Dünya’nın en kalabalık ülkesi, dünya ekonomisinde ikinci sırada yer alan ve Birleşmiş Milletler’in daimi Güvenlik Konseyi Üyesi Çin, son yıllarda ciddi eleştiriler ile karşı karşıyadır. Nüfusu, devasa üretim gücü ve ekonomisine rağmen dünya siyasetinde aynı oranda etkin olmayan Çin’in, 2050’lerde dünyanın en büyük gücü olma ihtimali, bugünkü egemenleri, özellikle de ABD’yi rahatsız etmektedir. Çin, ABD’nin varlık gösterdiği her coğrafyada ve her alanda ortaya çıkarak partnerlerine karşı takındığı esnek siyasetiyle, ABD’nin ulaşamadığı pek çok yerde bile varlık gösterebilmektedir. Dünya egemenlerinin en büyük rakibi ve dünya liderliğinin potansiyel adayı olması tabii olarak ona karşı bazı komploların, devletlerarası oyunların sergilenmesine de sebep olmaktadır. Madalyonun bu yüzü böyle de diğer yüzü nasıl görülmektedir? Yada Türkiye’de yaygın olan deyişle , “zulüm ile abâd olmak” mümkün müdür?
2020 Kasım ayında BM İnsan Hakları Komisyonu, Çin’de Uygur ve Hui Müslümanlarına, Tibetlilere ve diğer azınlıklara karşı uygulanan siyaseti özellikle bir milyondan fazla Müslüman Uygur Türk’ünün “yeniden eğitilmesi” safsatasıyla kamplarda, daha doğrusu devasa hapishanelerde tutulmasını eleştirmişti. Çin ise bu eleştiriyi “siyasi bir yönlendirme” olduğu gerekçesi ile reddetmişti. İşin acı tarafı Çin’in iddia ve reddiyelerinin Türkiye’de bile taraftar bulmasıdır. Çin’den fazla Çinci kesilen bu yaygaracı parazitler, Türkiye kamuoyuna Çin’de yapılan zulmün doğru olduğunu inandırmak istemektedirler.
Dünyanın çeşitli yerlerinde yükselen feryatlar, sağır sultana kadar ulaşan iniltiler, insanlığı hedef almış iddialar asılsız mıdır?
Mutluluk Kelimesini Unutan Türkistanlılar
Batısıyla, Doğusu ile Türkistan, 19. yüzyıldan itibaren kendilerine uygulanan asimilasyon, hak mahrumiyetleri ve insanlık dışı muameleler ile acı çekmektedir. Bugüne kadar eserlerini okuduğum, tanıdığım, görüştüğüm Türkistanlılar’dan mutlu olana, feryat etmeyene rastlamadım. Bütün dünyada ulus devletler paradigmasının yarattığı bu tür sorunları, benzeri şartlardaki herkesin yaşadığı bir gerçektir. Ancak toplumların mücadele azmi, kimi rejimlerin kolay dönüşmesi ve uluslararası baskılar ile birçok yerde bu sorunlara kısmen çözüm üretilebilmiştir. Oysa kapalı birer rejim olan eski Sovyetler Birliği ve Çin Hak Cumhuriyeti’nin komünist rejimleri altında kalan Türkistanlıların çığlıklarını kimse duymadı veya bugün olduğu gibi duymak istemedi. Ancak artık mızrak da çuvala sığmaz oldu. Özellikle Çin’in son uygulamalarını, Çin taraftarlarının iddia ettiği gibi; ona karşı tavır almış olan ABD’nin propagandası veya BM’nin yönlendirilmesi olarak görmek mümkün değildir.
Bütün söylemlerden, iddialardan, Çin’in ülkemizdeki lobilerinin itirazlarından bağımsız olarak, 1980lerden itibaren tanıdığım hiçbir Türkistanlıyı mutlu görmedim. Dünyanın çeşitli yerlerine savrulmuş olan tanıdığım Batı ve Doğu Türkistanlılar’ın hemen hepsinin hikayeleri aynı idi: Baskı, zulüm, işkence, zindan, sürgün ve kaçış.
Bunda Bizim Hiç mi Suçumuz Yok?
Sürgünde Türkiye’de ölen Buhara Cumhurbaşkanı Osman Hoca’yı tanımadım, ama oğlu değerli bilim adamı Timur Kocaoğlu ile aynı yerde çalıştım. Sahip olduğu her şeye rağmen geriye baktığında mutsuz idi. Doğu Türkistan’ın liderlerinden rahmetli İsa Alptekin ile çok yakın olmadım fakat 1995 yılında, İstanbul’da, ölümüne kadar Doğu Türkistan’da yaşanan zulmü ondan defalarca dinledim. Otuz yıla yakın Çin zindanlarında ve kamplarında yaşamak zorunda kalan ve Türkiye’ye kaçıp geldikten sonra İsa Alptekin’in referansı ile girdiği Marmara Üniversitesinde birlikte çalıştığımız İ. Kurban’ı tanıdım. O da bize anlattıklarını ve mutsuzluğunu yazdığı hatıralarına yansıtanlardan oldu.
Sovyet zulmünden kaçarak değişik ülkelerde yaşadıktan sonra Mısır’da karar kılan büyük Türkistanlı alim Mübeşşir et Tırazı’nın oğlu ile ömrünün son yıllarında beraber oldum. Hayatını, Mısır’da Osmanlı Tarihi ve eserleri ile Türkistan Tarihi’ni anlatarak geçiren Nasrullah et Tırazı de mutlu olamayanlardandı. Ailesinin yaşadıklarına rağmen oldukça mütevekkil bir tavır takınan Nasrullah et Tırazı, Kahire’deki mütevazi evinde bana, sürgünde çocuklarına övündüğü kendi ana dili Türkçeyi gurbet şartlarından dolayı miras bırakamamaktan yakınıyordu.
Seksenli yıllarda hayatı zindanlarda geçmiş büyük şair, Doğu Türkistanlılara İz romanı ile adeta bir vasiyet bırakan Abdurrahim Ötkür’ü tanıtan ve onun romanı üzerinden bana Uygurca öğretmeye çalışan bir dostum vardı. Kader bizi üçüncü bir ülkede bir araya getirmişti. Türkiye özlemi duyuyordu ama Çin’den çıkarken yasaklandığı için gelemiyordu. Çin’e döndükten sonra aziz dostumun akıbetini de bir türlü öğrenemedim. Bütün iyiliği yüzünden okunmasına rağmen gündüz hiç gülmeyen ve şimdi de akıbetini bilmediğim için adını söyleyemediğim bu dostum da gece karanlığında milletinin, dininin ve neslinin geleceği için göz yaşları döküyordu. Oysa o kadar nahif ve estetik düşkünü bir insandı ki kendilerine zulüm yapan Çin hükümetinin balkonlarda çiçek yetiştirme mecburiyetini bile övgüyle anlatabiliyordu.
Bu canlı örneklerin daha onlarcasını verebilirim. Üstelik, ABD’nin Çin’i adam yerine koymadığı yani rekabet komplolarına gerek olmadığı dönemlerden. Ancak lafı uzatmaya gerek yoktur. Bugünlerde kim neyi, niçin yapıyor olursa olsun, bilinmelidir ki; Doğu Türkistan’da Müslüman Uygurlar sadece kimliklerinden dolayı zulüm altındadır. Hangi gerekçe ile olursa olsun, bunu görmemek zulme ortak olmaktır.
Türkiye ile Çin arasında iyi ilişkiler varsa ve gelecekte büyük ortaklıklar düşünülüyorsa, Müslüman Uygur Türkleri’nin de bu ilişkilerin merkezinde yer alması tabiidir. Onların feryadı bu ilişkilere kurban edilemez ve edilmemelidir. Çin’in gerekçe gösterdiği “ayrılıkçı, terörist ve radikal” gurupların varlığı ve faaliyetleri ile BM’nin iddia ettiği iki milyona yakın insana kamplarda uygulanan zulüm arasındaki farkı açıklamak ve dünya kamuoyunu tatmin etmek bize değil, Çin’e düşmektedir.
Türkiye ile Doğu Türkistan’ın müşterek tarihi bir yana, tarihi ilişkilerinin derinliği de unutulmamalıdır. Uzak mesafeye rağmen her iki taraf da her derde düştüklerinde birbirlerinin acısını sevindiklerinde de sevinçlerini paylaştıkları bugün unutulmuş olsa da kayıtlara geçmiştir.
Geçen hafta Sultan Abdülhamid’in ölüm yıldönümüydü. Onun hakkında nutuklar söylendi. Anıldı, siyasetinden bahsedildi. Ama Doğu Türkistan ile ilgisi kimsenin aklına gelmedi. Onun hatırasını yad ederken eksik kalan bu konuyu da ben sizinle paylaşayım burada.
Kimliğinden, inancından, yaşama biçiminden, kılık kıyafetinden vs. ötürü herhangi bir yerde, herhangi bir insana hatta canlıya ve eşyaya yapılan zulme karşı durmak insani bir haslet, hatta bir görevdir. Maalesef vicdani derinliklerimizde gömülü kalmış olan bu haslet, ancak bazı tahrikler ile uyanabilmektedir. Çin zulmü, Türkiye’de yaşayan Uygur kardeşlerimizin feryatlarına, yollara dökülüp anlatmalarına, hatta BM raporlarına rağmen bazılarımızda hiç etki bırakmadığı gözlemlenmektedir. Burada vicdanlarını şeytana satanlardan söz etmiyorum. Ama bir gün lazım olur diye vicdanlarını rezervde tutanlara da sitem hakkımı kullanmak istiyorum. Çin zulmünü anlamak için Doğu Türkistan’da yaşananları, oradaki dindaş ve soydaşlarımızın dertleriyle hem-dert olmak için şairlerin, ozanların alimlerin hatta topyekün bütün Türkistanlıların ölmesini mi beklememiz gerekiyor?
II. Abdülhamid ve Türkistan
Ölümünün 102. yıldönümünde, saltanatı geride bırakmış Cumhuriyet çocukları olarak bir Sultan II. Abdülhamid’i hala hayırla yad edebiliyorsak, bu onun sadece kimliği ve kişiliğinden kaynaklanmamaktadır. Dünyanın yeniden kurulmaya başlandığı ve bu maksatla mazlumların son sığınağı olan Osmanlı Devleti’nin tasfiye edileceği bir asırda, uzun yıllar devletinin, milletinin, soydaşlarının ve İslam aleminin derdiyle hem-dert olduğu için bir asır sonra da hala hatırlanmaktadır.
Devlet arşivlerinde mahfuz bir dosyaya göre; II. Abdülhamid’in imamlarından Mehmet Kamil, 1893 yılının ikinci yarısında önce Kudüs’e oradan da Şam, Hama Hums, Han Şeyhun, Maara ve Halep’i kapsayan bir seyahate çıkmıştır. Mehmet Kamil, ifadelerinden; Osmanlı idaresinde olan ve bugün zulm, işkence, tehcir ile yaşamaya mecbur edilen bu bölgelere, -kutsal mekanları, türbe ve kabirleri ziyaret bahanesiyle-, gayrı resmi olarak Sultan adına gözlemlerde bulunmak için görevlendirildiği anlaşılmaktadır. Nitekim Sultan II. Abdülhamid’in çeşitli coğrafyalarda yaşayan Müslümanların durumları ile yakından ilgilendiği ve uyguladığı siyasetinin etkisini de resmi olmayan gözlemler ile test etmeye çalıştığı bilinen bir gerçektir.
İstanbul’a döndükten bir süre sonra Mehmet Kamil’in, 17 Aralık 1894’te Haydarpaşa’dan trene binip tekrar yola çıktığını okuyoruz raporunda. Bu sefer hedef, Bağdat’a kadar Irak coğrafyasını gözlemlemek; oradan da İran ve Türkistan’a gitmektir. Döndüğünde Tahran, Hive, Buhara, Semerkant, Taşkent ve Kaşgar’a uzanan seyahatinin bütün detaylarını II. Abdülhamid’e sunacaktır.
Mehmet Kamil’in Raporuna göre, bugün zulüm altında kalan Kaşgar şehrinin tamamı Müslümandır. Şehirde 120 cami; köy ve kasabalarda ise beş binden fazla mescit ve ayrıca pek çok uleması bulunmaktadır. Bu seyahatten çeyrek asır önce Çin Hanları idaresine giren Kaşgar Müslümanları dini imtiyazlarını muhafaza etmektedir.
Mehmet Kamil, -sanki bizim içine düştüğümüz durumumuzu anlatırcasına- ilginç bir değerlendirme yapmaktadır. O, Çin Hanları idaresinden dolayı siyasi durumu dikkate alarak konuşmalarında diplomatik davranmak istediğinde; Kaşgar Müslümanlarının kendisini nasıl cesaretlendirdiklerini utanarak anlatmaktadır. Sultan II. Abdülhamid’in İmamı Mehmet Kamil, Osmanlı’daki bütün gelişmeler ile yakından ilgilendiklerini gözlemlediği o güzel insanlardan aldığı cesaret ve destekle Kaşgar’dan Altaylara, Çin Müslümanları arasında dolaşıp derlediği bilgileri anlattığı seyahatnamesini şöyle bitirmektedir: “Hulasa; Çin ve Sin dahilinde bulunan bütün Müslümanlar, Emirü’l-mü’min ve Halife-i Resul olan Padişahımız Abdülhamid Han’a samimi ve içten dua etmekte ve adı anıldığında ağlamaktadırlar.”
Türkistanlılar ve Türkiye
Türkistanlılara karşı gösterilen bu ilgi onların da Milli Mücadeleye ve Türkiye Cumhuriyetinin ortaya çıkmasına ilgi göstermesi ile devam etmiştir. En zor zamanlarında bile Türkiye’deki gelişmeler ile ilgilenmişler ve Türkiye’nin yükselişini kendi yükselişleri olarak görmüşlerdir. İsa Alptekin’in 1930lu yıllarda Pekin’de çıkardığı Çinî Türkistan Avazı mecmuasında bile bu ilginin izlerini görmek mümkündür. Nitekim Türkiye Devleti de Doğu Türkistanlılara sahip çıkmayı bir devlet politikası olarak benimsemiştir. Başta Osman Hoca ve İsa Alptekin olmak üzere Çin zulmünden kaçan pek çok Türkistanlı lider hayatlarını Türkiye’de tamamlamıştır.
Türkiye çok zorlu bir sınavdan geçmektedir. Dengelerin çok hızlı değiştiği Uluslararası arenada oyuncu olmak dünya yönetişiminde hakkettiği yeri almak için kendini hassas adımlar atmak zorunda hissetmektedir. Çin ile olan ilişkiler de bu dengelerin dışında değildir. Ancak unutulmamalıdır ki Doğu Türkistan meselesi ve orada yaşanan Çin zulmü bu dengelerin bir parçası değildir.
Bu mesele, başta Türkiye olmak üzere, bütün İslam dünyasının bir meselesi olduğu kadar bütünüyle insan hakları meselesidir. Gelecekte sözünü ettiğimiz dengeler de insanlık ve insan hakları temelinde kurulduğunda herkesin payı da bu değerlere verdiği ölçü ile değerlendirileceğinde kuşku yoktur.
Yorumlar
Yüreğinize sağlık hocam.. Rabbim razı olsun. Türkistanlı kardeşlerimizi dert edinen ve her fırsatta onların yaşadıkları zulmü dile getiren yazılarınızla dikkatleri çekmek ve okuyanda o ıstırapları hissettirmek büyük bir mesele.
Türkiye’nin Çin ile hiçbir siyasi ekonomik politikası Uygurlu kardeşlerimizin hayatından önemli olamaz.
3 kuruşluk ticari ilişkiler için nelerin feda edildiğine dikkat etmek lazım. Bedeli ağır olur.
Çin seddinin tarihini de iyi anlamak lazım. Onu yaptıran gücü unutmazlar…