1955’ten itibaren Suriye’de Sovyet Rusya’nın nüfuzu artınca İngiltere ve ABD bunu kriz olarak tanımladılar. Dönemin İngiliz (FO) Hariciye arşivlerindeki bazı belgelere göre, İngilizler önce başka ülkeleri Rusların karşısına çıkarıp Suriye rejimine baskı yapmaya teşvik edeceklerdi. Bu ülkeler, bölgeden Türkiye ve İsrail, Avrupa’dan ise İtalya ve Yunanistan idi. (Bu ülkelerin seçilme sebepleri ayrı bir yazı konusudur.) 1957’de Türkiye’nin Suriye sınırına asker yığmaya başladığı günlerde İtalya ve Yunanistan çekimser kaldılar ve İsrail denge siyasetini benimsemekle yetindi. Nitekim Suriye, Soğuk Savaş boyunca Rus kontrolünde kalacaktı. 2011’de Suriye tekrar karışmaya başladığında bölgeyi yeniden paylaşarak dizayn etmeyi planlayan büyük aktörler eski formülleri masaya yatırarak mı işe başladılar? Bunu tam olarak bilemeyiz. Ancak eskiden beri Ortadoğu’da bir yandan müttefik diğer yandan rakip olan İngiltere, Fransa ve ABD’nin rol paylaşımı yaparak Suriye’ye geldikleri zaten malum idi. Son günlerde ABD’nin Suriye’den çekilme hamlesi bir yandan Fransa gibi büyük bir müttefikini rahatsız ederken diğer yandan Türkiye gibi bölgesel aktör olan bir müttefiki tarafından olumlu karşılandığını görüyoruz. Kuzey Suriye’de devlet olmaya doğru yürüyen Demokratik Birlik Partisi (PYD) de Washington’ın kararından rahatsız görünüyor. Peki, Suriye kuzeyinde ABD, İngiltere, Fransa desteğiyle fiilen kurulan Rojava (Kürt) Devleti şimdi Amerikalıların çekilmesiyle tarihe mi karışacak? Türkiye’deki Kürt açılımıyla PKK’nın tasfiyesi ve Fransa’nın aktif desteğiyle PYD üzerinden Rojava’ya nasıl yol verilmişti?

Suriye’de NATO’nun Yeni Başrol Aktörleri: Fransa ve Türkiye

Tek kutuplu dünyada Batı merkezli çıkarların yürütülmesinde esas başrolü oynayan ABD olsa da 2015’ten önce Amerikalıların Suriye’de yaptıkları aktörlük değil adeta hakemlik gibi görüldü. İngiltere ise Irak işgalinden sonra Suriye krizinde en önde yer alarak değil geriden seyrederek bölgeye yaklaşma politikasını benimsedi. Batı ittifakında yer alıp NATO üyesi olarak Suriye’de en aktif rol üstlenen iki ülke, bölgede tarihi derinliği olan Türkiye ile Fransa olacaktı. Fransa, Doğu Akdeniz’de zengin enerji kaynaklarının tespit edildiği ve Arap Baharı projesinin hazırlıklarının başladığı 2009’da ABD ve İngiltere ile anlaşarak NATO’nun komuta idaresine geri döndü. Bu dönemde Batı medyası Türkiye’yi Ortadoğu’ya rol model (Müslümanlığı ve demokrasiyi bir arada yaşatan) bir ülke olarak gösteriliyordu. 2011’de Suriye karışmaya başladıktan sonra Türkiye sınıra asker yığmaya başlarken Fransa’nın öncülüğünde Libya’da Kaddafi rejimi devrildi. Bu arada ilginç bir benzerlik daha yaşandı. 1956 Süveyş Harbi’nden sonra Türkiye – İsrail ilişkileri ABD desteğiyle bozulmuştu ve Ankara ile Şam arası da gerilmekteydi. 2010’dan itibaren adeta aynısı yaşandı.

NATO’nun Suriye projesindeki rolü gereği Türkiye, kendi topraklarında PKK’nın tasfiye edilmesi karşılığında Suriye’de PKK’nın uzantısı PYD’nin varlığına göz yummayı kabul etmek zorunda kaldı. Böylece Kürt açılımı hızla başladı ve iç siyasette süratle yol alındı. ABD ve İngiltere, Suriye’de bölgenin eski sahibi Fransa ile ortak yol almayı ve sahanın daha eski sahibi Türkiye’nin de Arapların sempatisiyle yardımcı olmasını sağlayarak Rusya’yı Şam’dan söküp atma yolunu benimsemiş görünüyorlardı. Bunun için Türkiye’nin desteklenmesi gerekiyordu ve ülkenin hava savunması NATO’nun uzun menzilli füzeleriyle koruma altına alındığı gibi yabancı sermayenin ve turistlerin istikrarlı Türkiye’ye akışı ekonomiyi güçlü tutuyordu. Ancak her şey yolunda giderken Türkiye kendisinden beklenen rolü istenildiği gibi oynayamamış (ya da oynamamış) olacak ki 2013’ün ikinci yarısına sürprizlerle girecekti. Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın Dışişleri Bakanı ve MİT Başkanı ile birlikte gerçekleştirdiği ABD ziyaretinden hemen sonra Türkiye’de sokaklar karıştı. İşsizlik yüzde 10’un altında, 1 dolar 1.87 TL, faiz oranları hayli düşük ve ekonomik açıdan piyasa oldukça hareketliydi. Bu rakamlar Türkiye için hiç kötü sayılmayacak seviyedeydi. Ama nedense Arap dünyasına rol model gösterilen Türkiye birden aynı Batı medyasında ‘diktatörce yönetilen bir ülke’ olarak tasvir edilmeye başlandı. Çünkü içerideki PKK’nın sınır dışına çıkıp Rojava için pozisyon almasına gerekli desteği sağlamamıştı ve Doğu Akdeniz’deki küresel hesapların sapmasına yol açıyordu. Ancak karışıklıklara rağmen Ankara’daki iktidar değişmeyince bu tabloda vekalet savaşı stratejisi gereği yeni bir aktöre ihtiyaç vardı. Yeni aktörün ortaya çıkışı hem Kürtleri daha fazla birleştirecek hem de oynaması beklenen rolü oynamayan Türkiye’nin pozisyonunu daraltacaktı.

Böylece Suriye’de yeni bir devlet iddiasıyla DAİŞ’in ortaya çık(arıl)ışıyla birlikte sahnede teröre (geçekte ise bölgeye) dışarıdan müdahale hakkı doğan Batılı müttefikler, bu teröre karşı PYD’nin Rojava iddiasını meşrulaştırmaya başladılar. PYD artık Şam’a karşı değil DAİŞ’e karşı savaşacak, Şam’ın arkasındaki Rusya – İran hattına karşı Suriye’de Türkiye ile Fransa da NATO çıkarına uygun şekilde üzerlerine düşeni yapacaklardı. Batı’da adeta bir devlet veya şirket gibi temsilcilikler açtırılan PYD’nin Ankara ve Paris hattında gidip gelmesi adeta bu görüşü doğrulamaktadır.

Rojava – DAİŞ Savaşı ve Terör

Suriye’de ortaya çıkan PYD ve DAİŞ her ne kadar terör örgütü olsalar da halktan vergi toplamaları ve askeri teşkilata sahip olmalarıyla fiilen birer devletcik idiler. 2013 DAİŞ – PYD savaşında Cezire, Kobani ve Afrin’i alan PYD’li gruplar nihayet Mart 2016’da Kuzey Suriye’de federasyon kurduklarını ilan edeceklerdi. Geleceğin devleti muamelesi yapılan PYD için ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi büyük Batılı ülkelerde zaten görünürde PYD (aslında Rojava Devleti) temsilcilikleri açılmıştı. Türkiye’de böyle bir temsilciliğin açılması elbette mümkün değildi ama Ankara’nın PYD ile irtibatı da sır değildi. Salih Müslim, 2013’te Türkiye’yi ziyaret etti. Ankara’nın PYD’den beklediği, Kürt meselesinin ‘çözüm süreci’ ile halledildiği bir ortamda PYD’nin Türkiye çıkarına saygılı bir şekilde Suriye’de olmasıydı. PYD’nin Ankara’dan istediği ise Suriye’deki Selefi örgütlere karşı Türkiye’nin lojistik desteğiydi. Ancak aynı yıl içinde DAİŞ ile PYD savaşırken Salih Müslim Türkiye’den istediği desteği alamadığını ve Ankara’nın PYD’ye şantaj yaptığı iddialarını dile getirmeye başlayacaktı.

PYD, Suriye’deki diğer Kürt grupları bastırarak bölgedeki bütün Kürtleri kendi hakimiyeti altına almaya çalışıyordu. 2012’de Suriye’nin kuzey bölgelerinde otonomi ilan edince Suriyeli diğer Kürt gruplardan tepki almaya başlamıştı. Bu iddiasını 2013’te de yeniledi. Erbil – Ankara arasındaki ilişkilerin iyi olması, PKK ile irtibatlı olan PYD’nin Erbil’e olumsuz bakmasına yol açıyordu. Ancak PYD’nin silahlı grubu YPG, DAİŞ ile Ayn el-Arab (Kobani) için savaşmaya başlayınca PYD Lideri Salih Müslim, bütün Kürtlerin ortak düşmana karşı birleşmesi gerektiğinden bahsetmeye başladı. DAİŞ, Kuzey Irak’taki Kürdistan Özerk İdaresi’ni de tehdit etmeye başlayınca Rojava’ya sıcak bakmayan Barzani yönetimi mecburen PYD ile anlaşmayı kabul etti. 22 Ekim 2014’te Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani ile Suriye’deki Kürtleri temsilen PYD (Demokratik Birlik Partisi) Dohuk’ta bir araya gelip aralarındaki ihtilafları hallederek DAİŞ’e karşı güçlerini birleştirme kararı aldılar. Dohuk Antlaşması akabinde Barzani, bu görüşme sonrası açıklama yaparken Kürtlerin düşmanlarına karşı birleşebileceklerini gösterdiklerini söyledi. Ancak bu antlaşmadan kısa süre önce Salih Müslim bir kez daha sessizce geldiği Ankara’da görülecekti.

Ekim başında PKK ile ilişkilerini gizlemeyen HDP’nin Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile Başbakan Ahmet Davutoğlu arasında bir görüşme yapıldı. Akabinde PYD Lideri Salih Müslim hemen Ankara’ya getirildi ve burada MİT ile görüşmeler yapıldığı daha sonra basına yansıdı. Barzani, Müslim ile anlaşmaya varmasının Ankara ile arasını bozmayacağından emin olunca Dohuk Antlaşması’na destek verdi. Ancak Salih Müslim’in ziyaret edip gizli görüşmeler yaptığı tek başkent Ankara değildi. PYD Lideri, Paris’te doğrudan Fransa Cumhurbaşkanı ile görüşecek kadar Fransız makamlardan destek görüyordu.

Fransa, 1993’te PKK’yı terör listesine almış olsa da PKK’nın önde gelen bazı mühim isimleri bu ülkede dolaşmaktaydılar. 2013’te Sakine Cansız gibi PKK’nın kurucu üyelerinden bir isim iki arkadaşıyla Paris’te öldürüldüklerinde işin arkasında kimlerin yer aldığına dair sorular cevapsız kalmıştı. NATO planına uygun bir vaka mıydı yoksa başka mı bilinmez. Ancak 2014’te Türkiye ile Fransa arasında en üst düzeyde yapılan görüşmeler esnasında PYD önderleriyle hem Ankara hem de Paris’te toplantılar yapılacaktı. Masadaki bütün görüşmelere rağmen sahada işlerin yolunda gitmemesi nihayet 2015’te Rusya’nın da sahaya sert bir giriş yapmasının önünü açtı. Kasım 2015’te bir Amerikan yapımı olan F-16 jeti, bir Rus yapımı Su-24 jetini Türkiye – Suriye sınır bölgesinde vurdu. Rus jeti Rus Hava Kuvvetleri’ne ait idi ancak F-16 Türk Hava Kuvvetleri’ne aitti. Ortaya çıkan tabloda Ankara mücbir sebeplerden ötürü pozisyonunu savunmak zorunda kaldı ve Erdoğan ile Putin arasında karşılıklı ithamlarla başlayan 8 aylık bir kriz dönemi başladı.

NATO Misyonu Değişiyor

Fransa Cumhurbaşkanlığı Sarayı Élysée Palace’a ilk çıkarılan PYD’li eş başkan, Şubat 2015’te Asya Abdullah olmuştu. Fransa, rolünü oynamaya devam ediyordu. Eylül 2015’te Salih Müslim, Esad’dan kurtulmak istediklerini ancak esas hedeflerinin DAİŞ olduğunu söyledi. Bunu söylemek zorundaydı çünkü esas hedefin Esad olduğunu söylemek artık sahada daha aktif olan Ruslardan zarar görmeye yol açabilirdi. Ayrıca PYD, NATO stratejisine aykırı davranamazdı. Kendisine hedef olarak DAİŞ gösterilmiş ve teslim edilen silahlar bu hedefe yönelik kullanılacağı tavsiye edilmişse bunu yapmaktan başka iradesi yoktu. Bu arada Rojava’ya gerekli desteği vermeyen Türkiye’nin PKK ile savaşı da yeniden başlamış oldu. Ağustos 2015’te PKK’dan yapılan açıklamada, ancak ABD’nin garantör olduğu bir antlaşma sağlanırsa Türkiye ile ateşkes yapabileceği ifade edildi. 2015’te İngiliz basınına konuşan S. Müslim, Esad’ın DAİŞ tarafından devrilmesinin felaket olacağını söyledi. Bu dönemde Türkiye, Suudi Arabistan, BAE ve Katar, Esad’ın devrilmesini desteklerken Suriye’nin toprak bütünlüğünden de endişe etmekteydiler. PYD ise artık Türkiye’de PKK terörünün devamı olarak zikredilmeye başlandı ve Salih Müslim kara listeye alındı. Türkiye’nin Suriye’de NATO tarafından belirlenen rolü sona ermişti ve Ankara büyük bir bedel ödemek zorunda bırakılacaktı. Bunu gören ve jet krizinden ötürü Ankara’ya baskıyı artıran Rusya da Şubat 2016’da Moskova’da PYD Temciliği açılmasına izin verdi. Bütün bunlar olurken bir yandan Fransa diğer yandan Türkiye’de meydanlar ve caddeler şiddetli terör hadiseleriyle sarsılmaya başlamıştı. Terör vakaları her iki ülkenin turizm sektörüne büyük darbe vurdu ve iki ülkeyi de OHAL’e sürükledi.

NATO, Temmuz 2016’da Türkiye’de iktidarın değişmesini desteklese de hedefe ulaşılamayınca Rusya’nın bir kez daha önü açılmış oldu. Rus Büyükelçisi Aralık 2016’da Ankara’da öldürülse de Türkiye – Rusya ilişkileri kaldığı yerden yoluna devam etmeye başladığı gibi Suriye’de Türkiye’nin rolü değişmeye başladı. Fransa, Rusya’nın Suriye’de Türkiye’yi farklı bir sahaya çekmeye çalışmasından rahatsızlığını dile getirmeye başladı. İngiltere ise 15 Temmuz sonrası ABD ile arası bozulan Türkiye’ye derhal destek vermeye başlayarak Rusya ile fazla yakınlaşmasını engellemeye çalıştı.

Mayıs 2017’de, Emmanuel Macron seçimi kazanıp Elysee’ye geçişe hazırlanırken Salih Müslim bir kez daha Fransız Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na çıkarılıp Hollande ile görüştürüldü. Kuzey Suriye’de Kürt idaresi kurulmasıyla alakalı konuşulmuştu. Basına yansıyanlara göre Paris hala projeyi destekliyordu. Ancak Hollande devri sona erince projeyi yeni hükümeti kuracak olan Macron ve ekibinin aynen sürdürecekler miydi? Artık Türkiye’nin rolü değiştiğine göre bunu ABD ile Fransa arasındaki pazarlık belirleyecekti.

2018’de ABD’nin PYD’ye desteği artırması Türkiye ile arasını açıyordu. Yıl içinde Rahip Brunson gibi başlıklar altında ABD – Türkiye ilişkileri gerilse de esas meselenin Ortadoğu jeopolitiğinde Türkiye’nin ABD, Rusya ve Avrupa ile ilişkileriyle alakalı olduğu artık sır değildi. Mart 2018’de Salih Müslim, Türkiye’nin talebiyle Çekya’nın başkenti Prag’da tevkif edildiyse de AB desteğiyle serbest kaldı. Aralık 2018’de Trump, artık bölgede Amerikalıların değil başkalarının savaşma zamanı geldiğini ifade edip DAİŞ ile mücadele işini Türkiye’ye bıraktıklarını söyleyince buna en sert tepki, Fransa’dan geldi. Çünkü Suriye’de sahaya indirilen NATO projesi değişmiş ve eski projedeki Fransız rolü de sona erdirilmişti. Fransızlar şimdi böyle bir NATO ile muhatap olmaktalar.

Fransa, küresel bir güç olarak Suriye’de varlığını sürdürebilir. Ancak Kuzey Suriye’de PYD’yi DAİŞ’e karşı destekleme bahanesiyle Rusya, Türkiye ve İran’ı Suriye’de sınırlandırmaya çalışırken bunu NATO’suz (ABD olmadan) yapamaz. ABD’nin olmadığı ve Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren bir arazide Fransa asla Türkiye ile karşı karşıya gelmek de istemez. PYD’nin silahlı kolu YPG zaten ABD’den gelen silah ve mühimmatla Türkiye’yi son yıllarda yeteri kadar rahatsız eden bir varlık. Bu tabloda Fransız çıkarlarını tehdit eden ve Paris’i daha fazla endişelendiren nokta şu soruyla alakalıdır: Askerlerini çekerek araziyi boş bırakmasıyla bir nevi Türkiye’nin önünü açtığı gibi Rusya’nın Suriye’deki varlığını kabul eden ABD Hükümeti, PYD – PKK irtibatını delillendirip basına sızdırarak Türkiye’nin PYD üzerine hamle yapmasına da katkı sağlayabilir mi? Böyle bir psikolojik ortamda TSK’nın Kuzey Suriye’de ilerlemesi teşvik edilecek midir? Elbette bu senaryoda PYD’nin Avrupa ve Rusya’dan destek alıp almayacağı meselesi de Türkiye’nin ABD, Avrupa ve Rusya ile ilişkilerine bağlı kalacaktır. O halde şu soru akla gelir: Fransa ile anlaşamayıp Türkiye’nin önünü açan ABD, Ankara’yı Bilad-ı Şam toprağında Moskova ile karşı karşıya bırakarak Suriye’deki oyunu süresiz olarak kilitleyecek midir? Yoksa Fransa AB’nin yükünü yüklenirken NATO üzerinden Suriye’de Türkiye’ye yeni bir rol mü verilmek istenmektedir?