Ortadoğu’ya Tersinden Bakmak

Ortadoğu bizim ürettiğimiz bir kavram değil, hatta coğrafi bir tanımlama da değildir. Ortadoğu terimi literatüre “Yakındoğu” bölgelerini tanımlama maksadı ile 1902 yılında girmiş ise de daha ziyade II. Dünya Savaşından sonra yaygın kullanım alanı bulan siyasal bir anlatımdır. Dönemsel olarak daraltılabilen veya genişletilebilen bu kavram etnik bakımdan Arap, Fars, Türk ve bunlar ile birlikte yaşayan Kürt, Çerkez gibi unsurları anlatırken; din olarak da hangi mezhepten olursa olsun çoğunlukla ve kesintisiz Müslümanların yaşadığı coğrafyayı tanımlamaktadır. Bugün Ortadoğu coğrafyasına baktığımızda bu tanıma girmeyen tek topluluk veya devlet İsrail’dir ve zaten o da bu kavramdan sonra yaratılmış bir devlettir. Ortadoğu’da Müslüman olmayan guruplar bu coğrafyada Müslümanlardan daha eski olmalarına rağmen nerede ise bu kavramın içinde değil, batının uzantısı olarak algılanmaktadırlar.

Bu durumda Türkiye bunun neresindedir veya biz Ortadoğulu muyuz? gibi soruların ne denli yersiz ve hatta abes olduğu açıkça ortadadır. Ortadoğu’nun öneminden bahsedenler çoğunlukla sahip olduğu enerji kaynakları ile bu kaynakların ulaşımını sağlayan geçiş yollarından bahsederler. Bazı sığ uzmanlar tarafından Türkiye’nin, bölgede petrol imtiyazlarına sahip olmadığına ve esasında hala gelişmekte olan ülkeler sınıfında olduğundan gelişmiş ülkeler kadar enerji tüketmediğine göre Ortadoğu’nun kenarında kalması gerektiği ileri sürülür. Halbuki bu yaklaşımlar ana tanıma göre çelişkiler ve mantık hatalarıyla doludur. Türkiye yönünü ne kadar Batıya dönmüş olsa, AB içinde kendisine yer bulmaya çalışsa da dünya veya en azından bu kavramı üretenler nazarında bir Ortadoğu ülkesidir. Türkiye bu gerçek ile yaşamak zorundadır.

Bütün milletlerin iştahını kabartan bu bölge, “Cevelangâh-i Musa” yani Hz. Musa’nın dolaştığı güzergah; “Mehd-i İsa” yani Hazreti İsa’nın doğduğu yer, “Kıblegah-i İslam” yani İslam’ın ilk kıblesi ve asırlardan beri pek çok önemli İslami hâtıranın da bulunduğu bir yerdir.

Esasında zannedildiği gibi Ortadoğulu olmak veya ilgili bulunmak bir eksiklik değildir. Türkiye’yi bu kavramın dışında tutanlar maalesef tarih bilgisinden de yoksundurlar. Eğer bu uzmanlar tarihe kısaca bir göz atacak olur iseler bugün Türkiye’nin ulaşmaya ve benzemeye çalıştığı refah düzeyi yüksek Batılı devletlerin tarih boyunca kadim imparatorlukların coğrafyası olan Ortadoğu ile ilgilenerek gelişmiş olduklarını görürler. Ortaçağlarda Roma ve Bizans, yeni ve yakın çağlarda Portekiz, İspanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Almanya ve modern dönemlerde Amerika hep bu bölge ile ilgilenmediler mi? Bu bölgelerin iç işlerine karışmadılar mı, bölgede kendilerine yakınlık duyanları himaye edip, diğerlerine karşı ittifaklar oluşturmadılar mı?

Zihniyet sadece görünenler ile beslenirse, başka bilgileri ve hele tarihi tecrübeyi ihmal ederse çıkmaz yola girmek kaçınılmazdır. Bu yüzden bir kere daha hatırlatalım ki, yukarıda Türkiye’ye örnek gösterilen ülkelerin hiç biri sadece doğal kaynaklar ve zenginlikleri esas alarak Ortadoğu ile ilgilenmemişlerdir. Tabii ki burada hemen savunma reflekslerinin bu ilginin emperyalist ilgi olduğunu, oysa Türkiye’nin böyle bir amacının olamayacağını, hatta bunun bir utanç vesilesi olduğu da söylenecektir. Bu yargıya katılmamak olası değil, ama bu ne geçmiş ve ne de bugünkü durumu açıklamaya yetecektir. Bu konu pek çok yazıyı ve tartışmayı gerektirmektedir. Ama güncel bir konu üzerinden ele alınarak maksadın anlaşılmasına katkı sağlanabilir: Filistin meselesi…

Filistin meselesi, yirminci asrın kanayan yaralarından biri. Dünya gündeminde sürekli olarak yer tutuyor ve çözüme kavuşturulamıyor. Bunun kuşkusuz en önemli sebeplerinden biri de bütün dinler nazarında mukaddes sayılan Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın  bu topraklar üzerinde bulunması. Burada çatışma veya tartışma için başka kaynağa gerek yok. Asırlarca buranın sorumluluğunu üstlenmiş olan Osmanlı Devleti, Kudüs’te yaşayan bütün dinlerin mensuplarına belirli kurallar dairesinde adil davranıyor, herkesin mukaddes mekânları rahatlıkla ziyaret edebilmesine ve inançlarının gereğini yerine getirmelerine imkan veriyordu. Bu konuda yapılanlar ve takip edilen siyaset yerli ve batılı bir çok araştırmalar ile tarihin sahifelerine kaydedilmiştir.

Çok gerilerde kalmış olan Haçlı Seferleri bir yana, Türk entelijansiyasının bildiğini umduğumuz “Şark Meselesi”,19. yüzyılda Kudüs ve etrafı ile ilgilenmek adına ortaya atılmış olan ve bölgede hakim güç Osmanlı Devleti’ni içten çökertme planlarını içeren bir stratejidir. Osmanlı Devleti, Kudüs konusunda çift yönlü bir saldırıya maruz kalmıştır. Bir yandan Avrupa devletleri (özellikle İngiltere, Fransa ve Rusya) mukaddes makamları bahane ederek müdahale zeminleri oluşturmaya çalışırken bir yandan da Siyonistler tarihî emellerini gerçekleştirme uğrunda planlar yapmışlardır. Osmanlı Devleti hassasiyeti ve denge politikalarıyla, bu planlar karşısında uzun zaman dayanmış ve Kudüs’ün muhafazası mümkün olabilmiştir. Ancak herkesin bildiği çıplak gerçek şudur ki savaşı çıkaran olmamakla ve toprakları birinci derecedeki cepheleri oluşturmamakla birlikte, Birinci Dünya Savaşı sonunda Şark meselesinin ve Siyonist emellerin tamamı gerçekleşmiştir. Bugün artık yeni bir coğrafya yani Ortadoğu coğrafyası vardır. Dolayısıyla içinden çıktığımız bir bütünden kendimizi ne kadar ayrı tutabiliriz?

Ortadoğu Filistin’dir

1917 yılından günümüze ulaşan Filistin sorunu Dünya barışının sağlanmasını kilitlemiştir. Filistin sorununun çözülmeden dünya barışının sağlanamayacağı yargısı artık klasik bir hüküm olmuştur. Peki öyleyse bu derece önemli olan bir meselede neden ilerleme sağlanamamaktadır, mesele sadece Yahudilerin geleceği ve kanun tanımaz, dünyanın şımarık devleti İsrail midir? Bu sorunun cevabı aslında zihinlerde bilinmekte fakat ifade edilememektedir.  İsterseniz bunu da Osmanlı döneminden yapacağımız bir alıntı ile izah edelim. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından önce, Osmanlı’nın Kudüs Mutasarrıfı olan Ahmed Macid b. Şevketin dönemin Dâhiliye Nazırı Talat Paşa’ya sunduğu bir raporda bu sorunun cevabı bulunduğu gibi, devletlere ve milletlere yön çizecek nitelikte bir “stratejik tahayyül” de verilmektedir.

Kudüs mutasarrıfı Ahmed Macid, 16 Ağustos 1913 tarihli raporuna Filistin kıtasının dinler tarihi açısından taşıdığı fevkalâde önemi vurgulayarak başlamaktadır. Bütün milletlerin iştahını kabartan bu bölge, “Cevelangâh-i Musa” yani Hz. Musa’nın dolaştığı güzergah; “Mehd-i İsa” yani Hazreti İsa’nın doğduğu yer, “Kıblegah-i İslam” yani İslam’ın ilk kıblesi ve asırlardan beri pek çok önemli İslami hâtıranın da bulunduğu bir yerdir. Salt bu yüzden bütün dünyanın dikkatlerinin bu bölgede yoğunlaştığını söyleyen Osmanlı mutasarrıfını bugüne kadar yalanlayacak hiç bir gelişme olmamıştır. Dünyanın hemen her yerinde yaşayan insanların dolaylı veya dolaysız bir şekilde yönlerinin bu coğrafya olduğunu inkar etmek mümkün müdür? Her ne kadar Müslüman coğrafyasında bir çatışma alanı olarak görülse bile; Siyonist olan veya olmayan bütün Yahudilerin; monofizit olan veya olmayan bütün Hristiyanların zihin dünyasında bu coğrafya yok mudur? Müslümanlar ilk kıblelerini düşünürken, Yahudiler Süleyman Mabedini, Hristiyanlar da Doğuş Kilisesini düşünmemekte midirler?

Aslında Siyonistlerden önce Batılılar, geçmişlerinin hatıralarını canlı tutmak adına 19. yüzyıl boyunca bu bölgede kıyasıya rekabet etmişlerdir. Sadece Hristiyanlık adına değil, farklı mezhep ve inançlar adına giriştikleri nüfuz mücadeleleri tarihin sahifelerinde canlılıklarını hala korumaktadırlar. Kudüs’te nüfûz ve nüfuslarını arttırmak için, Avrupa devletleri himayelerinde inşa edilen kilise, mektep, hastane, manastır ve misafirhane gibi yüzlerce odası olan büyük müesseseleri, hemen hemen her gün çoğaltmak için büyük gayretler sarf etmediler mi?

Filistin’de Katolik-Ortodoks Rekabeti

Kudüs’teki tarihî Hristiyan-Hıristiyan çekişmelerinin izleri hala hatırdadır. Uzun yıllar Kudüs, Ortodoks ve Katolikler arasındaki Kamame ve Beytullahm kiliseleri şiddetli çekişmelere ve rekabete sahne olmuş, ve yıllarca İstanbul’u  meşgul etmiştir. Ortodoks Kilisesi’ni Kudüs’teki Rum Patrikhanesi; Katolik Mezhebini ise Kırım muharebesinden sonra Ruslara karşı rekabet için ihdas edilen ve Küşûdî denilen Latin papazlarından oluşan ruhbanlar (Latin patrikhanesi) temsil etmekteydiler. Aynı dönemde, Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethi sırasında Rumlara bahşettiği, Osmanlı Sultanları tarafından da fermanlarla teyid edilen müsaade ve imtiyazlardan istifade etmekte olan Rum Patrikhanesi doğrudan Osmanlı Devleti’ne bağlı olmasına rağmen tartışmaların dışında kalamamıştır. Fransızların “Kutsal Makamların Muhafızları” diye isimlendirdiği çıplak ayaklı Küşûdî  rahipleri ile Latin Patrikhanesi’nin arkasında hep Fransızlar yer alırken; Ortodoksları Ruslar, Rum Patrikhanesini de Hellenizm sevdalıları Yunanlılar ve İngilizler tahrik etmekteydiler.İsrail’in kurulmasından önce bütün bu rekabet ve çatışmaların tartışmaları Paris, Londra, Moskova ve Atina’da yapılmaktaydı. Nihayet hep birlikte icat ettikleri Kutsal Mekanlar meselesi ile uzun yıllar sürecek Kırım Savaşı’nın çıkmasına sebep olmuşlardı. Hatta bu savaş bu coğrafya üzerindeki batı tasavvurlarını öyle belirginleştirmiştir ki, batılı Katolik ve Protestanlar tarihte ilk defa Müslümanlar ile birlikte Ortodokslar ile savaşmışlardır. Aynı süreçte Avrupa kendi içinde antisemitizmi yani Yahudi karşıtlığını geliştirmiştir. Ancak bundan hareketle bir önceki tecrübeyi kendi topraklarında denemeye cesaret edememişlerdir.

Büyük Savaş’a Doğru

Bu çıkmaz sokaktan yürüyen Batılılar, sonunda kendi içlerinde çözemeyecekleri Yahudi meselesini Filistin coğrafyasına taşıyarak şimdilik zaman kazanmışlardır. Müslümanlar ile Yahudilerin karşı karşıya getirilmesi antisemitik bir algı ve anlayışın ürünüdür. Fakat bu şekilde iki taşla bir kuş avlamayı hesaplayan bu proje tutmamıştır. Zira iki önemli hususu hesaplayamamışlardır.

Birincisi Siyonizm’in bu derece katı ve saldırgan bir tutumla bölgede kalıcı olamayacağını zannetmeleridir. İkincisi husus ise antisemitizmin Müslümanlar arasında da kendilerinde olduğu gibi rağbet göreceğini düşünmeleridir. Oysa İslamiyet sahip olduğu değer yargıları ile kendisinden önce gelen dinleri kabul etmesinden dolayı antisemitizmi reddeder. Bu yüzden Siyonistlerin saldırgan tavırları ve yarattıkları devlet terörüne rağmen hala Müslümanlar arasında sınırlı bazı radikal gurupların dışında, Almanya gibi Filistin dahil antisemitizmi benimseyen bir devlet veya topluluk çıkmamıştır.

Şimdi asıl iddiamızı söyleyebiliriz. Filistin’deki çatışma bugün bir Müslüman Filistin-Siyonist İsrail çatışması gibi görülse de aslında Batılıların Yahudilikle bir hesaplaşmasıdır. Bütün Arap-Yahudi veya Arap-İsrail savaşlarına rağmen hala bu bölgede kutsal mekanlar bahanesi ile yapılan Kırım Savaşı ölçeğinde bir savaş yaşanmamıştır. Savaş kışkırtıcılığı yapmak ahlaki bir şey değildir. Ancak tarihi okumalarımızdan yaptığımız çıkarımları saklamak da aynı derecede gayr-i ahlakidir. Maalesef bizlere bugün Müslümanlık-Yahudilik (Siyonizm) çatışması olarak gösterilen bu mesele yakın gelecekte Hristiyanlık-Yahudilik çatışması eksenine taşınacaktır. Başka bir ifadeyle “Büyük Savaş” o zaman yaşanacaktır.

Bu durumda her halükarda Türkiye, Ortadoğu veya Batı ittifakı içinde bile olsa meseleye taraftır ve taraf olmaya devam edecektir. Burada asıl mesele Türkiye’nin bu büyük krizi nasıl yönetmesi gerektiğidir. Bu yüzden Türkiye’nin nerede duracağı üzerinde değil, nasıl davranacağı üzerinde kafa yormak daha isabetli olacaktır.