II. Abdülhamid’in uzun yıllar görevde tuttuğu Maliye ve Maarif Nazırlarından Zühtü Paşa (1834-1902) 10 Kasım 1892 tarihinde Sadarete uzun bir yazı yazar. Dönemin geleneğinde Nazır’ın bir mesele için bu kadar uzun resmi yazı yazması yoktur. Genellikle meram kısaca anlatılır ve varsa ekleri ilave edilerek Sultan’ın izni (iradesi) alınmak üzere talep Sadrazam’a ulaştırılırdı. Ama bu yazı böyle değildi. Uzun eklerinin yanında bir de Nazır’ın bizzat gözlemleri ve sitemleri hatta sistemin karşısındaki çaresizliği vardı. Onun için uzun tutulmuştu. Peki ne olmuştu da Zühtü Paşa kişisel bir rapor veya layiha gibi bir yazıyı nezaretin antetli kağıdıyla ve Nazır imzasıyla Sadarete sunmuştu?
“Afrika Barbarlığı” ve Kadıköy Saint Joseph Lisesi
Halen eğitim faaliyetlerini İstanbul Kadıköy’de sürdüren bir okul olan Saint Joseph Lisesi, Fransa merkezli Katolik Frerler Cemiyeti tarafından 1857 yılında İstanbul Beyoğlu’nda Pensionnat Saint-Joseph adıyla kurulmuştu. Cemiyet 1870li yıllarda Kadıköy’de edindiği arsa üzerine yaptığı yeni binasına taşınarak burada eğitimi sürdürmüş ve bugüne kadar Türkiye’de Fransızca eğitim veren kurumların öncüsü olmuştur.
Şimdilerde bu gelenek var mıdır bilmiyorum ama Osmanlı çağlarında karne ve mezuniyet törenlerinde okulda “mükafat tevzii”/ödül dağıtımı yapılmaktaydı. Bu yazı da konusunu, 1892 yılındaki bu okulun “mükafat tevziinde” öğrencilere hediye edilen bir kitap dolayısıyla Zühtü Paşa’nın feryadından almaktadır. Nazır’ın Sadarete sunduğu yazıdaki ifadesine göre, söz konusu okula Osmanlı gayrimüslim çocuklarının yanı sıra Müslüman çocukları da devam etmektedir. Ancak sayıları verilmemektedir. Nazır okulu Saint Joseph ismiyle değil de asıl bağlı oldukları kuruma atfen “Katolik Frerer” okulu olarak anmaktadır.
Elbette şikayet konusu okulun ödül töreni değildir. Tam tarihi bilinmemekle birlikte 1892 yılı içinde yapılan bu törende dağıtılan ve Nazır’ın ifadesiyle; “Din-i Mübîn-i İslam ve Devlet-i Aliyye aleyhinde muzır ve müteaddit ibarât ve resimleri havî/Yüce İslam Dini ve Osmanlı Devleti aleyhinde zararlı pek çok ibareler ve resimleri ihtiva eden” bir kitabın dağıtılmış olması, şikayetin ve sitemlerin konusudur.
Öğrencilere dağıtılan ödül, o yıllarda oldukça popüler, Paris ve Belçika Coğrafya Cemiyetleri üyesi Gochet, Alexis-Marie (1835-1910)’nin 1889 yılında basılan resimli La Barbarie Africaine Et l’action Civilisatrice des Missions Catholiques au Congo et dans l’Afrique Equatoriale isimli kitabıdır. Fransızca eğitim veren bir okulda popüler Fransızca bir kitabın dağıtılmasından daha normal bir şey var mıdır? sorusunu sormakta haklısınız. Afrika Barbarlığı ve Ekvator ile Kongo’daki Katolik Misyonerlerinin Köleliğe Karşı İcraatı başlıklı kitabın Fransızca eğitim veren bir misyoner okulunda dağıtılması kadar tabii bir şey yoktur elbette. Ancak kitabın ve yazarının köle ticareti meselesi üzerinden daha ilk sahifelerden itibaren Müslümanları ve İslamiyet’i diline dolaması ve hele bunu Müslüman mahallesinde yapmaya kalkışması Nazır’ın dikkatlerini çekmiş ve şikayetlerine mucip olmuştur. Maarif Nazırı değil mi, gereğini yapsaydı denilebilir ama iş o kadar basit değildir.
Afrika’da Köle Ticareti
Dünyanın en eski, yüz kızartıcı suçlarından olan köle ticareti maalesef 19. yüzyıla kadar Afrika’dan Asya, Avrupa ve ABD’ye doğru sürekli yapılan; alan ve satan bütün tarafları mutlu eden gayri insani ticari bir faaliyet idi. Bu insanlık dramını hiç bir din meşru görmüyordu. Ama hangi dine mensup olursa olsun insanoğlunun ihtirası hemcinslerini ticarî bir meta haline getirirken, inançları buna engel olamadı. Atlantik ötesi köle ticareti veya Afrika’dan kölelerin devşirilmesi daha o bölgeye İslamiyet gelmeden önce başladığı tarihi bir hakikattir. İslamiyet’in köle konusundaki yaklaşımına ve olabildiğince köle azadını teşvik etmesine rağmen bölgede bazı yerlerde İslamiyet yayıldıktan sonra da bu ticaret, maalesef Müslüman ve onlar ile işbirliği yapan Avrupalı tüccarlar eliyle yürütülmüştür. Ancak ticareti asıl teşvik eden unsur talep olmuştur ve bu talep çoğunlukla Batı’dan gelmiştir. Afrika’dan Batı’ya hatta ABD’ye ulaşan köle sayısı hakkında bazı tahminler yapılmış olsa da bütünüyle gerçeği yansıtmaktan uzaktır. Milyonlarca Afrikalı köle Batı pazarlarına ulaşırken bir o kadarı da yollarda hayatlarını kaybetmişlerdir. Batılı bir araştırmacı 17 yüzyılın ortalarından 19. yüzyılın başlarına kadar sadece Batı Afrika’da, Benin Körfezi’nden Batı’ya taşınan kölelerin sayısını 2.151.373 olarak vermektedir (Kristin Mann, 1986, 34.)
Uzun yıllar boyunca en çok köleye ihtiyaç duyan ülkelerden birisi İngiltere’dir. Nitekim 18. yüzyılın sonuna kadar dünyaya en büyük köle nakliyatı da İngiliz gemileriyle yapılmıştır. Kristin Mann’a göre 1761 yılından 1855 yılına kadar İngilizlerin kolonisi olan Lagos’tan (Nijerya’nın eski başkenti) Batı’ya 297.248 köle taşınmıştır. (Kristin Mann, 1986, 38.) Bu rakamda kayda geçmeyenler ve yolda hayatını kaybedenler yoktur. Son yıllarda yapılan bir başka araştırma daha korkutucu rakamlar vermektedir. Buna göre 19. yüzyılda Afrika’dan ABD’ye 5.4 milyon köle transfer edilmiştir. (Catherine Coquery-Vidrovithch, 2009, 186)
Başta İngiltere olmak üzere Batı’da üretim şeklinin değişmesinin ve ücretli işçi çalıştırmanın köle beslemekten daha ucuz hale gelmesinin köleliğin yasaklanmasının yolunu açtığı varsayılmaktadır. Bu yüzden Avrupa köle ticaretinin en önemli istasyonlarından olan İngiltere, Danimarka’dan sonra köle ticaretini yasaklayan ilk ülke olmuştur. Aslında 1807 yılında İngiltere doğrudan köleliği değil, kendi vatandaşlarının köle ticaretini yasaklamıştı. Ertesi yıl da ABD köle ithalatını yasaklayınca Avrupa köle tacirlerinin işleri yavaşladı. Hollanda 1814 ve Fransa da 1817 yıllında köle ticaretini yasakladılar. Bunun üzerine Batılı devletler Afrika’da köle ticareti yerine yasal ticaret için rekabete başladılar.
Batılıların Afrika’da başlattıkları coğrafi keşifler ve misyonerlerin faaliyetleri ile bölgeye mal sevk eden tüccarlar, Afrika nüfusunu kendi bölgelerinde tutmanın daha uygun olacağı kanaatine varmışlardı. Böylece bir taşla iki kuş vurulabileceklerdi. Hem ticaret yaygınlaştırılabilecek ve hem de misyonerler istedikleri gibi at koşturabileceklerdi. Gordon Keer’in dediği gibi köle ticaretinin yasaklanması pek de insani nedenlere dayanmıyordu (Gordon Keer, 2021, 54-55). Bilakis bu ticaret artık kazanç kapısı olmaktan çıkmıştı ve Batı yeni arayışlara girmişti. Nitekim köle ticaretinin yasaklanması veya yavaşlamasının en önemli sonucu Avrupalıların Afrika’yı talan etme planlarını da gündeme getirmesi oldu. Bu gelişmeler asırlardır süren köle ticaretini birden durdurmadı. Afrika’dan Asya’ya doğru bu ticaret yine yerli tacirler elinde yürütüldü. Ayrıca İngilizlerin yerine Portekiz gemileri de Avrupa’ya köle taşımayı sürdürdü.
19. yüzyılın ortalarına doğru Batılı eski köle tacirleri, ev ve çiftliklerinde hala köle bulundurmalarına rağmen; köle karşıtlığının da en önemli savunucuları oldular. Elbette kimin, nerede ve hangi niyetle olursa olsun köle ticaretine karşı durması takdire şayandır. Ancak bunu özel amaçlara ve tek sebebe indirgemesi başka bir ifade ile sadece Müslümanları hedef göstermesi köle ticareti karşısında duruşun samimiyetini sorgulatmaktadır. Yerli/Müslüman köle tacirlerinin masum olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak uzun yıllar boyunca Afrika’da köle ticaretinde ilk kaynağın Müslüman tüccarlar (ki hepsi değildir) olmasının asıl nedeni, on dokuzuncu yüzyıla kadar Avrupalıların Afrika sahillerinden iç kesimlere geçememelerinden kaynaklandığını unutmamak gerekir. Kaldı ki tespit edilen rakamlar göstermektedir ki pazar arzdan ziyade taleple şekillenmiştir. Hatta bazı görüşlere göre de Batılıların Afrika’ya gelişleri köle ticaretini kalıcı kılmıştır. (Gordon Kerr, 2021, 48.)
Müslüman ülkelerde köleliğin olmadığını söylemek de mümkün değildir. Ancak İslamiyet’in köleler hakkındaki talepleri, bize Batı’da olduğu kadar Müslüman dünyasında köleyi cazip kılmadığı varsayımını yaptırmaktadır. Zaten İslam coğrafyasına doğru giden köle sayısı ile Avrupa ve ABD’ye gidenlerin sayısı bu konuda önemli fikirler vermektedir.
Alexis’in Afrika’nın Barbarlığı İddiaları
İstanbul’da Saint Joseph Lisesinde dağıtılan kitabın yazarı; bazı yerli köle tacirlerinin kimliğinden hareketle, “köle ticaretinin müsebbibi olarak Müslümanları” göstermektedir. Nitekim Zühtü Paşa’yı rahatsız eden de bu yaklaşımdır. Maarif müfettişlerinden birisi tarafından elde edilip Nezarete sunulan kitabın önsözünden sonra ilk cümlesinin yukarıdaki iddia ile başlaması, Maarif Nazırı Zühtü Paşa’yı harekete geçirmiştir. Bu konuda Sadarete sunduğu yazısına; kitaptan “muzır” bulduğu ifadeler ile kitabı cazibeli hale getiren bütün resim altlarını tercüme ettirerek ek olarak koymuştur. (BOA; A. AMD.MV 69/42)
Alexis, kitabının önsözünde “Papa 13. Leo’nun (1878-1903) teşviki ve Kardinal Lavigerie’nin vaazlarıyla başta Belçika ve diğer Avrupa ülkelerinde kölelik aleyhinde bir cereyanın başladığını söylemektedir. Yazar, bunun köleliğe karşı, Hristiyanların övüneceği yeni Haçlı Seferi olduğunu, kitabının da bu gayreti anlatmayı hedeflediğini ileri sürmektedir. Oldukça masumane görülen bu izahın samimiyeti tartışmalıdır. Zira yazar o sıralarda aktif olan Belçika Kölelik Karşıtı Cemiyeti’nin üyesi olmasına rağmen kitabına, kıtanın halklarını küçümseyen “Afrikalıların Barbarlığı” ismini verdiği gibi; özellikle seçtiği başlıklar ve koyduğu resim altı yazılarıyla da adeta erken dönem İslamofobi örneğini vermektedir. Batı’da zaman zaman “hamle” manasındaki “Croisades” kelimesini sıkça ve büyük harfler ile yazan yazar, yaptığı açıklamalarıyla bunu özellikle kullanıp Afrika’daki misyonerlik faaliyetlerini de kutsal Yeni Haçlı Seferleri olarak nitelemektedir. Diğer taraftan kitabın Kongo havzasını ele alması kitabın kölelik karşıtlığından ziyade Belçika’nın 1884’ten beri o bölgede kurmaya çalıştığı serbest ticareti desteklemek için yazıldığını göstermektedir. Zaten kitabın üçüncü bölümü de 1640lardan itibaren Afrika’da sürdürülen Katolik misyonerlik faaliyetlerine ayrılmıştır.
Yazar kitabının birinci bölümüne “La Mouvement Antiesclavagiste/Kölelik Karşıtı Hareketler” başlığını vermiştir. Ancak hemen ardından “Zenci köle ticaretinin müsebbibi Muhammedîliktir” alt başlığıyla konuyu farklı bir mecraya taşımış ve çizdirdiği temsili Arap tacirleri ve köle toplamalarını gösteren resimler ile de bu iddiasını desteklemeye çalışmıştır. Yazar kitabına Nazır’ın yazısının eklerine de yansıyan şu ifadeler ile devam etmektedir:
Bugün bütün Avrupa’nın hatta dünyanın dikkatleri her şeyden çok Afrika’ya yönelmiştir. Bizzat Papa adına Kardinal Lavigerie’in köle ticaretine karşı verdiği vaazları ve teşvik ettiği yeni Haçlı Savaşı ve -az çok- aynı maksatla Avrupa Devletleri’nin müştereken icra edecekleri askeri harekatlar ve Katolik misyonerlerinin gayretleriyle alınan sonuçların bir tesiri olarak, eskiden tahkirle anılan zencilerin memleketi (Afrika) bugün en çok araştırılan ve araştırılacak olan bir memleket haline gelmiştir. (Gochet, Alexis-Marie, 1889, 5 vd.)
Bu ifadelerin Afrika Talanı’nı meşrulaştıran 1884 Berlin konferansından birkaç yıl sonra yazılması dikkat çekicidir. Gerçekten de önce Henry Stanley ve onu takip eden kaşifler, Afrika’nın iç bölgelerinin Batılılar için ne denli kaynak değeri olduğunu ortaya koymuşlardır. Akabinde Batılı devletler bir araya gelerek Afrika’yı paylaşmıştır. Yazarın insanî olarak sunduğu şey, aslında Katolik misyonerlerin Avrupa emperyalizmini Afrika’da yayma girişimlerindeki rolünü itiraf anlamı taşımaktadır. Zaten 1640-1889 yılları arasındaki misyonların da listesini vermesi bunu göstermektedir (Gochet, Alexis-Marie, 1889, 53). Ayrıca geçmişteki Haçlı seferlerine referans veren yazar, Yeni Haçlı Seferi diye niteleyip kutsadığı misyonerlerin faaliyetlerinin meşruiyetini de şöyle savunmaktadır:
On birinci asırdan on üçüncü asra kadar devam edip Orta Çağı şöhretlendiren ve kutsal beldeleri kurtarmak maksadıyla yapılan Haçlı Savaşları zamanında olduğu gibi şimdi de Avrupa’nın Hristiyan devletleri din barışının medenî etkisini, bu sefer başka bir yerde icra etmektedirler. Zencilerin memleketinde icra edilen ve edilecek olan bu Haçlı muharebeleri zemini değişmeyen ve sekiz asır sonra icra edilen facianın (dramın) yeni bir perdesidir. Bu kavga medeniyet bahşeden ve özgürlük veren İsevilikle vahşi olan ve ahlakı ifsat eden Muhammediliğin arasında öteden beri devam edegelen aynı muharebedir. Büyük bir hatibin İsevi düşmanına dediği gibi bu Muhammediliğe iyice dikkat edilsin. Ortaya çıkışından beri Hristiyanlığın en muzır düşmanı olmuştur. Bunu anlamak pek kolaydır, zira kendi kendini ele veriyor. İsa’nın İncili bir adama hareketlerinde tevazuu ve başkasına karşı merhamet ve sadakayı ne kadar çok emr ve telkin ederse; aksine Kur’an da, Hristiyanlığın bu ahkamını altüst ederek insanın en kötü arzuları yolunda diğerlerinin zarar görmesine cevaz verip insanlara hayvan gibi esir muamelesi edilmesine müsaade ediyor. (Gochet, Alexis-Marie, 1889, 6)
Yazar, Papa 13. Leo’nun bu konudaki bir yazışmasına referans vererek ödül olarak dağıtılan kitap içinde şu mesnetsiz iddiaları tekrar etmektedir:
“Günümüzde Muhammediler, zencileri hayvanlardan biraz farklı gördüklerinden bunlara ne kadar haince ve merhametsizce muamele ettiklerinin anlaşılması hiç de zor değildir.” (Gochet, Alexis-Marie, 1889, 6)
Yazar daha sonraki satırlarında seyyahların ve diğer anlatıcıların imajını tekrar ederek, okuyucuya cazip gelebilecek hikayesine şöyle devam eder:
Hırsızlar, (kastedilen Müslüman köle avcılarıdır) bir şey gözetmeyerek şiddet ve zorla zencileri ansızın basıp şehirleri, köyleri kasabaları istila ve her şeyi harap ve yağma ederler. Erkekleri, kadınları, çocukları önlerine katarak satmak için en alçak çarşılara götürürler. İşte bu şekilde satılan biçareler, kadınlarından, çocuklarından, akrabasından ayrılır ve kendilerini satın alan sahipleri onları gayet nefret uyandıran bir esarete mahkûm ederek Müslümanlığı kabule icbar ederler. (Gochet, Alexis-Marie, 1889, 6-7)
Yazar tacirlerin müşterilerini görmezden gelerek; kölelerin asırlarca Batı’da nasıl bir muameleye maruz bırakıldıklarını unutup konuyu tahrik edici bir noktaya taşımaktadır. Ona göre, bir Müslümanın gücü, bir efendinin kölesine uyguladığı keyfi şiddet ve onu mahkûm ettiği zilletten müşahede edilebilir. Aslında basit bir ifadeyle “Müslümanın ancak zayıfa gücü yeter” demek suretiyle asrın doğuya ve Müslümanlara olan siyasi bakışını sergilemektedir. Daha da ileri giderek meseleyi Osmanlı Devleti’ne getirerek iddiasını sürdürür:
Asrımızda Osmanlı Devletiyle diğer Asya ve Afrika hükümetlerinin bazıları görünüşte medenileşiyor ve daha mülayim ve insaflı görünüyorlar. Bunun sebebi kuvvetlerinin tükenmesi ve güçlü komşularının baskısıdır. Halbuki Afrika’da iş böyle değildir. Bu geniş kıtanın dörtte üçü –ki Avrupa’nın iki misli kadardır- malen ve bedenen Müslümanların malikanesidir. (Gochet, Alexis-Marie, 1889, 7)
Yeni Pierre L’Ermite: Kardinal Lavigerie
Yazar Papa 13. Leon’un kölelik konusundaki iç yazışmasına dikkatleri çekerken, bu Yeni Haçlı Seferini yapmak, vaazlarıyla teşvik etmek, Hristiyanların dini duygularını tahrik ve muharebeyi idare edecek özel bir vekil tayin etmesini tavsiye ve temenni etmektedir. Ayrıca kutsal olarak nitelediği savaşı idare edebilecek, -ortaçağlarda olduğu gibi- bir Pierre Lermit’in (Kudüs’u Müslümanlardan kurtarmak iddiasıyla Haçlı Seferleri’ne çağrı yapan ünlü keşiş) olması gerektiğini yazmaktadır. Bunun için Tunus, Cezayir piskoposu ve Cezayir’den Yukarı Nil ve Kongo’ya kadar faaliyet gösteren, 200 kadar misyonerin reisi olan ve resmini de kitabın başına koyduğu Kardinal Lavigerie’yi (1825-1892) ısrarla önermektedir. (Gochet, Alexis-Marie, 1889, 17 vd.)
Önerilen kardinal ilginç bir simadır. Kardinal Lavigerie Fransız Katolik din adamı olup uzun yıllar Fransa’da kilise papazı ve Sorbon Üniversitesi’nde hocalık yapmıştır. İlginç bir şekilde Suriye Buhranı’nın yaşandığı 1860li yılların başında Suriye’dedir. Osmanlı toprakları ile ilk tanışması bu zamana denk gelmektedir. Batının dikkatlerini bölgeye çekip Fransız müdahalesinin yapılmasının arkasındaki isimlerden biri olması muhtemeldir. Nitekim 1861 yılında Fransızlardan Legion de Honor nişanı elde etmesi boşuna değildir. Fransızların Batı Afrika’yı ele geçirme operasyonları yıllarında, 1868’de Afrika Misyoner Cemiyeti’nin kurup Alexis’in bahsettiği ve Beyaz Papazlar adını alan misyonerleri yetiştirip görevlendirir. 1874 yılından itibaren Sudan ve Sahra Altı misyon guruplarını harekete geçiren Kardinal, 1881 yılında Fransızların Tunus’u ele geçirmelerinin alt yapısını hazırlar ve işgal akabinde kendisi de Kartaca Kardinali sıfatıyla Tunus’a yerleşip Fransızların yumuşak gücü olur. 1884 yılına kadar burada kalan Lavigerie, Afrika’daki misyonerlik faaliyetlerini geliştirmek için Cezayir’e geçer. Burada Fransızların 1830 yılında kiliseye çevirdikleri Osmanlı Keçiova camisinde, Kardinal olarak görev yapmaya başlar.
Alexis’in ifadelerine göre Lavigerie, Papa’nın ruhani lider olmasının 50. Yılında Paris’tedir. Onu tebrik etmeye gittiğinde yanında da Afrika Hacıları adı verilen ve içlerinde zencilerden devşirdikleri Hristiyan misyonerlerin de olduğu temsilcileri Papa’ya takdim eder. (Gochet, Alexis-Marie, 1889, 18)
Saint Joseph lisesinde dağıtılan Alexis’in eseri, köle karşıtlığı bahanesi ile doğrudan misyonerlik propagandası ve dolaylı olarak da İslam ve Osmanlı Devleti’ne ağır eleştiriler yapmaktadır. Oysa kitabın kaleme alındığı tarihlerde Osmanlı Devleti’nin Afrika’daki varlığı sınırlanmaya başlamıştı. Üstelik elde kalan Afrika topraklarından Tunus’ta 1840larda Trablusgarp’ta ise 1856’da köle ticareti resmen yasaklanmıştı. (Catherine Coquery-Vidrovithch, 2009, 185-186)
Zühtü Paşa’nın Feryadı
Elbette böyle bir eserin Hilafet merkezindeki bir Fransız okulunda dağıtılması tepki çekecekti. Maarif Nazırı’nın yukarıda sözü edilen ve Sadarete sunduğu yazısında sadece kitaba karşı duyduğu tepkiler dile getirilmemekte, bilakis durum tespiti yapılmaktadır. Maarif Nazırı, İstanbul’daki yabancı okulların büyüklük derecelerine göre bir kısmı Padişah’ın ferman ve iradesiyle, bir kısmı Nezaretin verdiği ruhsatlar ve önemli bir bölümü elçiliklerin himayesinde kaçak olarak açılarak yarı resmi kimlik kazandıklarını söylemektedir. Bu okulların bazıları Maarif nizamnamesine uygun davranıp arada bir teftişi kabul etmelerine rağmen büyük bir çoğunluğu da Nezaretin teftişinden kaçmaktadırlar. Bu ikinciler, kendi programlarını bağımsız yapmakta, müfredatlarını, okutacakları kitapları kendileri belirlemekte hatta ödül törenlerinde istedikleri şekilde nutuklar atmaktadırlar. Bu okullar Maarif Nazırlığına nadiren bilgi vermektedirler. Bu yüzden Nezaret genellikle okulun/ların içinde ne döndüğünden haberdar değildir. Nazır, öğrencilerinin büyük çoğunluğunun Osmanlı tebaasından olmasına rağmen, okullarda devletin resmi lisanı olan Türkçe’den bir harfin bile öğretilmediğini beyan etmektedir. Bu okullarda devletin koyduğu hiç bir kaide ve kuralın uygulanmadığını belirten Zühtü Paşa, dışarıdan alınan bilgilere istinaden müfettiş gönderileceği zaman bile bin bir zorlukla karşılaşılmakta ve sonuç alınamadığı için okulun bağlı olduğu elçilik uyarılmakta, ancak oradan da cevap alınamadığını beyan ederek, sitemde bulunmaktadır. İşin acı kısmı taşradaki yabancı okulların durumu da farklı değildir. Paşa, Nezaretin görevleri arasında olan teftişin yok hükmünde olduğunu ifade ederken adeta yazdığı cümlelere de ıstırabını yansımaktadır. Nitekim “Kadıköy’deki okulda yaşanan da bu durumun bir sonucudur” diyen Paşa, sözü “bir takım yanıltıcı yanlışlar ve siyasi tehditler ile dolu olan” kitaba getirmektedir. Maarif Nazırı benzeri durumların bir daha yaşanmaması için de bazı tedbirler önemekte ve bunların uygulanması için Sadaretten inisiyatif almasını istemektedir. Buna göre;
- Bu okulların teftişi için gerekli emirler verilmeli ve okullar da gereken kolaylıkları sağlamaya zorlanmalıdır.
- Bu okullara İslam dini ve Osmanlı Devleti aleyhinde olan kitaplar, kitapçıklar ve gazeteler sokulmamalıdır.
- Osmanlı Devleti nezdinde geçmişi şüpheli olan yerli veya yabancı erkek ve kadın öğretmenler istihdam edilmemelidir.
- Ödül törenlerinde müfettiş veya Maarif nezaretinden bir memurun da bulunması için okul idaresinin bir kaç gün önceden Nezarete yazılı bilgi vermesi ve programlarını tasdik ettirmesi zorunlu tutulmalıdır.
- Bu okullardan mezun olacakların önemli bir kısmı Osmanlı vatandaşlarıdır ve onlar da devletin çeşitli işlerinde görev alacaklardır. Bunun için devletin kurallarını ve özellikle Türkçeyi bilmeleri gerekmektedir. Bu yüzden bu okullar -hiç bir ülkede görülmeyen- yaklaşımlarını değiştirip Türkçeyi de öğretmelidir.
- Okullarda okutulan ders materyallerinin çoğunluğu Avrupa’dan ithal edilmektedir. Bunlar gümrük idarelerine gösterilmekte ise de bazen de elçiliklere mahsus kapalı diplomatik posta ile getirilmektedir. Bu materyalin içinde muzır bazı kitapların olabileceği dikkate alınarak elçiliklerin uyarılması ve resmen incelenmeden okullara teslim edilmemesi sağlanmalıdır. Bu okullar adına gümrük idarelerinden geçen kitapların kontrolleri cari uygulamaya tabi tutulurken, daha fazla özen gösterilmesi de elzemdir.
Bu uyarı ve önerilerin yeterince etkili olduklarını söylemek mümkün değildir. Zira İstanbul’da alınan her tedbirin sesi Londra’da, Paris’te yankı buluyor ve mutlaka ağır bir karşılığı oluyordu. Önerilen bu tedbirlere rağmen Kadıköy’de Saint Joseph’ten başka misyoner okulları çoğalmış ve artık sokaklarda çok daha görünür olmuşlardır. Bu uyarılardan sonra ertesi yıl, 13 Temmuz 1893’te yapılan mükafat tevzii törenine yabancı elçilerin yanı sıra Padişah’ın yaveri Fuat Paşa’nın da sivil kıyafetle katıldığı haberleri Padişah’a ulaştırılmıştır (BOA, Y.PRK.ŞH 4/48). Bu gelişmelerin törenlerin daha fazla takip edilmesini gerekli kıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim bir kaç yıl sonraki bazı emirlerde törenlerden önce tedbirlerin alınmaya başladığı da kayıtlara geçmiştir (BOA, Y.PRK. ZB 18/111.). Mesela 3 Temmuz 1896 tarihli bir belgede, mükafat törenine Maarif Nezareti Evrak Müdürü Ali Galib’in iştirak ettiği ve törenin halifeye dua ile bittiği rapor edilmektedir. (BOA, Y.PRK.MF, 3/61)
Sonuç olarak, Maarif Nazırı, kendisine kanunla tanınmış olan yetkilerini kullanmak için Sadaretin yardımına muhtaç olmuştur. Bu da Osmanlı’daki misyoner okullarının ilgili devletler tarafından nasıl sahiplenildiğini ve kontrol edilemez durumda olduklarını göstermektedir. Zira bir taraftan özellikle gayrimüslim unsurların ihtiyaç duyduğu okullar olması, diğer taraftan da devletin içinde bulunduğu dış meselelerde yapılacak kontrollerin önüne çıkarılması kontrolleri adeta imkansız hale getirmiş ve misyonerlerin istedikleri gibi hareket etmelerini sağlamıştır.
Diğer taraftan zaman zaman Alexis’in kitabı gibi eserler aracı kılınarak, Osmanlıya bilinçli olarak yapılan mesnetsiz saldırılar, bu tür okulların devlet içinde serbest hareket etmelerini kolaylaştırmıştır. Mesela söz konusu kitap hakkında sessiz kalmak yapılan suçlamaları kabullenmek anlamına gelecektir. Buna mukabil reddetmek de medeniyette karşı durmak, köle ticaretini teşvik etmek olarak yorumlanacaktı. Bu yüzden birçok yabancı okul sadece bir yumuşak güç değil; bir baskı aracı olarak kullanılmış ve bu durum 19. yüzyıl boyunca Batı diplomasisinin bir geleneği haline gelmiştir. Devletler kendi ülkelerinde bile faaliyetlerine izin vermedikleri misyonerleri Osmanlı Devleti içinde destekleyip menfaatlerine uygun insan devşirirken; Osmanlı Devleti’ni de “ölümle korkutup sıtmaya razı etmişlerdir”. Maalesef Saint Joseph Lisesi ve diğer misyoner okulları imparatorluğun sonun kadar devletin o günkü durumunu istismar etmişlerdir. 1923 yılında ise Türkiye Cumhuriyeti Saint Joseph koleji ve diğer bazı yabancı okulların öğretmen kaynakları, ders programları, öğrencileri ve özellikle Türkçe dersleri hakkında inceletme başlatmış ve bu okullar kısmen Maarif Nezareti’nin çizgisine çekilebilmiştir. (CA Genel 180-9-0-0, 27/147-1, 03.11.1923-22.03.1928)