ABD’nin geçen hafta Türkiye’ye gönderdiği ultimatom, Ankara’nın Rusya’dan S-400 satın almayı durdurmaması halinde Washington’ın başlatacağı ticaret savaşına maruz kalacağını bildiriyor. Pentagon’un mektubu, bu savaşın Türk ekonomisini vuracağını, kalkınmanın duracağı ve ülkede işsizliğin artacağına dikkat çekerek Türkiye’yi tehdit ediyor. Çünkü gelişmiş Rus silahlarının Türkiye’ye girişinin Amerikan çıkarlarını tehdit ettiğini düşünüyor. Türk stratejisi ise bir yandan ABD ile F-35 projesinde yer alıp diğer yandan Rus füzeleriyle denge politikası kurmayı hedefliyor. Bu strateji, Osmanlı’nın İngiltere ve Almanya’ya karşı kullandığı denge politikasını hatırlatmaktadır.

Son yıllarda küreselci stratejilerin tartışıldığı platformlarda ABD’nin küresel liderliğinin sorgulandığı göze çarpmaktadır. Gördüğümüz kadarıyla bu muhakeme elbette birden fazla kutuplu yeni bir dünya düzenine gidilip gidilmediği tartışmalarına da yol açmaktadır. Çin ile yaşadığı ekonomik rekabet esnasında AB ve Rusya ile de ayrıca çıkar çatışması yaşayan ABD’nin derin müttefiki İngiltere ile ortaklığı tecdit müzakereleri yaptığı bir dönemde Ortadoğu’da ‘Arap Baharı’ sonrasında yeni bir jeopolitik bahar (!) başlatma iddiasında olduğu görülmektedir. Amerikan siyasetindeki aktörlerin Basra Körfezi ile Doğu Akdeniz jeo-ekonomik hattında yeni bir takım ittifaklar üzerinden oluşturulacak siyasi düzenin reklamını yaparken Türkiye’ye baskı yaptıkları göze çarpmaktadır. Peki, ABD’nin Ortadoğu’daki kilit müttefiklerinden Türkiye ile anlaşmakta zorlanıyor olmasını nasıl okumalıyız? Washington’ın Türkiye siyaseti, 1910’larda Londra’da benimsenen Ortadoğu siyasetinin tekrarı olabilir mi? S-400 ve Doğu Akdeniz meselelerini tarihi çağrışım açısından ele alalım.

İngiliz – Alman Rekabeti ve Osmanlı Jeopolitiği

1909’da İstanbul’daki idarenin bir askeri darbe ile değiştirilmesi Londra ve Berlin’de olumlu karşılanmıştı. 1909’dan 1914’e kadar İngiltere ile Almanya arasında Osmanlı jeopolitiğindeki çıkar çatışmalarını önleme adına pazarlıklar yürütülmüştü. Almanlar, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünden yana tavır alırlarken İngilizler Sultan’ın mülkü sayılan topraklarda yeni sınırlar çizmekten yanaydılar. Nihayet Osmanlı haritasını İngiliz ve Alman nüfuz sahaları olarak paylaşma noktasında anlaşmaya varmışlardı. İngilizler tarafından 1970’lere kadar hukuken bağlayıcı sayılacak olan Doğu Arabistan sınırlarını gösteren harita da 1913’te Osmanlı ile İngiltere arasında ayrıca çizilmişti.

Bir taraftan İngiliz – Alman müzakereleri yaşanırken diğer taraftan Osmanlı ordusunda ithal edilen silahlar, sipariş edilen donanma gemileri ve askeri eğitim gibi stratejik meselelerde Londra-Berlin-İstanbul hattında diplomasi trafiği yaşanıyordu. İngiltere’den kredi ve silah almak isteyen Osmanlı Hükümeti, Almanya ile denge politikasını sürdürdüğü için Londra’da aradığı desteği bulmakta zorlanmaktaydı. Buna karşılık donanmaya Almanya’dan gemi sipariş edildi. O günkü savaş gemilerinin siparişi, bugünkü S-400 veya F-35 gibi hava kuvvetleri savunma sistemleri ile aynı mesabedeydi. Osmanlı donanmasına Alman gemilerinin eklenecek olması Londra’daki endişeleri iyice artırdı. Osmanlı Hükümeti aynı zamanda İngiltere’den de savaş gemisi sipariş etmişti. İngiltere ile Almanya arasında küresel liderlik mücadelesi yaşanırken Balkan Harbi ile de alakalı olarak 1913’te İstanbul’da iki kanlı müdahale ile hükümet değiştirildi. Bunların ikisi de darbeydi. 1914’te Almanya – Rusya harbi başladığında İngiltere ve Fransa birlikte Almanya’yı hedef alınca patlak veren Büyük Harp, iyice Alman nüfuzuna girmiş bulunan Osmanlı Hükümeti’ni de savaşa sürükleyecekti.

İngiltere’den sipariş edilen bazı savaş gemileri temin edilemediği gibi Osmanlı toprak bütünlüğünü hedef alacağı belli olan İngiltere’ye karşı Osmanlı Hükümeti kendi toprak bütünlüğünü destekleyen, üstelik silah ve kredi tedarik eden Almanya ile müttefik olmuştu. Savaştan sonra Talat Paşa’nın Almanya’da görüştüğü bir İngiliz casusuna söylediği (iddia edildiği) gibi, “Osmanlı Hükümeti önce İngiltere’ye yanaşmış ancak Londra’daki tavırlar karşısında Almanya’nın safına sürüklenmişti.” Peki, bugünkü Türkiye de son yıllarda önce ABD’ye yanaşıp sonra Rusya’ya yönelmiş olabilir mi?

Türkiye’nin Yeni Musul Meselesi: Doğu Akdeniz Pazarlığı

Türkiye Cumhuriyeti’nin 1924’te hilafeti ilga ederek sınırları ötesindeki sosyo-ekonomik ve siyasi işlere karışmayacağını göstermesinden sonra Lozan Antlaşması’nı imzalayan İngiltere, takip eden iki yıl içinde Musul’u da Türkiye’nin elinden almayı hedeflemişti. Ankara, Musul’dan vazgeçtikten sonra güney sınırlarının Kürtçü veya herhangi bir akım üzerinden tehdit edilmeyeceğine dair Londra’dan teminat almıştı. 1984’e kadar bu teminatın devam ettiğini söylemek mümkündür. Ancak İran – Irak harbi esnasında silahlandırılan Kürtçü hareketlerin Türkiye jeopolitiğinde yeniden bir tehdit unsuru haline gelmesiyle Ankara’da güney sınırların güvenliği Türk siyasetinin elzem meselelerinden birine dönüştü.

2009’da Doğu Akdeniz’de keşfedilen zengin fosil kaynakların bölgede yeni bir fırtına başlatacak olması ve 2012’den sonra hem Türkiye’nin güneydoğusunda tespit edilen kaya gazının varlığı hem Suriye iç savaşı gibi jeopolitik meseleler Ankara’nın güney rüzgârlarıyla muhatap olmasına yol açtı. Birkaç sene içinde 15 Temmuz’a yol açan bu sancılı dönem, Türkiye’nin ABD ile ilişkilerini türbülansa sokarken İngiltere ve Rusya ile ilişkilerini geliştirmeye başladı.

Türkiye’nin hava kuvvetlerini geliştirmek için ortak olduğu F-35 projesinde parça üreticisi rolünü üstlenmesi ve projeye yatırım yapması, ABD’nin yeni Ortadoğu ve Doğu Akdeniz politikası ile uyuşmasına yardımcı olmadı. Anlaşmazlıklar üzerine Rusya’dan füze siparişi ve İngiltere’den jet üretimi için destek bulan Ankara, ABD baskılarına direneceğini göstermiş oldu. Türkiye ile anlaşamayan Amerikan enerji şirketleri ise bazı Avrupalı şirketlerle birlikte Kıbrıs Rum Kesimi, İsrail ve Mısır ile anlaşarak Ankara üzerinde baskıyı artırdılar. Doğu Akdeniz’de Kıbrıs etrafında Türkiye’yi rahatsız edecek jeopolitik rekabeti yükselttiler. Ancak bu jeopolitikte İngiltere’nin Türkiye ile tam olmasa da ortak bir noktada (en azından aktörler arasında denge kurma adına) tavır aldığını söyleyebiliriz. İngilizlerin bu tavrı Rum Kesimi’nde tepki görmüş ve resmi olarak kınanmıştır.

Osmanlı’dan sonra Doğu Akdeniz’in iki eski emperyal sahibi İngiltere ve Fransa, en son 1956 Süveyş Harbi’nde bölgede hezimet yaşayarak ABD ve Sovyet Rusya karşısında itibar kaybetmiş olsalar da hala aktörlük iddialarını sürdürmektedirler. Türkiye, bölgede ilkiyle anlaşırken ikincisiyle anlaşmakta zorlanmaktadır. İngiltere, son yıllarda Kıbrıs meselesini en aktif takip eden ülke olarak diplomatik önderliğiyle de dikkat çekmektedir. Hükümet adına açıklama yapan Sir Alan Duncan’ın ‘ihtilaflı bölgelerde’ sondaj faaliyeti yapılmamasını dile getirmiş olması, Kıbrıs Adası’nda ve etrafındaki deniz sınırlarında ABD ve AB’nin desteklediği tezlere karşı Türklerin bölgede işgalci değil bilakis aktör olduğu görüşüne destek mahiyetindedir.

2019’un Haziran ayı küresel siyasette önemli toplantılarla geçiyor. Ayın ilk günlerinde İsviçre’de Bilderberg Toplantısı yapıldığı gibi ayın son haftasında Viyana’da petrol fiyatlarını belirleyecek olan OPEC toplantısı yapılacak. Bu arada G-20 toplantıları da devam ediyor. Bu toplantıların devletlerarası diplomasiye ve küresel ticarete etkisi malumdur. Ortadoğu’nun petrol üreticisi ülkeleri, transit ülkeleri ve silah ithalatına büyük bütçe ayıran ülkeleri bu küresel ticaret rekabetinden en fazla etkilenenler arasında yer almaktadırlar. Doğu Avrupa, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu bölgelerinde aktör olan Türkiye’nin F-35 projesinden ihraç edilmesi, yeni savaş jeti TFX’in üretiminde aktör olmayı hedefleyen İngiltere ve Türkiye’ye silah satışını artırarak Doğu Akdeniz’de elini güçlendirmek isteyen Rusya’nın çıkarlarına yarayabilir. Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve özellikle Doğu Akdeniz’deki deniz sınırlarına destek veren ülke/ler önümüzdeki dönemde Ankara’da daha fazla kabul görecektir. Türkiye’nin toprak bütünlüğü, sadece kara toprakları değil aynı zamanda denizlerdeki sınırlarına saygı gösterilmesine de bağlıdır. Şartlar gereği Ankara, Türkiye’nin sosyo-ekonomik istikrarı ve jeopolitik konumunun güvenliğine katkı sağlayan büyük ülkelerle ittifaka yanaşacaktır.

1920’lerde İngiltere, Fransa ve ABD’nin ortak çıkarlarda buluşmaya çalıştığı bir Musul meselesi vardı. Musul’un Türkiye’den peyderpey alınması siyasetini İngiltere üstlenmişti. Günümüzde ise bu kez Doğu Akdeniz’de geniş bir münhasır ekonomik bölgesi bulunan Türkiye’nin sahasında yer alan kaynakların paylaşılması ve bölgedeki sınırları üzerinde bir pazarlık meselesi bulunmaktadır. Ancak 80 milyonluk Türkiye’yi Güney Kıbrıs gibi küçük bir yüzdeyle sınırlandırmak mümkün görülmediği gibi 1920’lerin şartlarında pazarlığa yanaştırmak zordur. ABD’nin Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’deki yeni stratejileri, küresel liderliğinin tartışıldığı bir dönemde Türkiye’yi bölgedeki yeni büyük aktörlerle ittifaka yönlendirmektedir.