önce Uluslararası İlişkiler disiplinini doğurmuş, sonra bu disiplin çatısı altındaki teorileri doğurmuştur. İdeolojiler ve rejim modelleriyle insanın yapısı, toplumun yapısı ve devletin yapısı arasında ilişkiler analiz edilmiştir. İnsanın neden çatıştığı ve barıştığı, devletlerin ve devlet dışı aktörlerin milletlerarası ortamda ilişkilerini neye göre yürüttükleri tartışılmıştır. Farklı teoriler aynı meseleyi başka açılardan ele almıştır. Bunlardan başka bir de devlet kuruluşları ve küresel girişimcilerin araştırma kuruluşları tarafından yapılan analizler vardır. Mesela Pentagon’un 2003’teki bir raporuna göre, “bozulan iklim ve yetersiz kalacağı belli olan tabii kaynakların stratejik konumu” yakın gelecekte büyük çatışmaları başlatma potansiyeli taşımaktadır. Hükümetler ve devlet dışı aktörler için bu raporlar önem arz etmektedir. 2020’de başlayan pandeminin tesirlerini de bir dünya savaşı mesabesinde görecek olursak, bu savaş sonrasında bir düzen kurulacaktır. Peki, önümüzdeki dönemde (buna kısaca beşte birini tamamladığımız 21.yüzyıl diyebiliriz) yeni dünya düzeni nasıl oluşacak? Devlet ve toplum yapısında nasıl bir dönüşüm bekleniyor?
Petro-Devletli Dünya Düzeni Sona Ererken ABD
Post-korona, BM’nin 2030 vizyonu öncesinde 2020’li yıllar boyunca devam edecek bir geçiş devresi olacağa benziyor. Amerikalı stratejist George Friedman’ın 2020 başlarında yayınlanan kitabında (The Storm Before the Calm) savunduğu teze göre, 2020’li yıllar ABD için karanlık geçecek. Bu dönemin sancılı geçmesi, yeni bir dünya düzenine geçişin sonucu olacak. ABD, bu sancılı dönemi iyi idare ederse küresel liderliğini güncellemiş ve sürdürmüş olacak. Dünya Ekonomik Forumu ise 2020’lerin sonunda ABD’nin küresel liderliğinin sona ereceğini öngörüyor.
ABD’nin geleceğini tartışan önemli isimlerden biri de Jeremy Rifkin’dir. Amerikalı stratejist, Avrupa’da ve Çin Komünist Partisi’nde övgüyle ve ilgiyle takip edilen isimlerden biridir. Kendisi sadece akademik bir teorisyen değil aynı zamanda yeni sanayi inkılabının uygulayıcısı olma iddiasındaki TIR Consulting Group Başkanı olarak Alman ve Çin hükümetlerine akıllı şehirlerin gelişimi ve petrol sonrası sanayi modeli için danışmanlık hizmeti sunmaktadır.
Jeremy Rifkin, ham kaynağı karbon (petrol-gaz-kömür) olan enerji çağının sona ermek üzere olduğuna inanıyor. Rifkin’e göre bundan sonra devletler geleceğe yatırım yaparken bütün planlamalarını otomasyon (robotik) teknolojilerinde görülen yenilikleri dikkate alarak yapmak zorundadır. Aksi halde kalabalık nüfus rakamları teknolojik gelişme karşısında bir kriz doğuracaktır. 1995’te yayınlanan The End of Work kitabında Rifkin bunu şöyle ifade etmişti:
“21. yüzyıl dünyasında nüfus artışından gelen yük ile iş imkanlarının azalması ortamında yaşanacak çatışma küresel çapta doğan ileri teknoloji ekonomisinin jeopolitiğini şekillendirecek.”
Rifkin, “ileri teknoloji ekonomisi” derken 21. yüzyılda nesnelerin interneti dünyasında akıllı şehirlerin geliştirilmesi ve robot nüfusundaki artışın insan nüfusunu baskı altına alacağına dikkat çekiyordu. Bu görüşe göre, yapay zekanın otomasyon gücü, insanlığın iş gücünü azaltarak büyük işsizlik çağını başlatmış olacak. Yeni nesil teknolojik gelişmeler, petrol sonrası çağa geçiş için büyük dönüşümü tetikleyecek. 2020’li yıllarda karbon maddelerin küresel sanayi ve ekonomi üzerindeki hakimiyeti erime gösterecek. ABD eğer petrol sonrası çağa hazırlıklı davranmazsa liderliği kaybedebilir.
Pentagon, Rockefeller ve Gates’in Öngörüleri
Teknolojinin yeni nesil uygulamaları ve küresel topluma dayattığı radikal dönüşümün getireceği tesirler Rockefeller ve Gates vakıfları tarafından analiz edilmiş, dikkate şayan raporlar ve projelerle ortaya konmuştur. Robotiğe büyük yatırımlar yapan Pentagon’da ise ABD’nin dış politika çizgisini Ortadoğu’daki gereksiz savaşlara değil iklim değişikliğiyle mücadeleye odaklamak isteyenler vardır. Bu ekibin stratejisi, Jeremy Rifkin’in savunduğu tezde olduğu gibi, bir petrol ülkesi olan ABD’yi petrol sonrası çağın liderliğine yöneltmeyi hedeflemektedir. Aksi halde küresel finansörlerin desteğiyle Çin, yenilenebilir enerji kaynakları ve yeni enerji üretiminde 5G sonrası elektro-devlet modelinde lider olacaktır.
Microsoft’un kurucusu Bill Gates de Jeremy Rifkin gibi Çin Hükümeti ile petrol sonrası çağın altyapısı üzerinde çalışmaktadır. Gates’in şirketi TerraPower ile Çin Hükümeti arasındaki işbirliği, yeni nesil nükleer enerji platformlarını inşa etmeyi hedeflemektedir. Ancak bu işbirliği petrol merkezli düzeni savunan Amerikan (Trump) Hükümeti tarafından saldırıya uğramıştı. Çünkü ABD’de Demokrat Parti merkezli liberaller, BM ve küresel kuruluşların liderliğiyle birlikte petrol sonrası çağa geçiş dönüşümünü yönetmeyi savunurken Trump Hükümeti’ni desteklemiş olan statükocu Amerikan (milliyetçi-muhafazakar) lobiler petrol çağını desteklemektedir. Bu lobiler, Amerikan petrol sektörünün adeta kurucu lideri sayılan Rockefeller ailesiyle mücadele etmektedirler. Ailenin yatırımlarını petrolden çekip karbon sonrası çağa yöneltmesi, sektördeki ortakları ve ExxonMobil gibi Amerikan enerji devlerini rahatsız etmektedir. Adı geçen şirketin yönetim kurulu ve hissedarlarıyla Rockefeller ortakları arasında yaşanan anlaşmazlıkların hukuki davalarla devam etmesi Amerika’da statüko ile değişim arasında yaşanan savaşı göstermektedir.
Bill Gates, 2016 seçimlerinin sonucu belli olunca yeni başkanı henüz Beyaz Saray’a çıkmadan Trump Tower’daki ofisinde ziyaret etmişti. Çin’deki girişimlerin ABD aleyhinde olmadığını anlatmıştı. Ancak Çin’in petrol sonrası elektro-devlet çağına liderlik girişimini endişeyle izleyen Pentagon’daki bir kanat ve Amerikan petrol lobisi, Gates’in projelerine karşıydı. Başkan Trump, 2019’da Çin’e teknoloji transferini ve desteğini yasaklayan kararı açıkladı. Bill Gates, TerraPower’ın Çin’deki projeyi ABD’de yapabileceğini ancak bunun için gerekli düzenlemelere ihtiyaç duyulduğunu ifade etti. Elbette bu yaşananlar sadece ABD – Çin arasındaki rekabeti değil aynı zamanda ABD’nin kendi içindeki mücadeleyi temsil ediyordu.
Pentagon’un 2003’teki raporunda “Küresel İklim Değişikliği” senaryolarına yer verilmişti. Bu senaryoya göre, dünya nüfusunun fazla artmasının sonucu olarak insanlık büyük bir felakete sürükleniyor, bozulan iklim ve yetersiz kalacağı belli olan tabii kaynaklara talep yüzünden gelecekte nükleer enerjiye ve silahlara yönelimin artacağı öngörülüyor ve bu kaynaklar üzerinde büyük bir savaşın doğabileceği düşünülüyordu. Pentagon’un 2003’teki bu felaket senaryosuna göre, 2020’de Avrupa’da su kaynakları ve mülteciler yüzünden gerilimler yaşanacaktı. 2020’ye bugünden baktığımızda Avrupa’da su başlıklı bir kriz henüz tam gündem olmasa da mültecilerin kıtada yabancı karşıtlığını tetikleyip sağcı oyları artırdığını görmekteyiz. Rapor, Güneydoğu Asya’da krizlerin çıkacağını öngörmüştü. Bölgedeki kriz potansiyeli sürekli var olsa da henüz gerilim patlama noktasına yaklaşmış görünmüyor. Raporda ayrıca Körfez ve Hazar çevresinde yaşanacak jeopolitik problemler yüzünden petrol fiyatlarının artacağı öngörülmüştü. Hazar – Karadeniz hattında Türkiye’nin de dahil olduğu Karabağ Savaşı hariç petrol fiyatlarına yansıyacak bir kriz görülmediği gibi Körfez’deki gerilimler de fiyatları çok fazla etkilemedi. 2020’de petrol fiyatını çökerten esas sebep korona pandemisi oldu. Dolayısıyla Pentagon raporundaki tahminlerin çoğu gerçekleşmedi. Rapora göre 2025’te AB dağılma noktasına gelecek; Çin iç savaşa sürüklenecek; ABD ile Çin Suudi Arabistan’da karşı karşıya gelecekler. Pentagon, sonraki yıllarda Çin’i çevreleme politikasını savunmaya devam etti.
2003’teki Pentagon raporunda imzası olan Peter Schwartz, 2010’da bu kez geleceği çok daha isabetli öngörülerle tasvir eden Rockefeller Vakfı’nın bir raporuna önsöz yazdı. Rockefeller raporunda “teknolojinin rolü ve küreselleşmenin geleceği” ele alınmıştı. Vakfın o günkü başkanı J. Rodin’in ifadesiyle bu rapor, “dünyanın yöneldiği çok yönlü ve farklı” bir yolda yaşanacaklara ilgi duyanlar için çok önemliydi. Gerçekten Pentagon raporuyla kıyaslandığında Rockefeller raporunun dikkate şayan nokta atışlar yapabildiğini söyleyebiliriz. Bu rapordaki gelecek senaryosu dünyayı eve kilitleme safhasından bahsediyordu. Bu senaryoya göre, gelecekte bir pandemi çıkacak, ülke liderleri kriz yönetimine başladıklarından otoriteleri güçlenecekti. Hükümetler vatandaşlarını maske takmaya mecbur bırakacaklar ve toplu mekanlara girişte ateş ölçümü yapılacaktı. Sosyo-ekonomik hayatın kilitlenmesi uzun sürdüğü takdirde bazı ülkelerde isyan hareketleri görülebilecek, seyahat hareketliliği sınırlanacağı için toplantılar dijital ortama kayacaktı.
Rockefeller raporuna bugünden baktığımızda pek çok tahminin isabetli çıktığını görüyoruz. Raporun salgın sonrasına dair öngörüsüne göre, pandemi travması öyle bir noktaya gidecek ki salgın sona erdiğinde bile vatandaşlar üzerindeki otoriter kontrol mekanizması sona ermeyip artacak. Vatandaşlar sağlığı için demokratik haklarından vazgeçmeyi göze alacaklar. Bütün insanlar biyolojik bilgilerini içeren ve takibi daha mümkün olan biyolojik kimlik kartlarıyla kaydedilecek. Hastalıkların yeni nesil teknolojik cihazlarla taraması daha hızlı yapılacak.
Pentagon’un Ocak 2017’deki bir diğer raporu, yakın geleceğe dair isabetli tahminlerde bulundu. Raporda dünyayı etkileyecek büyük bir salgın ihtimaline dikkat çekildi. ABD’nin böyle bir pandemi ile mücadeleye hazırlanması gerektiğine atıf yapıldı. Rapordan kısa süre sonra Bill Gates, biyolojik silahların ve salgınların yakında yol açacağı tehlikeleri dünyanın gündemine taşıdı. Rockefeller Vakfı ile ortak projelerde çalışan Gates Vakfı benzer verileri analiz etmektedir. Biyolojik bir salgın veya saldırının insanlığı çok farklı yerlere sürükleyeceğini Bill Gates geçmiş yıllarda gündeme getirmişti.
Gates, 2017’deki Münih Güvenlik Zirvesi’nde konuşurken biyolojik silahların yakında kullanılabileceğini ve milyonlarca insanı öldürebileceğine dikkat çekmişti. Gates Vakfı’nın Rockefeller Vakfı gibi geleceğe dair isabetli görüşlerin merkezi olduğunu söyleyebiliriz. Bill Gates, dünya nüfusundaki artış hızı ile enerji tüketimi arasındaki korelasyonları analiz ederken (2010 Ted Konferansı’nda) problemin azaltılmasını nüfus artışının kontrol altına alınmasına bağlamıştı. Pek çok stratejist gibi Gates’in savunduğu tezin özeti: nüfus artışı durma noktasına getirilirse yeryüzündeki kaynaklar ve enerji tasarrufu ideal seviyeye gelebilir.
Rockefeller Vakfı ile birlikte tohumlar ve aşılar üzerindeki AR-GE faaliyetlerine destek sağlayan Gates Vakfı, pandemi başlamadan birkaç ay önce (2019’da) Biontech’e 55 milyon dolar destek sağladı. Biontech, 2020’den itibaren küresel aşı piyasasında büyük bir marka oldu. Küresel yayın organlarından The Economist’in 2021’i aşılanma yılı olarak tasvir eden yayınları ve BM destekli aşılanma politikaları çoğu ülkede hükümetlerin sağlık politikalarını savunanlar ile buna karşı çıkanlar arasında kutuplaşmayı beraberinde getirdi. Avrupa ülkelerinde sorulan sorulardan biri şu oldu: “Aşılamaya yaşlılardan başlanması gerçekten bu zayıf kitlenin güvenliğini öncelemek miydi yoksa ‘hiçbir işe yaramayıp’ emekli maaşları ve sağlık hizmetleriyle hükümetlere yük olan kitle üzerinde bir deneme teşebbüsü müydü?” Yıllardır tartışılan “yaşlı nüfus yüküne” sahip Avrupa ülkelerinde aşı sonrası görülen ölümlerin sebebi tartışma konusu oldu. BM politikalarıyla uyumlu yayın yapan küresel ve ana akım medya kuruluşları aşı sonrası ölümlerin aşıların sonucu olduğu iddiasını yalanladı. Bu iddiayı marjinal yayın kuruluşları seslendirmeye devam etti.
Hükümetler ve şirketlerin pandemi döneminde borçları arttı. Hükümetler, pandemi ile mücadelede IMF ve Dünya Bankası’ndan borç taleplerini artırdılar. Küresel kalkınma bankaları bu talebe göre arz oluşturdu. ABD’nin baskılarına rağmen İran, Dünya Bankası’ndan kredi aldığı gibi IMF’den de 5 milyar dolar borç talebinde bulundu. Hükümetler, BM (DSÖ) destekli küresel aşılama politikası gereği aşı satın almayı veya aşı üretmeyi tercih ettiler. Tıp dünyasında ise farklı markalı aşıların kalitesinden başka dozların ayarlanışı tartışma konusu oldu. Bilim dünyası, dozların sayısı ve zaman aralığında bölündü. Aşı-politiğin BM destekli oluşu ve pandemiyle mücadelenin küresel bankalardan kredilere bağımlı oluşu ideoloji ve ittifak hatları birbirinden farklı olan ülkelerin hükümetlerini ortak küresel hat üzerindeki aynı politikalar ekseninde bir çizgiye yerleştirdi. Bu çizgide yeşil dünya düzeni için bütün hükümetlerin bundan böyle karbon salınımıyla mücadelede ortak hareket etmesi beklenecek.
Ancak sağlık politikalarında yaşanan belirsizlikler sonucunda insanların çoğu aşı-politikten hükümetlerin sağlık politikalarına ve demokratik hakların geleceğine kadar bazı açılardan şüpheci olmaya başladı. Komplo teorileri kriz zamanlarında daima alıcı bulur fakat her şüphelenmeye komplo diyemeyiz. Rockefeller raporundaki isabetli öngörülerden biri, pandemi döneminde vatandaşların demokratik haklarından sağlık sebepleriyle vazgeçeceğine dikkat çekmişti. Nitekim son zamanlarda Batılı pek çok hükümet, sokaklarda protesto hakkının şartlarını değiştirdi. Bugün diyebiliriz ki Batılı demokrasilerde yaşanan bu hukuki değişim, hükümetlerin daha fazla demokrasi değil otokrasiye yöneldiğine dair tartışmaları beraberinde getiriyor.
Dünya Ekonomik Forumu’nun Senaryosu: Çok Kutuplu Dünya Düzeninde İşsiz ve Mutlu İnsan
Post-korona yolunda yaşanan küresel ekonomiyi güncelleme projeleri, Dünya Ekonomik Forumu ve küresel elitin gündemini oluşturmaktadır. Küresel patronlar açısından bakarsak teknolojik gelişmeler işsizliği artırma potansiyeliyle sosyo-ekonomik hayatı tehdit etmektedir. Robotik iş gücüyle gelen bu tehdit, insan iş gücünün düzenlenmesini, alışılmış iş hayatının yeniden şekillendirilmesini ve bunun bütün dünyaya uygulanmasını gerektiriyor.
BM’nin 2030 yılına kadar başta fakirler ve zayıflar olmak üzere bütün insanların ekonomik kaynaklar üzerinde eşit haklara sahip olacağı, temel hizmetlere erişiminin sağlanacağı, toprak ve diğer mülkiyet imkanlarına ulaşıp yeni teknoloji ve mikro finans hizmetlerine sahip olacağı bir dünya düzeni projesi var. Alt sınıf için kulağa çok hoş gelen bu proje, ABD ve Avrupa’daki sağcı grupların şüphesini artırmaktadır. Batı’da seçim sonuçlarını etkileyecek sağcı kitlelerin yorumuna göre bu projeler bildiğimiz Batılı kapitalist-rekabetçi dünyayı sona erdirip Çin liderliğinde sosyalist-komünist bir düzene altyapı döşemektir.
Belki de yükselen bu sağcı görüşleri eritmek içindir ki küresel elitin alt sınıfları kapsayıcı yeni politikaları siyasetin gündemine empoze etme teşebbüsünü görüyoruz. 2014’ten itibaren Londra merkezli küresel finansörlerin desteğiyle ve Lynn Forester de Rothschild’ın idareciliğini üstlenmesiyle başlayan Kapsayıcı Kapitalizm projesi, başta Batılı ülkeler olmak üzere fakirler ile zenginler arasında açılan farkı normale indirmeyi hedefliyor. Çünkü bu farkın açılmasıyla Batılı ülkelerde işçi sınıfın karşılaştığı zorluklar, sağcı-milliyetçi kalıpları güçlendiriyor. ABD’de orta sınıf beyazların uzun süre elit kesim tarafından istismara uğraması, 2016 seçimlerinde Amerikan seçmenin en az yarısının radikal sözler sarf eden Donald Trump gibi bir adaya yönelmesini sağlamıştı. Böylece ABD’de petro-devlet çağını savunanlar “iklim değişikliğiyle mücadele” temalı değişime direnerek “Önce Amerika” politikasını sahaya sürmüşlerdi. Benzer şekilde Avrupa’da Fransa, İtalya ve İspanya gibi güney ülkelerinde işsizliğin artması, ucuz işçi kaynağı oluşturan yabancılara karşı tepkileri toplumun ve siyasetin ana gündem maddeleri arasına yerleştirdi.
“Ekonomiyi ve toplum hayatını değiştirmeyi” hedefleyen Kapsayıcı Kapitalizm hareketi, 2020’de Vatikan ile işbirliği antlaşması imzaladı. Bu antlaşmaya göre “kapitalizmi birlikte değiştirme” misyonuyla hareket edilecek. Misyona destek veren küresel şirketler, petrol çağını sona erdirme stratejilerine bağlı hareket edecekler.
1990’lardan beri Batılı ülkelerin nüfus artışını durdurmak ve ileride oluşması muhtemel işsizliği önlemek için planlar yapılmaktadır. Avrupa’da nüfus artışı kontrol altına alınmasına rağmen işsizliğin istenilen seviyelere düşmeyişi bir yandan göçmenlerin gelişine bağlanırken diğer yandan yeni çözüm arayışları tartışılmaktadır. Fransa’da haftalık toplam mesai saati olan (asgari süre) 39 saatten 35 saate indirme politikası işsizliği azaltmayı hedefleyen bir çözüm arayışıydı. Ancak 2000’de düzenlenen yeni mesai süreleriyle bu hedefe ulaşılamadı. Otomasyonun gelişmesi ve yayılması işsizliği tetiklemeye devam ediyor.
2020’de otomasyonu geçip gündeme oturan pandemi başladıktan sonra ABD’de 50 milyon insanın işsizlik sigortasına başvurduğu, Avrupa’da işsizliğin arttığı ve hükümetlerin halkı teskin için daha fazla borç yüklendiği bir tablo ortaya çıktı. Pandemi şartlarında evden çalışma mecburiyeti, şirketlerin mesai sürelerini güncellemesine yol açtı. Artık pek çok şirket, ofis çalışanlarının günde 5 saatlik bir mesaiyle işleri halledilebileceğini, haftalık iş günlerini de 5’ten 4’e düşürmenin mümkün olduğunu düşünüyor. Haftalık iş günü sayısını dörde düşürme uygulaması İspanya ve İngiltere’de giderek daha fazla gündeme oturmuş ve uygulamaları da başlamış durumda.
Dünya Ekonomik Forumu’nun Küresel Gelecek Meclisi tarafından 2030’da gerçekleşmesi muhtemel sekiz büyük değişim şöyle öngörülüyor:
- İnsanların hiçbir şeyi olmayacak ama keyfi yerinde olacak. Diledikleri şeyi kiralayabilecekler ve bu siparişleri drone ile ayaklarına gelecek.” (Drone kargolar bugünkü çocukların en çok seyrettiği çizgi filmlerden Harika Kanatlar’ın ana konusudur. Ayrıca bu tezde mülkiyet değil kiralama öne çıkmaktadır.)
- ABD, dünyaya liderlik eden süper güç olmayacak. Hakimiyet birkaç ülkenin eline geçecek. ABD, Rusya, Çin, Almanya, Hindistan ve Japonya gibi ülkeler emperyal olmaya adaylar. Ulus devletlerin dönüşü görülecek ancak yeni şehirler ve online kimlikler devletin rolünü zorlayacak.
- Mevcut sağlık sistemi değişecek. Bildiğimiz hastaneler ortadan kalkacak. Kendiliğinden giden arabalar yaralanmalı trafik kazalarını azaltacak. İnsanlar organ nakli beklerken ölmeyecek çünkü organlar nakledilmeyecek, yenileri üretilecek.
- Çevremiz ve sağlımız için çok daha az et yiyeceğiz.
- Bir milyar insan iklim değişikliği yüzünden yurdunu terk edecek. Gelecek mültecileri karşılamaya ve entegre etmeye hazırlıklı olmalıyız.
- Karbondioksit salan mekanların sahibi vergi ödeyecek. Karbonun küresel bir fiyatı olacak. Böylece fosil kaynaklar tarih olacak.
- Mars’a yolculuk için hazırlanabilirsiniz.
- Batılı değerler bir kırılma noktasında imtihan verecek. Demokrasilerimizin dayanağı olan denetim ve denge anlayışını ihmal etmemek gerekiyor.
BM’nin 2020’li yıllarda fakirler ile zenginler arasındaki farkı kapatma politikası, Kapsayıcı Kapitalizm hareketi, Dünya Ekonomik Forumu’nun gelecek senaryoları, dev vakıflar ve kurumların raporları bugün yaşananlarla birlikte okunduğunda ortaya çıkan tabloya göre: karbon kaynakları tüketerek çarkları döndüren petro-devlet merkezli dünya düzeninden daha çevreci ve teknolojik elektro-devlet modeline geçiyoruz. Bu nizam, yeşil bir dünya düzeni iddiasıyla kurulmaktadır. Bütün bu olaylar, Batı ülkelerindeki sağcı-milliyetçi-muhafazakar kesimlerin yorumuna göre; dünyamızı rekabetçi “kapitalist ekonomi modelinden Marxçı sosyalist bir düzene” dönüştürmeyi hedefliyor. “Hiçbir şeyin olmayacak ama keyfin yerinde olacak” sloganı komünist manifestonun 21.yüzyıla uyarlanışı olma potansiyeli barındırıyor.
Küresel Patronların Hedefi
Yeşil Dünya Düzeni, petro-devletten elektro-devlete geçiştir. Ülkelerin enerji güvenliğinin iklim politikalarıyla değiştirilip dönüştürülmesidir. Daha açık bir ifadeyle söyleyecek olursak; petrol tüketerek çalışan sanayi çağının ve buna bağlı toplu tüketim alışkanlıklarının değiştirilip tarih olmasından, bununla birlikte insanlığın meşguliyet tarzının değişmesinden bahsetmiş oluyoruz.
Para ve hizmet nakliyatının artık fiziki ortamda yapılmayıp dijital piyasada yürütüleceği, ülkelerin siber güvenlik ordularına yatırım yapacağı, yapay zekalı otobüsler ve nakliye vasıtalarının benzin veya mazot deposuyla değil elektrik bataryalarıyla gerekli enerji hareketini sağlayacağı, bu vasıtaların elektronik sistemlerle diğer nesnelere bağlı çalışacağı, sağlık hizmetlerinde elektronik cihazların rolünün artacağı bir düzen.
İşte bu piyasada düzenin elektrikli ve elektronik altyapıyla sürdürüleceği tam teşekküllü elektro-şehircilik modeline yatırımlar öne çıkıyor. Elektro-devlet çağı, 5G altyapısının döşenmesi ve yaygınlaşmasıyla başlayacak. ABD ile Çin arasında son yıllarda yaşanan rekabet, elektro-devletli dünya düzeni yolundaki liderlik yarışıdır. Bugün Batı’nın önde gelen düşünce kuruluşları ve yayın organlarında elektro-devlet çağının getireceği yeni meseleler tartışılmaktadır. Çin Komünist Partisi, iç siyasette ve dış politikada bütün gelecek projelerini elektro-devlet modeli üzerine bina etmektedir.
Dev şirketler ve yatırım bankalarında pay sahibi olan küresel elit, teknolojinin gidişatına ve her ülkede nüfusun talebine göre arzı kontrol etmeye çalışmaktadır. Bu kontrol, küresel mesuliyeti olan patronlar için bir iş idaresinden ibarettir. Dolayısıyla küresel patronlar ve büyük devletlerin siyasi eliti, global ekonomiyi ve teknolojiyi idare etme mesuliyetiyle hareket ediyorlar. Batı’da pek çok devlet kuruluşu ve düşünce kuruluşu geleceği planlarken strateji ve senaryo üretiyor. Bu raporların bazıları hemen bazıları yıllar sonra gündeme oturuyor. Bu yazıda dikkat çektiğim raporlar iklim değişikliğini, teknolojik dönüşüm ve insanlığın sağlığına dair gelişmeleri ABD Hükümeti’ne ve küresel girişimcilere sunmuştur. Tespitleriyle dikkat çeken böyle pek çok rapor yayınlanmaktadır.
Bu raporlar ve tartışmalar, küresel patronların gelecek planlamasında yatırım alanlarını ve muhtemel krizlere hazırlanmaları için önem arz ediyor. Mesela petrol dünyasında kazandığı servetle küresel güce ulaşmış bulunan Rockefeller Ailesi’nin yaklaşık son on senedir petrol sektöründen çekilmeye başlaması, iklim değişikliğiyle mücadele politikalarına desteği artırması ve hatta aile mensuplarının kendi kurdukları dev petrol şirketlerindeki diğer hissedarlarla mahkemelik olması; ABD’de değişimi kabul edip yönetmeye çalışan sınıf ile statükoyu koruma mücadelesi veren sınıf arasındaki savaşı temsil etmektedir. Statükoyu kırmakta kararlı olan küresel patronlar lobisi, bir yandan geleceğin yatırım alanı olarak karbon sonrası elektro çağda yeni enerji kaynaklarına yatırımları artırıyorlar diğer yandan robotiğe bağlı işsizliğin artışını nasıl idare edeceklerine kafa yoruyorlar.
Kapsayıcı Kapitalizm ve “hiçbir şeyin olmayacak ama keyfin yerinde olacak” sloganı bu beyin fırtınaları sonucunda ortaya çıkmış yeni projelerdir. Bu minvalde önce iş haftasının ve saatlerinin güncellenip aynı işi daha fazla insanın paylaşmasını sağlayarak aynı ekmeği daha fazla insana bölüştürmek, zamanla robotik otomasyon gücündeki artışa göre işsiz yaşayabilen insanlar topluluğunu şekillendirmek gerekiyor.
Küresel planlayıcıların post-korona döneminde elektro-devlet modeline geçişle yeşil dünya düzenini kurmayı hedefledikleri görülmektedir. Buradaki mesele, küresel elitin bu dönüşümü idare etmeye çalışırken tamamen “ben” merkezli bir düzen için mi yoksa insanlığın geneline hayrı dokunacak bir düzen için mi hareket edeceğidir. Esasen bütün insanlığı ilgilendiren bu sorunun cevabıdır. Aksi halde az çalışan ve kafa yoran milletlerin küresel elitin projelerini gelişi güzel eleştirmeleri beyhudedir.