Washington yönetimi, İran’daki protestoları kullanarak Tahran’a karşı atılacak adımlar için bir kez daha harekete geçti. Ancak Beyaz Saray’ın, İran konusunda sıradaki adımının ne olacağı hakkında netlik bulunmuyor. Kısaca nükleer anlaşmanın iptali ihtimalinden, taktiksel nükleer savaş olasılığına kadar her konuda tartışmanın yaşandığını söylemek mümkün.

ABD hükümeti halihazırda ilkesel olarak nükleer anlaşmayı açıkça reddetmiştir. Bu amaç doğrultusunda fiili olarak atılacak adımlar şaşırtıcı olmayacaktır. Ayrıca Washington’un siyasi ve stratejik olarak İran’ı sınırlamak istediği de sır değildir. Yavaş yavaş ve yeniden tartılmaya açılan diğer konu ise, ABD’nin askeri olarak İran’ı çeşitli şekillerde hedef alabilme ihtimalidir. Bu yönde doğrudan ortaya konulan bir niyet yoksa da çeşitli emareler bu ihtimali yakın plana almaya sevk edicidir. Öncelikli olarak ne tür bir askeri müdahale seçeneğinin ön plana çıkabileceğini anlamaya çalışmak, muhtemel gelişmeleri analiz etmeye yardımcı olabilir.

Karadan Müdahale İhtimali

Bilindiği üzere karadan müdahale olasılığı, ülke içerisinde güçlü bir destek olmadığı sürece masada değildir. Muhalifler dahil İran toplumu genel olarak, ülkenin yabancı güçler tarafından işgal edilmesine son derece karşıdır. Ayrıca Irak ve Suriye’de yaşananlar, demokrasi getirme veya ulus inşa etme hikayesini tamamen tedavülden kaldırmıştır.

Diğer taraftan ABD güvenlik bürokrasinin akıl hocası sayılabilecek olan düşünce kuruluşu Stratfor, İran’ı üç tarafı dağlarla ve bir tarafı denizle çevrili coğrafi bir kale olarak nitelendirmiş ve askeri kontrolünün çok zor olduğunu açıklamıştır.

Son olarak Trump yönetimi, ülke dışında karadan ve yüksek riskli operasyonlara mesafeli görünmektedir. Dolayısıyla, İran karadan askeri bir işgal tehdidi ile karşı karşıya değildir.

Havadan Sınırlı Askeri Operasyon

Washington ve Tel Aviv yönetimleri, Tahran’a sınırlı askeri hava operasyonu konusunu çoğu zaman masadaki seçenek olarak göstermişlerdir. Bununla birlikte, böyle bir adımın masada hesap edilemeyecek sonuçları olabildiğini de akıllarından çıkarmamışlardır. Zbigniew Brzezinski, Amerika ve Dünya isimli kitapta Washington’un bu konudaki kaygısını açıkça dile getirmektedir; “büyük ihtimalle tek bir asker kaybetmeden, İran’ın ordusunu toz haline getirebiliriz, sözde nükleer silahlarını, sanayilerini yok edip, binlerce İranlıyı öldürebiliriz. Irak’ta askeri açıdan bize yapabilecekleri çok şey yok ama bölgede karışıklık çıkarabilirler ve bu başımıza tam bir bela olur.”

Bu noktada ABD’nin askeri olarak İran’ı hedef almamasının, Tahran’ın bölgesel ağları belli ölçüde harekete geçirme kapasitesinden kaynaklandığını söylemek mümkün. Amerikan hükümeti, bugünkü Ortadoğu manzarasına bakarak, İran’ın bölgesel etkisinden daha fazla endişe etmektedir. Bu nedenle havadan sınırlı askeri operasyon bir güç gösterisi olabilir. Ancak, orta ve uzun vadede, ABD ve İsrail’in de içinde olacağı bir kaos ortamı yaratma ihtimali güçlüdür.

Sınırlı veya Taktiksel Nükleer Saldırı

İlk önce belirtmek gerekir ki herhangi bir ülke tarafından nükleer silahların kullanılması kuşkusuz felaket niteliği taşır. Geçmişte tecrübe edilen bu felaketin, tek faili de ABD hükümetidir. Bu yüzden, Washington’un nükleer silahlarla ilgili siyaseti, kapasitesi ve niyetleri dikkatle analiz edilmeli ve anlaşılmaya çalışılmalıdır. Son zamanlarda nükleer silahlar ve saldırı konusu, dünya gündemini çeşitli vesilelerle meşgul etmektedir.

Örneğin Trump, 9 Ağustos 2017’de Twitter hesabında, nükleer silahlarla ilgili olarak “umarım bu gücü hiçbir zaman kullanmamız gerekmez. Ancak dünyada en güçlü ulus olmadığımız bir zaman olmayacak” şeklinde açıklamada bulunmuştur. Ayrıca Trump’ın, Kuzey Kore bağlamında nükleer gerilimi, lümpen bir şekilde de olsa, tırmandırma arayışı açıkça gözlemlenebilir. Diğer taraftan 27 Mart 2017’de ABD’nin buyurgan kişiliğiyle dikkat çeken Birleşmiş Milletler Büyükelçisi Nikki Haley, nükleer silahların dünya çapında yasaklanmasının gerçekçi olmadığını açıklamıştır. Ayrıca ABD’de İran karşıtı çevrelerin sınırlı nükleer saldırı olasılığını gündeme taşımaları, nükleer savaş için kapı aralanabilir mi sorusunu akla getirmektedir.

Bu çerçevede, Amerikan toplumunda tehdit algısının yükselmesi/yükseltilmesine bağlı olarak, nükleer silahların kullanılmasına yeşil ışık yakılabileceği sonucuna varılabilir. Ancak, böyle bir çıkarsama yapmadan önce ABD kamuoyunun nükleer silahlara yaklaşımını, ABD’nin tarihsel olarak nükleer silahlar konusunda nasıl bir siyaset izlediğini ve son olarak nükleer kapasitesinin boyutlarını tartışmak gerekir. Çünkü siyasilerin günlük söylemi üzerinden doğrudan sonuçlar çıkarmak yanıltıcı olabilir.

ABD’de Nükleer Silahların Kullanılması Konusunda Kamuoyu Algısı

Nükleer silahları, İkinci Dünya Savaşı sırasında bombayı elde ettikten hemen sonra kullanan ilk ve tek ülke bilindiği üzere ABD’dir.

6 Ağustos 1945 saat 08.15’te (insanların işe gitmek için sokağa çıkacağı ve bu nedenle daha fazla sivilin hayatını kaybedeceği hesap edilerek sabah işe gidiş saati seçilmiştir) Little Boy isimli bomba Hiroşima’ya atılmış ve şehrin yarısı yok olmuştur. Üç gün sonra 9 Ağustos 1945’de saat 11.02’de Nagazaki kentine atılan ve Big Boy adı verilen ikinci atom bombasıyla da 70 bin kişi hayatını kaybetmiştir. Bombalardan sonra atılan nükleer saldırının etkileri azaltmak için neler yapılacağını yazan bilgilendirme amaçlı kâğıtlarla, kitlesel imha amacı maskelenmiş, bu şekilde saldırıya “insani” bir boyut görüntüsü bile kazandırılmıştır.

Diğer taraftan 1945’den günümüze kadar, ABD’de kamuoyu araştırmalarına göre, özellikle cumhuriyetçi seçmen, tamamen sivilleri hedef alan nükleer saldırıyı savaşın gerekliliği olarak kabul etmektedir. Pew Research Center’e göre Amerikalıların %56’sı nükleer silahların savaşı sonlandırmak için ve haklı olarak kullanıldığına inanmaktadır. Dolayısıyla ABD, İkinci Dünya Savaşı’nın en büyük sivil katliamlarından biri olan saldırıyı hiçbir zaman sorgulamamıştır.

Amerikan kamuoyunda, ülkenin nükleer silahlara sahip olması ve bunları kullanması konusunda, hükümete güçlü sayılabilecek ölçüde destek vardır. Bu destek daha ziyade Soğuk Savaş sürecinde olgunlaşmıştır. O dönemde iki ülke liderleri arkalarında nükleer bombalarla televizyona çıkarken ABD’de, nükleer saldırıya karşı okullarda tatbikat yapma, evlerde sığınak ve yiyecek depolama rutin uygulamalardandır. Bu nedenle nükleer bomba korkusu, yakın bir tehdit olarak kabul edilmiştir.

Aynı dönemde Washington’un dış politikasında, SSCB ile nükleer kapasite konusunda yarış ve pazarlık masası dönüşümlü olarak her zaman gündemde olmuştur.

Soğuk Savaş Döneminde ABD’nin Nükleer Silah Siyaseti

1949’da atom bombası ve 1953’de hidrojen yapan SSCB, ABD’nin bu alanlardaki tekelini ortadan kaldırmıştır. 1950 yılında Truman, SSCB’ye karşı nükleer saldırı tehdidini masaya getirdiyse de, sonuçları öngörülemediği için böyle bir adım atmaktan kaçınmıştır. Ayrıca Truman, Kore savaşı sırasında da silahları kullanmayı düşündüklerini açıklamıştır. ABD tehditlerini, askeri ve nükleer kapasitesini arttırma arayışını sürdürürken, diğer taraftan Moskova ile 1955 yılından itibaren silahların sınırlandırılması konusunda uzlaşı arayışına hız vermiştir.

1958 yılına gelindiğinde uzlaşı arayışı, somut bir nitelik kazanmıştır. Bu bağlamda SSCB, Birleşik Devletler ve İngiltere, nükleer silah testlerini bir yıl askıya alma kararı almışlardır. Bu şekilde nükleer silahların sınırlandırılması konusunda üçlü görüşmeler de başlamıştır. 1959 yılında SSCB ve ABD arasında iyimser tablo, Sovyet lideri Kruşçev’in ABD’ye 10 günlük uzun bir ziyaret yapmasıyla ivme kazanmıştır. Bu SSCB’nin kurulmasından sonra Moskova’dan ABD’ye lider düzeyinde yapılan ilk ziyarettir. Ayrıca ziyaret sırasında Başkan Eisenhower ve Kruschev, 19 Mayıs 1960’da Paris’te, İngiltere Başbakanı Harold Macmillan ve Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ün de katılacağı dört günlük bir zirve için anlaşmaya varmışlardır. Kararlaştırıldığı üzere Mayıs 1960’da liderler nükleer silahları sınırlandırmak amacıyla Paris’te buluştukları gün, bir Amerikan casus uçağı, SSCB topraklarından vurularak düşürülmüştür. Olay sırasına Paris’te bulunan Eisenhower özür dilemeyi reddetmiş bunun üzerinde Kruşçev’de toplantısı terk etmiştir.

Uzun çabalar sonrasında, nükleer silahları sınırlandırmak konusunu görüşmek üzere için bir araya gelen ülkeler, ABD’nin CIA eliyle yaptığı bir provokasyon nedeniyle elleri boş bir şekilde evlerine dönmüşlerdir.

U2 Krizi adı verilen olay, Washington ve Moskova’da, kitle imha silahlarının sınırlandırılması ve Soğuk Savaşı aşma beklentisi içinde olanlar açısından, ağır bir darbe niteliğindedir. Bu olaydan sonra SSCB askeri gücünü geliştirmeye ve sergilemeye özen gösterirken, ABD propaganda araçlarıyla zirvenin sonuçsuz kalmasından Moskova’yı sorumlu göstermekten geri kalmamıştır.

Bu nedenle Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması 1 Temmuz 1968 yılında 62 ülkenin katılımıyla kabul edilebilmiştir.

Bu noktada 1960 yılında sabote edilen nükleer uzlaşı neden 1968’de hayata geçirilmiştir sorusu akla gelebilir. Bu değişim nedeni, Amerikan iç politikasındaki çalkantılarla1, Ocak 1968’de Tet saldırıları sürecinde Vietnam savaşının almış olduğu seyirle ve Avrupa’da Amerikan karşıtı dalganın zirve yapması gibi bir dizi olayla açıklanabilir. Kısacası uzlaşı, Amerikan hükümlerinin birçok cephede sıkışmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Ancak bu kez de, ABD’nin imdadına SSCB’nin 20 Ağustos 1968 yılında Çekoslovakya’yı işgal etmesi olayı yetişmiştir. İşgali kınayan ABD, bu durumu anlaşmanın onaylanmasını askıya almak için kullanmıştır.

1970’li yılların başında siyasi tansiyon tekrar düşmüş ve Moskova-Washington hattında uzlaşı arayışı, 30 Eylül 1971 Nükleer Savaşın Ortaya Çıkması Riskini Azaltmaya Yönelik Tedbirler anlaşması imzalanmasıyla sonuçlanmıştır.

1972 yılında SSCB’ye seyahat eden ilk ABD başkanı olan Richard Nixon, Anti Balistik Füze ve Stratejik Silahların Kısıtlanması (SALT I) anlaşması konusunda uzlaşmaya varmıştır. ABD ve SSCB arasında nükleer silahları sınırlandırma arayışı devam etmiş ancak yine Washington kaynaklı bir kriz nedeniyle etkisi sınırlı kalmıştır.

1974 yılında Watergate skandalı patlak vermiş ve nükleer silahlar konusunda en kararlı adımları atan başkanlardan biri olan Nixon’ın siyasi kariyeri ve geleceği tartışılmaya açılmış ve başkan istifa etmek zorunda kalmıştır.

ABD-SSCB arasında Soğuk Savaş döneminde, nükleer silahlar konusunda, 10 yıl periyotlu anlaşmalar, iyi niyet bildirileri ve siyasi sabotajlarla, bir adım ileri iki adım geri şeklinde süreç devam etmiştir. Soğuk Savaş süreci boyunca, nükleer uzlaşılar dönemsellik, silahlanma arayışı ise süreklilik arz etmektedir.

Soğuk Savaş Sonrası ABD’nin Nükleer Silah Siyaseti

Nükleer silahlar, Soğuk Savaş boyunca devam eden agresif siyasetin sonucu olarak, Moskova ve Washington’un ulusal güvenlik stratejisinin merkezinde yer almıştır. 1989 yılında her iki ülke de tüm dünyayı yok edecek düzeyde kapasiteye sahip nükleer silah depoları haline gelmişlerdi.

Bu görüntüyü değiştirmek için 1991 yılında, ABD-Rusya arasında START I analaşmasıyla nükleer savaş başlıklarının azaltılması, 1993 ve 1996 yılında START II anlaşmasıyla konuşlandırılmış savaş başlıklarının azaltılması karara bağlanmıştır.

Bunun yanında silahların ne olacağı konusunda tartışmalar, tamamen ortadan kaldırmak veya caydırıcı etkisi nedeniyle elde tutmak ekseninde devam etmiştir. Nükleer silahlar konusunda yapılan tartışmalarda, “haydut” devlet/rasyonel devlet ayrıştırması diğer tartışma eksenini oluşturmaktadır.

Nükleer cephanelik haline gelmiş ülkeler, bu silahları büyük bir güç aracı olarak görüldüklerinden, nükleer silahların yayılmasını önlemek adı altında, alandaki egemenliklerini ve tekellerini savunmaya devam etmekteler.

Soğuk Savaş sonrası nükleer saldırı ihtimali kamuoyunun gündeminden düşmüş ancak devletler nükleer silah çalışmalarından vazgeçmemiştir.

Küresel Düzeyde Nükleer Silahlar

The Arms Control Association verilerine göre, ABD, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa, İsrail, Pakistan, Hindistan, Çin ve Kuzey Kore, nükleer silahlara sahiptir. Nükleer silahların sınırlandırılması tartışmalarına rağmen, bu silahlara sahip ülkeler kapasitelerini geliştirme arayışlarını sürdürmekteler.

Buna göre Çin, Hindistan ve Pakistan yeni balistik füze, roket füzesi ve denizde kullanılabilecek nükleer taşıma sistemleri geliştirmeye çalıyorlar. Ek olarak, Pakistan’ın geleneksel askeri tehdit olarak algıladığı Hindistan’a karşı taktik nükleer silah yetenekleri geliştirme arayışında olduğu düşünülüyor. Kuzey Kore ise, nükleer araştırmalarını sürdürüyor.

Buna karşın Soğuk Savaş sonrası dünya genelinde nükleer silahların sayısının düştüğü görülmektedir. 1986’da yaklaşık 70.300 nükleer silah sayısı 2017 sonlarında tahmini 14.550’ye kadar gerilemiştir. Bu durum nükleer silahlanmanın başat iki aktörü Washington ve Moskova’nın kendilerini sınırlamalarından, resmi olarak sayıları gizlemelerinden veya eskimiş silahların kullanım zorluğu nedeniyle atıl hale gelmesinden kaynaklanıyor olabilir.

Kaynak: Status of World Nuclear Forces, https://fas.org/issues/nuclear-weapons/status-world- nuclear-forces/

Tehdit Kategorisinde İran

ABD nükleer silahları kullanmış bir ülke olarak kendi kamuoyunda ve dünyada hiçbir zaman gerçek anlamda sorgulanmamış, nükleer silahları sınırlama konusunda ayak sürümüş ve nükleer tekelinin kırılmasını hazmedememiştir. Bu anlayışın devam etmesi, nükleer savaş konusunda risk unsurlarından biridir.

Washington yönetimleri, Soğuk Savaş boyunca SSCB’nin silah geliştirmesinden rahatsız görünmüş, ancak uzlaşı arayışı içinde olan Amerikan başkanlarının, bir şekilde etkisiz kalmışlardır. Kısaca nükleer silahları kullanan değil, sınırlandırmaya çalışan başkanlar, sorun yaşamışlardır.

Nükleer silahlara erişim tartışması başkanlarla-ordu yetkilileri arasında yaşanan sorunlardan biridir. Dwight D. Eisenhower, ordunun nükleer silahlara erişimi imkânlarını genişletirken, Kennedy kendi döneminde orduyu sınırlandırmıştır. Bu nedenle ABD’de Soğuk Savaş sırasında, askeri yetkililerin, başkanın onayı olmaksızın kendi kararlarıyla nükleer silahları kullanabilecekleri korkusu mevcuttur. Nükleer stoklarda güvenlik ve yetki boşluğunun olma ihtimali diğer bir risk faktörüdür.

Soğuk Savaş sonrası nükleer silahların azaltılması, siyasi bilincin değişmesinden değil, maliyetten, teknolojik olarak eskimiş olan materyallerden ve dünyayı yok edecek düzeyde stok yapmanın gereksiz olmasından kaynaklanmaktadır.

ABD, iç siyasette ve küresel sistemde köşeye sıkıştığında, uzlaşı masasına gelebildiği gözlemlenirken, şartlar değiştiğinde nükleer uzlaşıyı kolaylıkla rafa kaldırabilmektedir. Bu bağlamda Washington, savuma amaçlı değil küresel sistemde gücünü devam ettirmek niyeti sebebiyle nükleer silahlara bağımlı görünmektedir.

İran konusundaki tartışmalara bakılacak olursa, son dönemlerde ABD’de, Irak savaşını örgütleyen güçlerin yeni bir savaş için seslerini yükselttikleri açıkça gözlenmektedir. ABD basınına göre, Irak savaşının arkasındaki ekipten olan Dick Cheney, Doug Feith, Joe Lieberman, John Bolton, Frank Gaffney, Richard Perle, Charles Krauthammer, Scooter Libby, Bill Kristol ve Elliot Abrams, ABD’nin İran siyasetinde askeri güç kullanımını teşvik eden isimler olarak öne çıkmaktadırlar.

Özellikle Cheney, 2015 yılında imzalanan nükleer anlaşmayı eleştiren isimlerin başında gelmekte ve o dönem de alternatif caydırıcı stratejinin askeri güç kullanımı olduğunu söylemekteydi. Ona göre, İsrail 1981 yılında Irak’taki Osirak nükleer santraline saldırı düzenleyerek ve ABD Körfez savaşlarıyla Irak’ta sorunu çözmüş, Libya’yı askeri tehditlerle nükleer programını terk etmeye ikna etmiş ve 2007 yılında İsrail, Suriye’de nükleer reaktörlere saldırı düzenleyerek Şam yönetiminin gücünü kırmıştır. Bu argümanlarla İran’a saldırı konusunda ısrarcı bir isim olan Cheney, Ortadoğu’da yürütülen savaşları “başarı” olarak görmekte ve nükleer anlaşmayı da “delilik” olarak nitelendirmektedir.

Bunun yanından Beyaz Saray’da, 2017 yılının başından itibaren Ortadoğu’da istikrarsızlığı açıkça tırmandırmaktan kaçınmayan bir yaklaşım egemendir. Kudüs kararı, Lübnan’da istifa krizi ve Riyad’da belirsizlikler, Ortadoğu’nun kum torbası haline geldiğini gösteren örneklerden yalnızca birkaç tanedir.

Ayrıca ABD yönetiminin, uluslararası sistemde yeni bir statü aramakta ve inşa etmekte olduğu gözlemlenmektedir. Ortadoğu’da siyasi çözüm aramak yerine askeri bir yüzleşmeye yakın duran Washington yönetimi, küresel kurumların ve müttefiklerinin, kendi çıkarlarına yeteri kadar uygun davranmadığı konusunda güçlü bir kanaate sahiptir. Trump yönetimi, uluslararası meşruiyeti hasıraltı etmeyi sorun olarak görmemektedir. Özellikle Trump’ın ulusal güvenlik stratejisi, bu anlayışı açıkça ortaya koymakta ve Amerikan çıkarları, uluslararası kurumlar ve kuralların üstünde kabul etmektedir.

18 Aralık 2017 tarihli Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde Washington, Kuzey Kore ve İran’ı aynı tehdit kategorisinde değerlendirilmektedir. Belgede, Kuzey Kore ve İran, bölgesel istikrarı bozmak, ABD ve müttefiklerini tehdit etmek ve kendi halklarını “vahşileştirmekle” suçlanmaktadır. Ayrıca, Kuzey Kore’nin nükleer kapasitesinin tehlikeli boyutlarda olduğu ve İran’ın terörist grupları ve radikalleri desteklediği iddia edilmektedir.

Washington yönetimi, İran ve Kuzey Kore’nin olası misilleme saldırılarına karşı füze sistemini geliştirmeyi öncelikli konu olarak görmektedir. Kuzey Kore’nin, askeri olarak en güçlü saldırı silahı nükleer silahlardır. Bu bağlamda, ABD nükleer savaşı yakın tehdit olarak değerlendirmeye yönelmiştir.

Tahran yönetiminin, nükleer anlaşmadan sonra, teröre destek ve bölgeyi istikrarsızlaştırma arayışını kesintisiz bir şekilde sürdürdüğü ifade edilen belgede, nükleer anlaşmanın hiçbir sorunu çözmediği algısı oluşturulmaktadır. Bunun yanında İran, balistik füze programı ve nükleer silah elde etme potansiyeli nedeniyle, ABD ve ortakları için tehdit oluşturmakla suçlanmaktadır. Aynı zamanda İran’a karşı ortak hareket edileceği vurgusunun, açık bir zemine sahip olduğunu söylemek oldukça zordur.

Tahran ve Washington arasında askeri olarak karşı karşıya gelme riskini azaltan, aktörler, kurumlar, kurallar ve anlaşmalar bir bir sahneden uzaklaşmaktadır. Bu durum puslu havaları sevenler için uygun bir zemin yaratıyor.