Özellikle SSCB’nin dağılmasından sonra, kendi ekonomik, siyasal ve kültürel eğilimlerini tüm küreye yaymak için gerekli güç ve motivasyona sahip tek aktör olarak kabul edilen ABD’nin, küresel misyon iddiası, her halükarda geçerli  değildir. Ülkede, küreselleşme fikri kadar, “Amerikan rüyasının” kendine has bir Amerikan imtiyazı olduğu düşüncesi de toplumsal ve siyasal olarak güçlü şekilde benimsenmektedir. Bu eğilim bir çeşit politik izolasyonizmi de beraberinde getirmektedir.

Ülkeler arasında mutlak bir kendini tecrit veya tam bir entegrasyon ihtimali çok düşüktür, bu çerçeve de Amerikan izolasyonizmi göreceli bir kavramdır. Fakat belli dönemlerde dışa açılma fikri ağır basarken, diğer bazı dönemlerde, uluslararası alanlardan geri çekilme/sınırlar örme eğilimi güçlenir. Uluslararası anlaşmalardan veya platformlardan çekilme, var olan siyasi sınırları, hukuki veya fiili engeller yoluyla güçlendirerek, diğer ülke vatandaşlarının ülkeye gelişini engelleme, ülke vatandaşları ile  mülteci veya göçmenler arasında psikolojik sınırlar inşa ederek tecrit eğilimini topluma yayma gibi özellikler gösteren bir siyaset, temel yapısı itibariyle izolasyonist ve milliyetçi nitelikler taşımaktadır.

Bugün gündemde olan, Obama döneminde Küba ile yakınlaşma politikasının tersine çevrilmesi, Meksika sınırına örülmek istenen duvar ve Müslüman ülke vatandaşlarının, ABD’ye girişine getirilen doğrudan ve dolaylı kısıtlamaların benzerlerine Amerikan tarihinde sıkça rastlamak mümkündür. 1924 Johnson Göçmen Yasası ile “Amerikan demokrasisi için tehlikeli insanların” ülkeye girişine engellerin getirilmesi  veya 1907-1928 yılları arasında bazı eyaletlerde uygulanan kısırlaştırma işlemleri, bugün hayata geçirilmeye çalışılan uygulamaların, geçmişteki örnekleri olarak kabul edilebilir. Bu bağlamda izolasyonist ve milliyetçi eğilimi tetikleyen en önemli faktör, 1920’li yıllarda ülkenin ekonomik alt yapısının zayıflaması, durgunluk veya gerileme potansiyelsinin artmasıdır.

İki Dünya Savaşının sonunda da, Avrupa ve Ortadoğu yaşanan yıkıma karşın ABD, ekonomik ve siyasi olarak yükselişe geçmiş, savaşlar adeta ABD ekonomisinin lokomotifi haline gelmiştir. Savaşın çetin geçtiği coğrafi  alanlardan uzaklık, psikolojik ve fiili yıkımın ortaya çıkmasını önlerken, Avrupalı müttefiklere silah ve mühimmat temin etmek için sanayinin tam kapasite çalışması, ülkedeki büyük tekeller için yüksek bir ekonomik refaha dönüşmüştür.

Bu kısa tarihsel arka plan çerçevesinde, milliyetçi ve izolasyonist duruşu güçlü şekilde temsil eden ve ticari ilişkilerde hukuki kuralları ve siyasi engelleri en aza indirmeye gayret gösteren Trump’ın, Ortadoğu ve İran siyasetini anlamaya çalışmak kolaylaşmaktadır.

Zorunlu “Ortaklık”lar

Başkan Donald Trump’ın nasıl bir Ortadoğu siyaseti izleyeceği, göreve başladıktan yaklaşık altı ay sonra yavaş yavaş netleşmeye başladı. Başkan adaylığı döneminden itibaren, Obama yönetiminin Ortadoğu politikasını, İran’la ilişkileri ve nükleer anlaşmayı açık şekilde eleştiren Trump, söylem olarak gerilim düzeyi yüksek bir siyaseti benimsemiş görünmektedir.

Ancak, hem ABD’de hem de İran’da yerleşik dış politika eğilimleri, uygulamaları ve alışkanlıkları bulunmaktadır. ABD’nin Ortadoğu’da, kalıcı düşmanı ve müttefiki olmadığı gibi, İran dış politikası da on yıllar süren uluslararası tecridin etkisiyle pragmatist yönü güçlü bir potansiyele kavuşmuştur. İki ülkenin bu özelliklerinden dolayı, Trump’ın perspektifi ile İran’daki devlet siyasetinin, bölgesel ve siyasal olarak uyuştuğu konular da yok değildir.

İlk olarak, İran’ın Rusya ile stratejik düzeyle ortak hareket edebilme kapasitesi bulunmaktadır. İran, Suriye krizinde, bölgesel konularda ve hatta çoğu zaman BM Güvenlik Konseyi’nde Rusya’nın desteğini almayı başarmıştır.

Buna ilaveten, Trump yönetiminin Rusya ile ilişkilerinin, Obama döneminden farklılaşacağı açıkça ortadadır. Trump, özellikle Ortadoğu ile ilgili meselelerde çözümün Rusya ile birlikte hareket ederek bulunabileceği kanısındadır. Trump seçimi kazandıktan kısa bir süre sonra, Başkanı Obama’nın Rus diplomatları sınır dışı etme kararına Putin’in karşılık vermemesi göz önünde bulundurulduğunda, Rusya’nın da Trump dönemi ikili ilişkilerden bir hayli ümitvar olduğu söylenilebilir.

Trump ve Putin Ortadoğu’da, yerleşik statükolar dışında, muhalif İslamcı hareketlerden rahatsızlık duymakta, bu bağlamda, Hamas, Müslüman Kardeşler, El-Kaide ve IŞİD’i aynı kefeye koymaktadırlar.

Ruhani ise, daha ılımlı bir çizgide görünmekle birlikte İran’ın Ortadoğu politikasında ipleri elinde bulunduran Hamaney ve ekibi, bölgesel olarak askeri varlığını IŞİD ile mücadele bağlamında meşrulaştırmaktadır.

İran siyasetinin iki aktörü Hamaney ve Ruhani, uzun dönemli siyasal tecrübeleri olan isimlerdir ve muhtemelen ABD ile askeri olarak doğrudan karşı karşıya gelmemeye özen gösterecektir. D. Trump ise, ekonomik refahı kutsal misyonu sayan ve ülkelerin iç siyasal yapısını yeniden şekillendirme için çaba harcamaya yakın durmayan bir isimdir. Zira S. Arabistan’da verdiği önemli mesajlardan birisi de “ABD size nasıl yaşamanız gerektiğini söyleyemez” olmuştur.

Ronald Reagan dönemini hatırlatırcasına, ticari ilişkilerde her türden kısıtlamaya karşı olan Trump, S. Arabistan’la imzaladığı silah anlaşmasının hemen akabinde, Amerikan merkezli Boeing şirketi, İran Aseman Havayolları ile 2017 başında alınan 80 uçağa ilaveten, 60 yolcu uçağı alımı konusunda anlaşmaya varmıştır.

Bu “ortaklıkların” yanında, ikili ilişkilerdeki yüksek tansiyonun içeriğine yakından bakmak ve çeşitli ihtimalleri tartışmaya açmak, politik gelişmelerinin seyrini analiz etmeye yardımcı olacaktır.

Askeri Müdahale İhtimali

Trump’ın ekibinden bazı isimler, İran’ın bölgesel güvenlik politikalarının Amerikan çıkarlarına ters düştüğüne yönelik açıklamalar yapılmış olmakla birlikte; Paris İklim Değişikliği Anlaşması’ndan çekilen, ObamaCare olarak adlandırılan genel sağlık reformunu risk alarak iptal ettirmeyi başaran ve ülke tarihinin en büyük finansal krizlerinden biri olan Mortgage krizi sonrası Obama yönetiminin uygulamaya koyduğu Wall Street ve diğer mali sermayeyi denetlemek amacıyla kabul edilen yasayı (Dodd-Frank Yasası) Kongre’de cumhuriyetçilerin desteği ile kaldıran Trump yönetiminin, İran’la yapılan nükleer anlaşmayı kabullenmiş gözüküyor olması, söz konusu açıklamaların, askeri müdahale boyutuna kolaylıkla geçmeyeceğini göstermektedir.

Zira, nükleer anlaşmanın onaylanmasından sonra İran, ekonomik yaptırımların resmi olarak kaldırılmasıyla önemli ölçüde mali güce ulaşmıştır. Yaklaşık olarak %6 düzeyinde büyüyen ekonomisine rağmen, işsizliğin azalmamasının bir nedeni de, ekonomik yaptırılmaların kaldırılmasıyla elde edilen gelirlerin önemli bir bölümünün Devrim Muhafızlarına, bölgesel askeri operasyonlarda kullanılmak üzere verilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Örneğin, 2017 genel bütçesinde İran’ın savunma harcamalarına ayrılan pay bir önceki yıla göre yaklaşık %39 oranında artış göstermiştir.

İran’ın bölgesel güvenlik politikalarını finanse eden mekanizma, nükleer anlaşma ile ivme kazanmıştır. Trump’ın, Devrim Muhafızlarının mali kaynaklarını kesmek yerine, terör örgütü ilan etmeyi tartışmaya açması, daha ziyade seçimlerde kendisini destekleyen kesimlere yönelik bir tavır olarak da değerlendirilebilir.

Diğer bir ihtimal olarak değerlendirilen, ABD güdümünde S. Arabistan ile Körfez ülkelerinin İran ile doğrudan bir savaşa girmesi, yalnızca bölgesel değil küresel olarak da intihar sayılabilecek sorunlar yaratabilir. Böyle bir durumda, ilk etapta Avrupa’ya mülteci akının yaratacağı siyasal krizler, İsrail’in geleceği, ABD’nin ekonomik çıkarları ve İran rejiminin durumu risk altına girecektir. Çünkü bugün ortaya çıkabilecek geniş ölçekli bir savaş, İran-Irak savaşı gibi iki ülke ile sınırlı olmayacaktır.

Bölgesel bir savaş ihtimali, silahlanma eğilimine rağmen, henüz güçlü değildir. Bunun yanında Trump yönetimi, askeri ve siyasi açıdan İran’ın küresel sistemden mümkün olduğunca izole edilmesini tercih edebilirler. ABD’nin, Rusya ile Ortadoğu’da uzlaşma ve birlikte hareket etme çabası ve Körfez’de İran karşıtı bloğun güçlendirilmesi, İran karşısında atılacak adımların öncüleri olarak da görülebilir. Bu şekilde, İran siyasetinin radikal bir çizgiye kaymasına bağlı olarak, sonraki adımlar için zemin güçlenmiş olacaktır.

Bu nedenle, Trump ve ekibinin İran karşıtı söylemi ve siyaseti daha ziyade İran’da Reformcu ve ılımlıların baskı altına alınmasına neden olabilir. Ancak, kısa vadede Hamaney ve ekibi açısından, rejim güvenliği sorununu çözmeye yönelik adımları ve Ortadoğu’da yayılmacı siyasetin önünde henüz bir engel teşkil etmemektedir.

İran’da Reformcu Siyasetin Geleceği

Hamaney’in görünen siyasi hedefleri; sıklıkla şikayet ettiği ülkesindeki “yabancı nüfuzunu” ortadan kaldırmak olarak da kodlanan reformcuların gücünü kırmak, sürdürülebilir oranda Ortadoğu’da etkinliğini korumaya çalışmak ve rejimin güvenliğini garanti altına alacak mekanizmaları güçlendirmektir.

Ruhani ilk döneminde, İran’daki siyaset dışı muhalefet odaklarına karşı, toplumunun desteği ve küresel konjonktürün katkısıyla, beklentilerin altında ancak belli ölçüde direnç gösterebilmiştir. Bu bağlamda Ruhani, Hamaney’in iktidarını sorgulamaya çalışmasa da, Devrim Muhafızları’nın askeri ve ekonomik özerkliğini ve hükümetin iradesi dışında hareket edebilmesini eleştirmeyi ihmal etmemiştir.

Örneğin Ruhani, İran ekonomisinin, net rakamlar olmamakla birlikte, üçte ikisine yakın bölümünü kontrol eden Devrim Muhafızları’nı, daha ziyade büyük ve ulusal güvenlik açısından stratejik kabul edilen alanlarda iktisadi faaliyetlerine devam edebileceğini, fakat diğer yatırım alanlarının özel sektöre bırakılmasının ülke ekonomisi açısından gerekli olduğu argümanı ile eleştirmiştir. Ancak buna rağmen yeni dönemde Ruhani’nin Devrim Muhafızları’nın ekonomik faaliyetlerini sınırlandıracak adımlar atması hayli zorlaşmış görünmektedir.

Buna ilaveten, vaat edilen siyasi reformları yapmak ile uluslararası ekonomik ve siyasi entegrasyonun gerçekleşmesi ihtimali de zayıflamış ve Ruhani, siyasal açıdan durağan veya statükocu bir noktaya itilmiştir. Çünkü, Ruhani’nin arkasındaki destekleyici küresel konjonktür, artık Hamaney’in arkasına geçmiştir.

Bu nedenle, İran’da toplumsal ve siyasal krizler Hamaney sonrası döneme ertelenmiş gibi görünmektedir. Hamaney’in İran siyasetinde güçlü bir aktör olmasının nedeni, makamın kendisine sağladığı imkanlar kadar, kişisel olarak devrim öncesine uzanan siyasal mazisi ve bu süreçlerde kendisi ile uyumlu bir devlet oligarşisi inşa etmesinden kaynaklanmaktadır. 1981 yılında cumhurbaşkanı, 1989 yılında da dini lider koltuğuna oturan Hamaney, bu tarihten itibaren ülkenin en güçlü aktörü haline gelmiştir.

Hamaney’in mutlak sayılabilecek bir otorite inşa etmiş olması kendisinden sonrası dönemin keskin çatışmalarının da önünü açmıştır. Kendi içerisinde bağımsızlaşmış Devrim Muhafızları Komutanları, rejim kurumlarının engellemelerine rağmen yükselen siyasal aktörler ve toplumsal katmanlar, siyasi, hukuki ve fiili olarak güvencesi sınırlı  fakat ülkenin ikinci önemli makamını işgal eden Cumhurbaşkanı gibi çok parçalı bir denklemin olduğu İran’da, Hamaney sonrası için dikensiz bir yol görünmemektedir.

Ülke dışındaki siyasal gerilimlerin de etkisiyle, içerisinde Devrim Muhafızları Komutanları’nın da olduğu yeni bir iktidar mücadelesi yaşanması beklenebilir. Zira, son seçimlerde bütün kariyerini Hamaney’e yakınlığı ve devrime sadakati sayesinde elde etmiş olan İbrahim Reisi’nin Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetmesi, Muhafazakârların beklediği, Hamaney sonrası yumuşak geçiş senaryolarını da zayıflatmıştır.

Kuşkusuz bölgesel gerilimin yüksek olacağı ancak bölgesel ateşin fitilini kimsenin kolay kolay yakmaya cesaret edemeyeceği yeni bir döneme girilmiştir. Bu yeni dönem yalnızca uluslararası konuları ve krizleri içermemekte, ulusal ölçekteki kırılmalara da zemin hazırlamaktadır.

Siyasal çalkantılar, uluslararası gerilime bağlı olarak, İran ve ABD toplumlarının kendi içerinde de ortaya çıkacak gibi görünmektedir. ABD toplumumun en azından bir bölümü 19. yüzyılın kontrolsüz ve kuralsız kapitalizmini, küresel bir dünyada içe kapanmayı, 21. yüzyılda inşa edilmesi düşünülen ülkelerarası duvarları ve göçmenlerden oluşan bir halk olarak aşırı göçmen karşıtı söylemi kabullenmekte zorlanacaktır. Diğer taraftan, İran halkının büyük çoğunluğu, İran rejiminin dünya ile olan ilişkilerinin rehabilite edilmesi beklentisine sahiptir. Ekonomik refah ve küresel toplumla uyumlu ilişkiler bekleyen kesimlerin daha fazla güvenlik devletine tahammül göstermekte zorlanabileceği öngörülebilir. Dolayısıyla her iki ülkede, siyasetin radikalleşmesi ile birlikte, toplumsal taleplerin, toplumsal krizlere dönüşme potansiyeli de yükselişe geçmektedir.