Arap dünyasında 20. yüzyılın içinde gelişen bölgesel ayrılıklar, lokal yapılar bu ülkeleri bütünüyle birbirinden bağımsızlaştıramamıştır. Arap ülkeleri 21. yüzyılın ikinci çeyreğine bu gerçekle gireceklerdir. Hali hazırda ortaya koymaya başladıkları 2030 vizyonlarını bu gerçeklik altında yazmak veya revize etmek zorundadırlar.
Tarihi ortak payda ve özellikle Osmanlı geçmişi Arap dünyasının siyasal tahayyülünün oluşumunda hem Arap halklarını birbirine yakınlaştıran bir araç olarak hem de kendi aralarındaki siyasal-sosyal farklılıkları kurumsallaştıran bir süreç olarak iki yönlü bir rol oynamıştır. Gerçekten de imparatorluk asrında farklılıklar bir anlam ifade ederken; imparatorluğun dağılmasından sonra bu farklılıklar siyasal birlikler ve özellikle ulus devletler oluşturmada büyük dezavantaj haline gelmişlerdir. Bu bağlamda Arap dünyasının, tarihi ortak paydanın bütün diğer kazanımlarını korumuş olmalarına rağmen, 20. yüzyıla bölgesel veya ulusal bir kimlik geliştiremeden girdiği söylenebilir. Bu tarihi ortak paydanın oynadığı yakınlaştırıcı ve farklılıkları kurumsallaştırıcı iki yönlü rolün işlerliğini ani bir şekilde yitirmesi Arap dünyası açısından sistemsel bir boşluk yaratmış ve bir bakıma Arap dünyasının bugün yaşadığı yapısal krizlerin temelini atmıştır. Hala bu sistemsel boşluğunu dolduramamış Arap dünyasının geleceğinin dört temel dinamik bağlamında atılacak adımlara bağlı olduğu iddia edilebilir: liderlik sorunu, toplumsal dönüşüm ve özgürlük seferberliği, savunma bütçeleri, çeşitlendirilmiş üretim ve adil kaynak paylaşımı.

Arap Dünyası İçin Bir Kırılma Noktası Olarak 20. Yüzyıl

Arap dünyasının bir hegemonun siyasi idaresinden ayrıldığı ancak geleceği belirsiz yapılara bölünmeye başladığı 20. yüzyılı Arap halkları için bir kırılma noktası haline getiren iki temel unsur bulunmaktadır: geleneksel siyasal kültür ve yeni bir jeopolitik araç olarak petrolün ortaya çıkması.

Şüphesiz taşıdığı değerler açısından “sosyal demokrasiye” oldukça yakın olan kabilevî siyasal kültür anlayışı ve davranış kalıpları özellikle kriz dönemlerinde  bir savunma ve hatta sığınma mekanizması oluşturmaktadır.
Tabi ki bu iki temel unsurun yanında Arap dünyası üzerinde kurulan uluslararası vesayet rejimlerinin etkisi yadsınamaz. Zira başta Suriye ve Irak’ın, Fransız ve İngiliz manda hükümetlerinin idaresi altına girmesiyle birlikte 20. yüzyılın ilk yarısında Doğu Arap dünyası kendisini bir dizi felaketler içinde bulmaya başlamıştı. Aynı süreç Suudi Arabistan dışındaki diğer körfez şeyhlikleri için de İngilizler ile 19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren yaptıkları bir dizi anlaşmaların sonucu olarak yaşanmaktaydı. Ancak geleneksel siyasal kültürün Arap devletlerinde yarattığı idari ikiliklerin ve zayıflıkların bu uluslararası vesayetin etkisinin de ötesine geçtiği söylenebilir. Bu çerçevede değerlendirildiğinde uluslararası vesayet rejimini yaşamamış Suudi Arabistan örneği de bu iddia için açıklayıcı bir model sunmaktadır. Kurucu Kral Abdülaziz b. Suud, söz konusu geleneksel siyasal kültürün bir yansıması olarak, uzun zaman kabileler arasındaki çekişmeleri bertaraf etmeye ve göçebe unsurları iskana uğraşmış ancak bu geleneksek yapıdan hiçbir zaman milli bir devlet yaratamamıştır. Aksine Suudi Arabistan erken dönemde, Riyad, Kasîm, Ahsa civarındaki kabilevî unsurları etkin bir şekilde devlet yönetimine taşımıştır. Kral Abdülaziz b. Suud’un gayretleri ile dini ve askeri bir güç olarak kurduğu İhvan gurubu, ilk bakışta ülkenin konsolidasyonu bakımından bir avantaj gibi görünmekle birlikte, esasında kurumsal gelişim bakımından bir dezavantaj olmuştur. Nitekim Kral Abdülaziz b. Suud’un ilk ciddi çatışması da kendi eliyle yarattığı bu guruplar ile olmuştur.

Kral Abdülaziz, Roosevelt ile birlikte, 1945.

Bu geleneksel siyasal kültürün yarattığı benzeri çelişkileri bütün Arap ülkelerinde görmek mümkündür. 1990’dan itibaren, başta Kuveyt olmak üzere yapılan bazı seçimlerde, bölgesel seçim dairesi yerine, kabilelerin seçim bölgesi olarak benimsenmesi güçlü kaynaklara sahip bir bölgenin geleneksel siyasi kültürün etkisi ile modern manada devletleşememesinin önemli bir göstergesidir. Bugün bütün Körfez ülkelerinin birlikte savaş açtığı Yemen veya Yemen’deki Husiler bu durumun başka bir örneğini teşkil etmektedir. Yemen’in devrik devlet başkanı Ali Abdullah Salih de henüz 1982’deki bir mülakatında bu durumu doğruluyor ve Yemen’in 20. yüzyılın sonunda kabile aşamasından (el-marhala el kabaliyye) devlet aşamasına geçemediğini söylüyordu. Şüphesiz taşıdığı değerler açısından “sosyal demokrasiye” oldukça yakın olan kabilevî siyasal kültür anlayışı ve davranış kalıpları özellikle kriz dönemlerinde  bir savunma ve hatta sığınma mekanizması oluşturmaktadır. Fakat gelişen ülkelerin hemen tamamında benimsenen ve gelişmenin temeli olarak kabul edilen kurumsal demokrasiye geçişe de en büyük engeli teşkil etmeye devam etmektedir. Kırılmanın temel dinamiklerini belirleyen ikinci unsur olarak petrolün özellikle Körfez ülkelerinin jeopolitiklerini etkileyen bir araç olarak tarih sahnesine çıkması da aynı şekilde 20. yüzyılın başına rastlamaktadır. Petrol ülkeleri 20. yüzyıl boyunca hayat standartlarını yükseltmiştir ancak bu ülkelerde toplumsal değişim sadece tüketim alışkanlıklarında yaşanan olumsuz değişimler ile sınırlı kalmıştır. Her ne kadar petrol gelirleri ile hızlı bir biçimde yollar, modern kentler ve alt yapı inşa edildiyse de toplumsal değişimin öncülüğünü yapabilecek burjuvazi sınıfı meydana getirememişler ve  petrolün getirdiği avantajı toplumsal değişime aktaramamışlardır. Günümüzde dünya piyasalarının hemen her noktasına yayılmış pek çok Körfezli işadamı olmasına rağmen, Arap dünyasında gerçek manada sosyal aktör konumunda hareket edebilecek bir burjuva sınıfı bulunmaması bunun en büyük olumsuz göstergelerindendir. Petrolün bu iç dinamiklere yansımasının yanında bir kırılma noktası olarak değerlendirilmesinin bir diğer nedeni olarak petrol ile birlikte uluslararası sistemin özellikle Körfez ve onları çevreleyen diğer ülkelere olan bakışında yarattığı değişim de gösterilebilir.  Zira 20. yüzyıldan itibaren uluslararası sistem, bu ülkelerde petrol üretimini ve dağılımını tehlikeye sokmayacak şekilde “istikrar”ı esas alan politikalar geliştirmeyi hedef almıştı. Bu sayede iç dinamikler sürekli sabit tutularak, idareci sınıfın ve sistemin değişmeden devam etmesi sağlandı. Böylece statükocu Arap liderlerinin uzun yıllar hiçbir sarsıntı geçirmeden iktidarlarını sürdürmelerine imkan tanındı. Bu duruma yapılan müdahaleler ise daha büyük felaketleri doğurdu.

Kırılmanın Yarattığı Sistemsel Boşluklar Nasıl Onarılabilir?

Tarihsel paydanın oynadığı rolün ortadan kaybolması sonrasında oluşan sistemsel boşlukların 20. yüzyıl gelişmeleri ile birlikte daha da belirgin ve etkili hale gelmesi süreci nasıl tersine döndürülebilir? Arap dünyasında istikrarlı siyasal bir tahayyülün oluşması için dört aşamada yapısal değişikliklerin tamamlanması gerektiği iddiası ortaya konulabilir: liderlik sorunu, toplumsal dönüşüm ve özgürlük seferberliği, savunma bütçeleri, çeşitlendirilmiş üretim ve adil kaynak paylaşımı.

AFP Photo

Liderlik sorunu: Tarihsel süreç içerisinde değerlendirildiğinde Arap toplumlarının güçlü liderler yokluğunda sosyal ve siyasal dengelerinde büyük sorunlar ile karşılaştıkları görülmektedir. Günümüz koşulları dikkate alındığında Arap dünyasında bugün ciddi bir liderlik sorunu olduğu ortadadır. Bu bağlamda uzun süreli monarşilerin varlığına ve bazılarının asırlara dayanan geleneklerine rağmen, bunların bugünkü ihtiyacı karşılamadıkları açıkça ortadadır. Bu monarşi düzenlerinin dışında kalanlar ise çoğunlukla Soğuk Savaş denkleminin ürettiği liderlerdir. Bu grubun da ülkelerindeki bireysel gelişmelere rağmen statükoyu sürdürme eğiliminde oldukları açıktır. Tüm umutlara ve beklentilere rağmen Arap Baharı süreci de bu durumu tersine döndürememiştir. Örneğin en yumuşak geçişi yaşayan Tunus bile eski sistemin ısrarcı talepleri altında inlemektedir. Mısır’da Mübarek idaresi Sisi üzerinden geri dönmüştür. Libya’da Kaddafi’nin diktatörlüğüne karşı gelenler diktatör olma hevesindedir. Yemen’de devrik devlet başkanı yaşanan savaş ortamının baş sorumlusu olarak değerlendirilmektedir. Toplumsal dönüşüm ve özgürlük seferberliği: Günümüzde petrol üreten ülkelerde ve hatta onları çevreleyen diğer ülkelerde de -göreceli de olsa- ekonomik refah artmıştır. Fakat bu refah düzeyi, siyasal katılım taleplerini artırmak yerine, bilakis refah düzeyinin düşmesinden endişe eden daha suskun tüketim toplumları yaratmıştır. Arap dünyası, ifade ve fikir hürriyeti, basın özgürlüğü ve örgütlenme hakları açısından bir ilerleme kaydedememiştir. Bu yüzden bu tür talepleri olan kesimler yer altına itilmiştir. Suriye, Irak ve Libya gibi ülkelerdeki durumu müşahede eden bireyler şimdilik özgürlük taleplerinden feragat etmektedirler. Ancak bu durumun sonsuza kadar devam etmesi mümkün gözükmemektedir. Savunma bütçeleri: Suudi Arabistan başta olmak üzere, hemen bütün körfez ülkeleri, petrol gelirlerinin önemli bir bölümünü savunma bütçelerine aktarmaktadırlar. Böylece bir taraftan ülkelerinin kaynaklarını halkın yararına kullanmaktan uzaklaştıkları gibi, diğer taraftan da bu silahlanma ile uluslararası rekabeti kışkırtmaktadırlar. Oysa Arap ülkelerinin hızla artan demografik yapıları dikkate alındığında bu savunma bütçelerinin önemli bir kısmının eğitim bütçelerine aktarılmaları gerekmektedir. Bunun da ötesinde yönetimler daha fazla iş ve istihdam yaratmak zorundadırlar. Bu maksatla öncelikli olarak savunma harcamalarının gözden geçirilmesi öncelikleri arasında olmak zorundadır. Çeşitlendirilmiş üretim ve adil kaynak paylaşımı: Arap ülkelerinin en azından yarısında, gayri safi milli gelirden fert başına düşen gelirin gelişmemiş ülkelere oranla daha iyi olduğu görülebilir. Fakat körfez ülkelerindeki gelirlerin hemen tamamı petrol üretiminden; diğer ülkelerin gelirlerinin tamamına yakın kısmı da tarım ve hizmet sektöründen gelmektedir. Yani birbirleri ile üretim üzerinden ilişki kurmaktan uzaktırlar. 2003’ten sonra çatışma alanlarının çoğalması ise refah düzeylerini bir hayli sarsmış ayrıca birçok zengin ülkeyi borçlu duruma getirmiştir. Petrol üreten ülkelerin sahip oldukları devlet fonları şimdilik dış borçlanmaya ihtiyaç hissettirmese de iç borçlanma yeni krizlerin habercisi olmaya başlamıştır. Özellikle Suudi Arabistan’ın Yemen savaşını başlatmasından sonra içine düştüğü ekonomik krizden bir çok işletme kapanma durumuna gelmiştir. Daha önceki yıllarda farklı Arap ülkelerinde yatırım yapabilen Arap sermayesi hem tükenme noktasına gelmiş ve hem de yatırım yapacak ülke bulamaz duruma düşmüştür. Öyle görülüyor ki genel olarak Arap dünyasının, özel olarak da Basra körfezi ülkelerinin geleceğini bugün sahip oldukları kaynaklar belirleyecektir. Fakat iyi planlanmamış, sosyal adaleti beslemeyen kimi ülkelerin 2030 vizyonları buna uygun hazırlanmamıştır. Bütün bunlara rağmen özellikle krizlerin doğurduğu avantajlar da bulunmaktadır. Gerçi Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi bölgede önemli ağırlıkları olan ülkeler için Arap Baharı sürecinde yaşanan krizleri fırsata dönüştürme arayışları yanlış tercihler ile sonuç vermemiştir. Fakat bu olumsuz tecrübe de yakın gelecekte yeni ittifakların oluşmasına imkan verme potansiyeline sahiptir. Arap ülkelerinin bir bölümünde savaş ve iç çatışmalar yaşanırken diğer ülkeler de bir şekilde bu krizlerin yanında veya arkasında durmaktadırlar. Bu da göstermektedir ki, Arap dünyasında 20. yüzyılın içinde gelişen bölgesel ayrılıklar, lokal yapılar bu ülkeleri bütünüyle birbirinden bağımsızlaştıramamıştır. Arap ülkeleri 21. yüzyılın ikinci çeyreğine bu gerçekle gireceklerdir. Hali hazırda ortaya koymaya başladıkları 2030 vizyonlarını bu gerçeklik altında yazmak veya revize etmek zorundadırlar.