Türkiye’de yaşanan İslami hayat, nispeten Osmanlı mirası sayılan tasavvuf anlayışının hakimiyetindedir. Bu, devlet kontrolünde bir hakimiyet değil, kültürel zeminde varlığını sürdüren geleneğe bağlı bir din anlayışıdır. Suudi Arabistan ise büyük ölçüde tasavvuf karşıtı Vehhabi anlayışın hakimiyetindedir ve bu hakimiyet başından beri devlet eliyle sürdürülmektedir. Çünkü Suudi devleti doğuşunu Vehhabi ideolojiye borçludur. Vehhabi ideoloji, kendi görüşünden başka içtihatlara saygı göstermediği gibi neredeyse Vehhabi olmayan herkesi şirk veya küfr ile itham etmektedir. Buna tepki olarak İran ve Irak gibi Şiiliğin kalesi sayılan ülkelerde ve Türkiye ile Pakistan gibi Sünni ağırlıklı ülkelerde Vehhabi karşıtı neşriyatlar yapılmıştır. Arabistan Yarımadası ve Vehhabilik üzerine Türkçe literatür pek zayıf değildir ancak bölgeyi ve tarihini derinlemesine analiz eden araştırmacıların sayısı pek azdır. Körfezin siyasi tarihini ve dini hayatını yakından bilen ORDAF Başkanı Prof. Dr. Zekeriya Kurşun’un geçtiğimiz günlerde ORDAF’ta verdiği bir seminer ve bu oturuma müzakereci olarak katkı veren İNSAMER Araştırmacısı Riad Domazeti, Türkiye’de pek konuşulmayan bir mevzuyu (Suudi devletinin mezhepçilikten ulus devlet anlayışına geçip geçemeyeceğini) ele aldılar. “Mezhepten Devlete: Suudi Arabistan Bir Ulus Devlet Olabilir Mi?” başlığıyla tartışılan bu mesele aynı zamanda Suudi Arabistan’ın radikal reformlarla yeni bir modernleşme dönemine girip girmediğiyle alakalı sorulara da işaret ediyordu. ORDAF semineri, (akademik bir toplantının tabiatı gereği) geriye cevaptan çok soru bıraktı. Okumakta olduğunuz bu yazı da iki soruyla başlamaktadır: Yeni Suudi politikası, Suudi devletinin doğuşunu sağlayan Vehhabi ideolojisinden ayrı bir yol tutar mı? ‘Gerçek Vehhabiler’ ile Suudi devleti arasında yaşanan güç mücadelesi, küresel sistemde yaşanan gelişmelerden ne kadar etkilenmektedir?

Muhammed Bin Abdülvehhab’ın Tebliğinden Doğan Devlet

Suudi kaynaklarına göre, Suudi Devleti 1740’larda doğmuştur. Uyeyneli Şeyh Muhammed İbni Abdülvehhab, Necd çöllerinde yeni bir arayış içinde dolaşırken 1744’te Der’iyye Emiri Muhammed İbni Suud ile işbirliğine başlamıştır. Suudi (resmî) tarih yazımında dine dayalı ilk devletin kuruluşu bu tarihte başlar. Uyeyneli Şeyh’in ismine atfen bu yeni hareketi başlatanlara dış dünyada ‘Vehhabi’ denmiştir. Ancak onlar böyle isimlendirilmekten rahatsız olduklarını her fırsatta dile getirmişler, kendilerini ‘Vehhabi’ değil, ‘İslam dünyasını ıslah eden reformistler’ olarak takdim etmişlerdir.

Vehhabilerin kendilerini tanımlamaları ve dış dünyada nasıl kabul gördükleri başlı başına ayrı bir mevzudur. Kendi iddialarıyla da uyuşan akademik tespitlere göre Vehhabiler, diğer Müslümanlardan farklı iddialara sahip olarak yayılmaya başlamışlardı. Muhammed İbni Abdülvehhab, Necd’in saygı değer Hanbeli ulemasından Şeyh Abdülvehhab bin Süleyman’ın oğlu olarak Uyeyne’de doğmuştu. Dini tahsilini Uyeyne kadısı olan babasının yanında yaptı. Zamanla çevresinden farklı düşünmeye başladı ve nihayet sözü dinlenen biri olunca radikal adımlar atarak Necd’deki sahabe mezarlarını ortadan kaldırmaya girişti. Yüzlerce sene önce Necd’de ortaya çıkan yalancı peygamber Müseyleme ile savaşan ve şehit düşen sahabelerin mezarlarının ortadan kaldırılacağını işiten halk buna itiraz edip karşı koydu. Ancak Muhammed İbni Abdülvehhab hedefine ulaştı ve böylece meşhur oldu.

Karşılaştığı tehditler üzerine Uyeyne’de tutunamayan İbni Abdülvehhab, Suudi Emir’in himayesinde Suudilerin vatanı Diriyye’ye sığındı. Kızını Suudi Emir’in oğluna verdi. Şeyhlik davası ve akrabalık bağıyla Suudiler nezdinde itibar kazanarak müftülük elde etti. Kabir ziyaretlerini ‘şirk’, ziyaretçileri de ‘müşrik’ olarak gören bir anlayış yeni Suudi müftüsünün fetvalarıyla Necd çöllerinin ötesine uzanan (günümüz Daiş hareketi benzeri) yağma hareketlerini başlattı. Suudi Emir, dünürü olan müftüsünün fetvasıyla çevredeki komşu Müslümanların kadınlarını, kanını ve mallarını helal görerek bunlara karşı ‘cihat’ ilan etmişti. Bu fetvaların kaynağındaki inanç, kendileri gibi inanmayan Müslümanları mümin değil ‘müşrik’ olarak görmeyle alakalıydı. Muhammed İbni Abdülvehhab 1792’de vefat edene dek Suudi yayılmacılığına ve devletleşme faaliyetlerine ideolojik desteği sağlayan kişi oldu.

On dokuzuncu yüzyıla pek çok iç ve dış meseleyle giren Osmanlı Devleti, Arabistan’dan gelen şikayetler üzerine terör örgütü muamelesi yaptığı Suudi hareketini Mısır’dan gönderilen ordularla nihayet 1818’de bastırdı. Suudi – Vehhabi önderlerinin İstanbul’da idam edilmeleriyle ‘ilk Suudi Devleti’ sona ermiş oldu. Suudi resmi tarih anlayışına itirazlarıyla bilinen tarihçi Al-Rasheed’e göre, Suudiler Arabistan’da Osmanlı kontrolünün zayıf veya eksik olduğu bölgelerde yayılıyorlardı. Yayılma motivasyonu, çevredeki ‘kafirlerin’ mallarına el koymaya izin veren Vehhabi inancından besleniyordu. Dolayısıyla İstanbul’daki idamlar çölde bir süre sükuneti sağlasa da meseleyi kökünden çözememişti. Osmanlı arşivleri üzerinden bölgede yaşananları analiz eden Zekeriya Kurşun, Osmanlıların Suudi isyanlarını bastırmak için bu emirliği istimalet politikasıyla bir süre sistem içinde tuttuğuna, ancak sonradan İngilizlerin Suudi Emirliği üzerinde nüfuz kurduğuna dikkat çekmektedir.

Radikal Vehhabiler İbni Suud’a Karşı

İngiliz arşiv belgelerinin de gösterdiğine göre Riyad’daki Vehhabi-Suudi devleti, Osmanlı sonrasında Arabistan Yarımadası’nda daha fazla yayılma iddiasındaydı ve bu yayılma İngiliz desteğiyle gerçekleşmeye başlamıştı. Suudiler, Osmanlı çöktükten sonra İngilizlerin desteğini kaybeden Hicaz’daki Haşimiler (Şerif Ailesi) ve Hail’deki Reşidiler ile rakiptiler. Her ikisini de İngiliz silahları ve maddi desteğiyle yendiler. Ancak bu galibiyetler Suudileri güçlendirmeye başlarken içeriden bölünme de arttı. Vehhabi yayılmacılığın lobisi olan İhvan grubu, (Mısır’daki İhvan-ı Müslimin değildir) ‘İkinci Suudi Devleti’nin kurucusu sayılan Abdülaziz İbni Suud’un İngilizlerle işbirliğini tenkit etmeye başladı. Bunlar, radikal Vehhabiliği (yağmaları sürdürerek çevreye yayılmayı) savunuyorlardı. İhvan, bugünkü El-Kaide’den ayrılan Daiş’in eski versiyonuydu ve fetihlerin devam etmesini istiyordu. Ancak İngilizler artık çölde kurulacak yeni devletler için sınırların çizilmesini istiyorlardı. Bu minvalde Suudilerden Irak ve Ürdün sınırına riayet etmeleri bekleniyordu.

1920’lerde İhvan liderleri İbni Suud’u küfr ile itham etmeye başladı. İbni Suud bunları ikna etmeye uğraşsa da başarılı olamadı ve İngilizlerden askeri destek alıp çölde operasyonlar başlatarak radikal rakiplerini ortadan kaldırdı. İhvan dağıtıldı. İhvan’ı yenen İbni Suud, kuzeydeki Reşidileri sindirdiği gibi Batı’daki Hicaz’ı ele geçirerek Haşimileri bölgeden uzaklaştırmış ve ‘hadimül harameyn’ iddiasıyla güçlenmişti. Vehhabiler, Medine’deki sahabe mezarlarını yıkıp yerle bir ederken hac gelirleri ve Cidde Limanı’ndan para kazanmayı bekleyen İbni Suud, İngiliz danışmanının aracılığıyla 1933’te Rockefeller şirketlerine petrol imtiyazı verdi. Suudi Emir, fakirlikten kurtulup siyah altın zenginliğine II. Dünya Harbi sonrasında ulaşacaktı.

Genç yaşta Suudilerin başına geçen Abdülaziz ibni Suud, çöldeki hedeflerine ulaşmaya çalışırken Osmanlı Valisi olmayı kabul ederek İstanbul’u kışkırtmaktan uzak durmuştu. Ancak Osmanlı, İngiltere ile savaşa başlarken Enver Paşa’nın gönderdiği ekibi oyalayıp gizlice İngilizlerle işbirliğine başlamış, nihayet Büyük Harp’te Osmanlı’ya karşı yer almıştı. II. Dünya Harbi sonrasında bu kez Amerikalılar ile derinleşen ilişkileri İngiliz şirketleri rahatsız etmeye başlayacaktı. İngilizler, bir yandan Suudi petrol işlerini takip ederken diğer taraftan Suudileri Arap dünyasına lider yapmak isteyen Siyonistlerin projelerinde mesuliyet üstlenmişlerdi. İngiliz Başvekil W. Churchill, Siyonist lider Haim Weizmann ve ABD Başkanı F. Roosevelt arasında gidip gelen diplomatların dosyasında İbni Suud üzerinden Ortadoğu’ya getirilecek yeni düzen projesi yer alıyordu. (1940’larda kaydedilen bu dosyalar İngiliz ve Amerikan arşivlerinde araştırmacılara açıktır.) O günkü diplomasinin hedefi Suudilere Filistin’de kurulacak Yahudi devletinin varlığını tanıtmak ve Arapları susturma rolü vermekti. Aynı projenin diplomatik mesuliyetini yıllar sonra ABD Başkanı D. Trump’ın damadı J. Kushner üstlenecekti.

Abdülaziz ibni Suud, bugün dünyanın en büyük petrol şirketlerinden olan Aramco’nun kuruluşunda Amerikalılarla birlikte çalışmış, 1953’te vefat ettiğinde geride çok sayıda çocuk ve petrol gelirlerinden büyük bir miras bırakmıştı. Suudi Emir’in torunu Muhammed bin Selman (MbS) da O’nun gibi genç yaşta Suudi Devleti’nin iplerini ele geçirecek, ardından radikal Vehhabilerle savaşarak reformlar başlatacak, Siyonist lobiyle görüşecek Aramco üzerinden yeni projelere girişecekti.

Arabistan’ın Atatürk’ü: MbS ve Reformları

MbS’nin hangi tarihi şahsiyetlere benzediğini sorgulayacak olursak en az üç farklı figürü hatırlayabiliriz. Suudi Veliaht, bir yönüyle İhvan’ı bastıran dedesi İbni Suud gibi radikal Vehhabilerle mücadele etmektedir. İdraklere meydan okuma iddiasına bakılırsa, reformistliğiyle meşhur olup sahrada yeni bir akım başlatan Muhammed İbni Abdülvehhab’a benzemektedir. Sınırları zorlayıp ulemayı bastırma ve toplumu Batılılaştırma hamlesiyle de M. Kemal Atatürk’e benzemektedir. Bilindiği üzere Atatürk, hilafeti kaldırmadan önce İslam’ı yeni bir yorumla reformdan geçirmeyi hedeflemiş, hocalarla görüşerek dinde köklü bir modernizasyon başlatmak istemişti. Hilafetin etkisinden uzak bir siyasi sistemin dine aykırı olmayacağını, Cumhuriyetin Hulefa-yı Raşidin devrindeki şura anlayışına uygun olduğunu anlatmaya çalışmıştı. Sonradan hızla radikal adımlar atmaya başlayıp Batılılaşmayı devletin yeni politikası haline getirmişti. Peki, Veliahd MbS’nin son yıllarda Batılı müttefiklerle diplomasi yaparken dile getirdiği Vehhabilik’ten vazgeçtiklerini ifade eden açıklamaları gerçeği ne kadar yansıtıyor olabilir? Genç lider, Arabistan’da Batılılaşma hareketine de liderlik edebilir mi?

Batı’da kabul gören bazı sosyal dönüşüm projeleri, akademik çevrelerde derinlemesine çalışılmakta ve uluslararası faaliyet gösteren vakıflar tarafından desteklenmektedir. Bilhassa son yıllarda İslam dünyası genelinde cinsiyet eşitliği, dine dayalı aile hukuku ve geleneği temsil eden dini inançların ‘inanç hürriyeti’ üzerinden reforme edilmesi gerektiği anlayışı yayılmaktadır. Bu sosyal dönüşüm, bir talep olarak halklardan mı gelmektedir yoksa devletler üzerinden halklara mı dayatılmaktadır sorusu ayrı bir tartışma konusu olabilir. Ancak görüldüğü üzere Türkiye’de olduğu kadar artık Mağrip’ten Maşrık’a Arap dünyasında da değişimden bahsedilmektedir. Bu değişim hareketlerinin gündeme geldiği dönemde;

  • MbS’nin (dedesi) İbni Suud gibi Filistin jeopolitiğinde Siyonist diplomatlarla pazarlık yapması,
  • Arabistan-Filistin enerji hattında Amerikan şirketler öncülüğünde Batı’dan destek almaya çalışması,
  • Beyaz Saray ile anlaşarak Arap dünyasının liderliğini üstlenmeye hazırlanması,

birlikte okunması gereken gelişmelerdir. ABD’nin en sıra dışı başkanlarından Donald Trump’ın ilk yurtdışı turunda Riyad’daki temaslarından başka Vatikan Devleti ve Katolik Kilisesi’nin lideri Papa’nın Arabistan ziyaretinde Dinlerarası Diyalog görüşmelerinin başlatılması ve Arap dünyasının liderliğini temsil edercesine MbS’nin Batılı basına reformlardan bahsetmesi keza aynı tablonun parçalarıdır.

2018’in ikinci yarısında MbS’nin açıklamaları ve politikaları, Aramco’nun borsaya arzı ile İsrail’in merkezde bulunduğu yeni Ortadoğu projesinde üstleneceği rollerle birlikte tartışılırken, küresel finansörlerin mecmuası İngiliz The Economist MbS’yi Aramco işlerine fazla müdahil olmakla suçluyordu. Ortadoğu jeopolitiği başta olmak üzere İslam dünyasında Suudi liderliği konuşuluyor, buna karşılık Türkiye ve İran’ın ötekileştirileceği gündeme getiriliyordu. Yeni projenin Trump Hükümeti tarafından desteklendiği, Suudi petrollerinin Amerikan finans ve silah sektörüyle işbirliğini geliştireceği sır değildi. Bu dönemde Doğu Akdeniz’de aktör olma hedefiyle hareket eden Türkiye ise ABD ile anlaşmazlık yaşıyordu. Ancak Türkiye’de de din ve toplum reformlarından bahsedilmesi dikkat çekicidir. MbS, Arabistan’da ezber bozucu reformlarıyla kadınların cemiyet hayatına iştirakini teşvik ederken Cumhurbaşkanı Erdoğan da 14 asırlık dini hükümlerin artık geçerli olamayacağını açıklamıştı. Ankara – Riyad arasında yeni Ortadoğu jeopolitiğinde çıkar çatışmaları yaşanırken adeta reform çalışmalarında da rekabet görüntüsü oluşması dikkate şayandır. Aynı günlerde ABD ile anlaşmazlık yaşayan Türkiye’nin ekonomisi finans operasyonlarıyla çökertilmekteydi. Tam da böyle bir zaman diliminde Suudi Arabistan’ın meşhur Kaşıkçı Ailesi’nin bir mensubu İstanbul’da öldürüldü ve bu cinayet vakası Ankara’nın Riyad üzerinde baskı kurmasını sağladı.

Kaşıkçı Ailesi, geçmişte Suudilerin ABD ile ilişkilerinde hatırı sayılır roller üstlenmişti. Cemal Kaşıkçı, MbS ve Trump hükümetlerini hedef alan grubun içindeydi. Doğu Akdeniz ile Basra Körfezi’ni İsrail – Suudi Arabistan hattı üzerinden bağlayan ‘Yüzyılın Antlaşması’ projesi masadayken işlenen bir cinayet, adeta sahne arkasındaki anlaşmazlıkların ortaya çıkan yüzüymüş gibi komplo teorilerine müsait, net olmayan bir tablo çizdi. Kaşıkçı cinayeti, Ankara – Riyad ilişkilerinde bir baskı aracı olarak kalmış, kamuoyu henüz tam olarak aydınlatılmamıştır.

Riyad’da hayata geçirilen yeni strateji, Ortadoğu’da liderlik üstlenmek için İslam dünyasında hareket sahasını daraltan ‘Vehhabiliğin temsilcisi’ rolünden sıyrılıp kurtulmayı hedefleyen bir strateji midir? Yoksa ‘Vehhabi’ ifadesinden sıyrılıp sınırlı reformlarla özünü muhafaza ederek hedefine ulaşmayı düşünen başka bir politika mıdır? Zekeriya Kurşun’a göre yeni Suudi politikası, Suudi devletinin doğuşunu sağlayan Vehhabi ideolojisinden ayrı bir yol tutmayı maksat edinmiş değildir ancak yenilik iddiasıyla bazı hedefler peşinde koştuğu ortadadır.

Sonuç olarak, geçmiş ile bugünü karşılaştırdığımızda Suudi tarihinde bir tekerrüre şahit olduğumuzu söyleyebiliriz. ‘Gerçek Vehhabiler’ ile Suudi devletinin modernist reformcu kanadı arasındaki mücadelenin yeni olmadığını, çölün geleceğinin ise küresel değişimin bölgedeki sosyal ve ekonomik pazar ile alışverişine bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla Atatürk gibi toplumun din anlayışını değiştirebileceğine inanan, dedesi gibi radikal Vehhabileri içeri atmakta ve susturmakta cesurluk sergileyen ve şeyhi İbni Abdülvehhab gibi reformist bir akım başlatarak jeokültürel dünyadan jeopolitik hedeflere yürüyen MbS’nin üstlendiği rolün geleceği ve politikalarının seyri zamanla daha çok tartışılacaktır. Bu tartışmalar, küreselleşmenin yeni safhalardan geçtiği bir dönemde, çöldeki mücadelenin küresel sistemin yenilikçi dayatmalarıyla muhatap olduğunu görerek yapılmalıdır.