2000li yılların tarihe geçecek en önemli sosyal hareketleri şüphesiz “Arap Baharı” diye nitelenen hareketlerdir.  2010 yılında Tunus’ta çaresizlikten kendini yakan üniversite mezunu bir seyyar satıcı olan Muhammed Buazizi’nin ardından başlayan halk hareketleri önce Tunus’ta ardından Yemen, Mısır ve Libya’da büyük dönüşümlere sahne oldu,  birçok Arap ülkesinde halen devam eden sarsıcı tesirler bıraktı. Kimi ülkelerde onlarca yıldır süren rejimleri ve diktatörlükleri sonlandırırken kimilerinde de hem yönetici sınıfı ve hem de halkı tedirgin eden beklentilere soktu.  Aradan yaklaşık üç yıl geçmesine rağmen hiçbir yerde istikrar sağlanamadı, tedirginlikler bitmedi, hatta sonucun nereye varacağı da meçhul kaldı. Tüm bunların ardından ise akıllarda şu soru var: “Arap baharı başka bir bahara mı kaldı?”.

Geçenlerde Tunus Üniversitesi Beşeri Bilimler Fakültesi’nin düzenlediği bir çalıştaya katıldım. Çalıştay, söz konusu fakültenin Mağrıb Araştırmaları birimi (Dirasat Mağribiyye) tarafından düzenlenmişti ve  çalıştayın başlığı ise şuydu: “23 Ekim 2011’den itibaren Tunus’un yeni bir Dış Politikası var mı?”. Katılımcılar üniversitedeki akademisyenlerin dışında, eski dışişleri mensupları, büyükelçiler, bakan ve politikacılar idi.

Tarafımdan sunulan “Gelenekten-Değişime Türk Dış Politikası ve Arap Baharı” konusu hemen herkesin ilgi odağı oldu. Zira katılımcılar her nedense bölgede yaşananlar ile Türkiye arasında yakından alaka kurmakta ve Türkiye’yi anlamaya oldukça hevesli görünmekteydiler. Türkiye hakkında pek çok soruya muhatap oldum. Türkiye’nin Ortadoğu ve Afrika politikalarını sorguladılar, Afrika açılımı ve özellikle Arap baharı konusunda Türkiye’nin “gizli bir gündeminin” olup olmadığını anlamaya çalıştılar. Türkiye’de laikliğin tarihini ve uygulanma biçimini, Türk-AB ilişkilerini ve geleceğini sordular. Türkiye’nin Arap Baharı ülkeleri için “model” olup olamayacağını, hangi konularda örnek olabileceği sordular hatta “Ilımlı İslam” projesini masaya yatırdılar. Tunus’ta Filistin mevzusu hassastır ve tam destek vardır. Bu yüzden Türk-İsrail ilişkileri ve İsrail’in özür dilemesi de tartıştığımız konular arasında idi.

Bir akademisyen olarak bu sorulara cevap verirken benim gözlemlerim ve duyduklarım onların öğrenmek istediklerinden daha heyecanlı ve hatta verimli oldu. Toplantıya katılanların hemen hepsi “devrim” yani Arap baharına en azından sözde sahip çıkmaktaydılar ama sorulardan da anlaşılacağı gibi yine hemen tamamı Tunus’ta kurulan yeni sistemin muhalifi ve geleceğinden kuşku duyanlar idi. Aslında bazı konuşmalarda açıkça belirtildiği gibi kendilerini Arap dünyasından ziyade Avrupa medeniyet dairesinde görmekte veya menfaatlerinin Avrupa ile müşterek olduğunu düşünmekteydiler. Bu fikirlerinde haksız da sayılmazlardı. Tarih içinde Tunus’un Avrupa ile olan ilişkisi, özellikle Fransızların 1881-1955 arasında bölgeyi işgal ederken zihin dünyalarını da işgal etmesi, onların kendilerini Avrupalı gibi hissetmelerine yetiyordu. Hemen hepsinin ciddi bir şeyler söylemek istediklerinde Fransızcayı tercih etmeleri, kendi anadillerinde yetersiz olmalarından ziyade zihin dünyalarının nasıl şekillendiğinin bir işareti idi. Bu yüzden Arap Baharı’nın geleceğine de kuşku ile bakmaktadırlar.

Dikkati çeken bir diğer husus ise, Türkiye’yi gerçekten tanımıyor olmaları idi. Doğrusu Türkiye’nin, dışarıda, özellikle Afrika’da kendini tanıtmak için uzun zamandır sürdürdüğü faaliyetleri kimlere karşı yaptığını da düşünmek zorunda kaldım. Türkiye, Tunus gibi derli toplu, yabancı dil bilgisi olan (tabiî ki Frankofon), dış dünya ile iletişim kurabilme yeteneği yüksek bir ülkede hâlâ bu kadar az tanınıyorsa bunun mutlaka sorgulanması gerekir. Tabiî son olaylardan sonra Tunus’ta Türkiye’yi anlamamak için bir direnç oluştuğunu da söylemek gerekir. Arap baharı sonrasında oluşan iktidar yapılarında, özellikle İhvan’ın uzlaşmaz tavırlarında, Katar’ın ciddi maddi ve manevi desteğinin olduğuna inanıldığı gibi, maalesef kimi çevreler Türkiye’yi de bu planın bir parçası olarak görmektedirler. Her ne hikmetse Katar’a karşı aşırı bir nefret duygusu gelişmiş ve Türkiye sınırlı da olsa bundan nasibini almıştır. Katar ve diğer Körfez ülkelerine duyulan nefret sokakta, gazete manşetlerinde hatta kitapçıların raflarında yer alan kitap adlarında kolayca gözlemlenmektedir.

Gannuşi’ye ve mevcut parlamentoya karşı kuşku ile bakan bu Tunus aydınları arasında Türkiye’yi az çok tanıyan hatta aralarında Ankara’da yıllarca büyükelçi olarak görev yapanlar da vardı. Diğerleri üzerinde etkili olmasa da onlar Türkiye’nin, ülkelerinin demokrasiye geçişinde olumlu rol oynayabileceğini belirttiler. Bununla beraber; Gannuşi’nin “zaten Türkiye de benden öğrendi” ifadelerini dile getirerek hem kendi umutsuzluklarını ve hem de kuşkularını dile getirdiler.

Tunus sokaklarında hayat normal akıyor. Ama her kesimden insanların umutsuzlukları had safhada. Ekonomi adeta durmuş, oteller bomboş, bu yüzden güvenlik zafiyeti de var.  Halk da tıpkı aydınlar gibi “devrime” sahip çıkıyor. Ama kendi sorunlarına sahip çıkılmadığına inanıyor. İnsanlar sistemin, dışarıdan gelen yardımları adil dağıtmadığını ileri sürüyor. İhvan’ın acil çözüm bekleyen ekonomik sorunlar yerine öncelikle “toplumu İslamileştirme” projelerini hayata geçirdiğini ve toplumsal barışın bozulduğunu iddia ediyorlar. Arap Baharı’nın Tunus halkının direnişi olduğunu, ama sonuçlarının daha ziyade dışarıdan gelen etkiler ile belirlendiğini beyan ediyorlar. Kısacası Tunus halkı büyük bir özgüven kaybı yaşıyor. Duvarlarda “el ahzab fi hidmet’il ahbab / partiler dostların hizmetinde” yazıları yer alıyor. Bu yüzden seçim olması halinde oy verebilecekleri partinin olmadığını düşünen sıradan insanların yanı sıra, birbirini muhatap alarak sorunları diyalog yoluyla çözme eğilimi yerine birbirinden uzaklaşmayı hatta anlamamayı tercih eden aydınlar dolaşıyor ortalıkta.

Türk tarihine ve Türklere birçok Arap ve Afrika ülkesinden farklı ve olumlu bakan Tunus ile Türkiye’nin ilişkileri daha da geliştirilmelidir. Osmanlı Dönemi eserlerinin birçoğunun restore edilerek korunmuş olması hatta birçok ülkenin aksine tarihçilerin “Osmanlı Tunusu / Tunus el Osmaniyye”  deme konusunda çekincelerinin olmaması ve bu başlıklar ile kitap yazmaları bile Tunus’un Türklere olumlu bakışının bir tezahürüdür. Türkiye iktisadi ve kültürel alanlarda Tunus’ta pek çok müşterek projeyi hayata geçirebileceği gibi Akdeniz stratejisini belirlemede de ortak olma potansiyeline sahiptir. Bu sebeple Türkiye Tunus ile ilişkilerini çeşitlendirmeli, -en azından şimdilik- halkın tamamını temsil konusunda yetersiz kalan hükümetle kurulan ilişkilerin yanında halkın diğer kesimleri ile de yakın ilişkiler tesis etmelidir.