Savaşa Giden Süreç

19. yüzyıla kadar Osmanlı/Türk-Arap ilişkileri çağının gerektirdiği devlet-tebaa ilişkisi içinde sürmüş, Arap coğrafyasında ortaya çıkan ihtilaf, isyan ve benzeri hadiseler aynı büyüklükteki diğer imparatorluklarda olabilecek türden daha fazla olmamıştır. Devletin imkanları ve dirayetli yöneticiler sayesinde bu süreç hep merkezin lehinde sonuçlanmıştır. Ancak 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başlarında Arap dünyasında ortaya çıkan üç sorun hem devlet otoritesini zaafa uğratmış ve hem de I. Dünya Savaşına giden süreci belirlemiştir. Osmanlı Devleti bir iç sorun olarak Merkezi Arabistan’da ortaya çıkan Vehhabîlik ile uğraşırken; beklenmedik bir dış sorun olarak da 1798’de Mısır’ın Fransızlar tarafından işgali ile karşılaşmıştır.

Her iki sorun da merkezi müdahale ile çözümlenemeyecek boyuta ulaşınca, Osmanlı Devleti Fransızlar karşısında İngilizlerden yardım alarak bölge rekabetini yeni bir dış güce açmıştır. Öte yandan bu yeni durum Mısır’a gönderilen askerler arasında bulunan Mehmet Ali Paşa’nın da merkezin yanı sıra yeni bir iç güç olarak yükselmesi engellenememiştir.

Nitekim Vehhabîlik hareketi ve Fransız işgali Osmanlı merkezi gücünün Arap coğrafyasında ilk defa sorgulanmasına sebep olmuştur. Bir tedbir olarak Mısır’a gönderilen Mehmet Ali Paşa’nın idaresinde Mısır merkezli yeni bir yapının kurulması da engellenememiştir. İddia edildiğinin aksine Fransızların geçici Mısır işgali Arap milliyetçiliğini getirmemiş, ancak Sünni Arap dünyası üzerinde Anadolu (Türkiye)-Mısır rekabetini doğurmuştur. Aslında bu süreç, merkezin aldığı tedbirler, Tanzimat gibi yeniden toparlanmayı sağlayan siyasi kararlar ve özellikle II. Abdülhamid’in modern bir devlet yaratma gayretlerine rağmen dış müdahaleler yüzünden I. Dünya Savaşına kadar hep merkezin aleyhinde gelişecektir.

Berlin Kongresi ve Arap Dünyası

Osmanlı Devleti topraklarını uluslararası rekabete açan 1878 Berlin Anlaşması Osmanlı/Türk-Arap ilişkilerinde yeni bir dönemi hazırladı. Devletin zaafının farkında olan pek çok Arap kendi kaderlerini ve geleceklerini tartışmaya açmışlardır. Bu da özellikle 19. Yüzyıldan itibaren bölge işlerinde müdahil güç olmaya başlayan İngilizleri ve yayılmacı politikalar güden Avrupa devletleri yakın gelecekte işgal edecekleri Arap eyaletlerine yönelmişlerdir.

II. Abdülhamid’in aldığı tedbirler bu hızlı dağılma süreci kısmen durdurmuştur. Avrupalı devletler arasındaki rekabeti kızıştırarak onları yavaşlatırken içeride de uyguladığı “İslam Birliği” siyaseti ile taşrayı merkeze entegre etmeye çalışmıştır. Etrafında tuttuğu İzzet el Abid (Arap İzzet) gibi Arap danışmanları ve Suriye’den Yemen’e kadar etkili olan Rufai tarikatı şeyhi Ebulhuda ve Kuzey Afrika’da saygınlığı olan Şazelî tarikatı şeyhi Şeyh Zafir’i yakınında tutarak Arap coğrafyasının merkezden uzaklaşmasını engellemeye çalışmıştır Ayrıca Arap vilayetlerinde devletin gücünü hissettirecek modern atılımlar ile Hicaz Demiryolu gibi hayati yatırımlar yaparak Müslümanların gönlünü kazanmıştır.

Büyük baskılara maruz kalan Osmanlı Devleti buna karşı koyabilmek için yeni bir “Haricî Muîn”’e (dış yardımcıya) ihtiyaç duyduğunda dayanabileceği en iyi müttefik Almanya oldu. Ancak Almanya’nın devreye girmesi özellikle İngilizleri tahrik edecek ve Osmanlı Arap teb’ası arasında ayrılığı teşvik edecek faaliyetlerini arttıracaktır. Nitekim İngiltere çeşitli rahatsızlıkları bahane ederek Arapların geleneksel liderlerinden sürekli kendisine müttefik arayacaktır. Burada vurgulanması gereken en önemli husus I. Dünya Savaşı’nın ana nedeninin Almanlara verilmiş olan Berlin-Bağdat Demiryolu imtiyazının olduğudur. 1902 yılında verilen bu imtiyaz her ne kadar 1910-1914 yılları arasında İngilizler ile yapılan görüşme ve anlaşmalar ile yeni bir şekil aldı ise de İngilizler tatmin olmadılar ve hatta meseleyi adeta Almanya’dan ve tabii olarak müttefiki olan Osmanlı Devletinden intikam alma noktasına vardırdılar.

Savaşa Doğru Türk-Arap İlişkileri ve İsyanlar

1908 yılında Osmanlı Devleti’ni yeniden toparlama ve eski saygınlığına kavuşturma hayali ile harekete geçen İttihatçılar, II. Abdülhamid’in bölge politikalarında takip ettiği “ihsan ile eşrafı elde tutma” politikasından sarfı nazarla Kanun-i Esasi’ye dayalı kurumsal bir yapı geliştirmek istediler ise de başarılı olamamışlardır. Nitekim II. Meşrutiyet İnkılabının ardından Yemen/Asir bölgesinde bir dini hareket olan İdrisi isyanı ile karşılaştılar. Akabinde merkezi otoritenin askere alma siyasetini protesto eden bugünkü Ürdün sınırları içindeki Kerek ve Havran isyanını yaşadılar. Birinci isyanı, Yemen İmamı Yahya ile yaptıkları ittifak sonrasında kısmen teskin ettiler. İkinci isyanı askeri tedbirler ile bastırdılar. Aynı sıralarda İtalya’nın Libya’yı işgali ile karşı karşıya kalan İttihatçılar II. Abdülhamid’in politikalarına geri dönmüşler ise de iki yerel gücün büyümesini engelleyemediler:

Suudiler ve Şerifler

Osmanlı merkezi hükümeti, Merkezi Arabistan’da kabileler arasında eski gücünü sağlayan Vehhabîlerin lideri -modern Suudi Arabistan’ın kurucusu- Abdülaziz b. Suud ile İttihatçıların Mekke emirliğine tayin ettikleri Şerif Hüseyin’in ihtiraslarını dizginlemekte güçlük çekmişlerdir.

Birincisinin amacı Merkezi Arabistan’da bir Vehhabî devleti kurarak atalarının yolunda gitmek, ikincisinin amacı ise devletin Hicaz bölgesinde kurmaya çalıştığı merkezi otoriteyi engellemekti. Nitekim onların bu ihtirasları Savaş yıllarında İngilizler tarafından kullanılacaktı. Abdülaziz b. Suud savaşta tarafsız bırakılacak, Şerif Hüseyin de isyana sürüklenecekti.

Entelektüel Araplar: Federalistler

Diğer taraftan Birinci Dünya Savaşından önce hem İstanbul’da ve hem de Suriye-Lübnan ve Mısır’da yaşayan Arap entelektüelleri de bir takım istekler ile ortaya çıkmıştı. Bir bölümü İttihatçıların fikirlerini paylaşmakla birlikte merkezi bir devletten ziyade federal bir yapıyı savunmaktaydılar. İçlerinden bazıları ise –ağırlıklı olarak Hristiyan olanlar veya onların etkisindekiler- ayrılıkçı fikirlere sahiptiler. Nitekim kurdukları gizli ve açık cemiyetler ve 1882 yılından beri İngiliz işgalindeki Mısır’da kurulan Ademimerkeziyet Partisi (La Merkeziye) ile fikirlerini yayarken, merkezi otorite ile karşı karşıya gelmişlerdir. 1913 yılında Paris’te bir kongre toplayan Ademimerkeziyet Partisi federal yapı taleplerini uluslararası kamuoyuna duyurup, ittihatçıları zor durumda bırakacaklardır.

Esasında İttihatçılar, 1912 yılında Libya’yı İtalya’ya teslim etmek zorunda kaldıktan sonra merkeziyetçilik iddialarında yumuşamışlardı. Ayrıca Yemen İmamı Yahya ile yaptıkları ama gizli kalan Dean anlaşmasında da onu yerel otorite olarak kabul ederek ademi merkeziyet yolunu açmışlardı. Paris’te toplanan Arap federalistlerin fikirlerini de yabana atmayıp; onlar ile İstanbul’da bir toplantı yaparak, resmi yazışmalarda Arapça kullanımı dahil, diğer bazı siyasi taleplerini karşılamışlardır. Hatta 1913 yılında valiliklerin yetkilerini genişleten bir kanun da çıkararak Arap vilayetlerinde merkeziyetçiliği gevşetmişlerdir. Mısır hanedanına mensup olan ve İslamcı fikirleri ile bilinen Said Halim Paşa’nın I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde sadrazam yapılması Arapların taleplerine yumuşak bakıldığını gösteriyordu. Aynı şekilde Balkan Savaşları sırasında Ahsa bölgesini (S. Arabistan’ın doğusundaki Osmanlı idare merkezi) işgal eden vehhabilerin lideri Abdülaziz b. Suud’a bölge valiliği ve paşalık veren bir anlaşma yaparak dış müdahaleyi önlemeye çalışmışlardır. Bu girişimlerin meyve vermesinin beklendiği bir sırada ise Büyük Savaş başlamıştır.

Savaş Cepheleri ve Araplar

Birinci Dünya Savaşına girip İtilaf Devletlerine karşı cihat ilan edildiğinde durum kısaca şudur: Osmanlı eyaletlerinden Cezayir ve Tunus Fransızların, Mısır İngilizlerin, Libya İtalyanların işgali altındaydı. Buradan cihat çağrısına cevap verebilecek hiç kimse yoktu. Körfez’de Katar kaymakamlığı hariç pek çok emirlik ise İngilizlerin zorlamasıyla daha önce yaptıkları anlaşmalar ile zaten işgale açık hale gelmişlerdi. Buna rağmen Osmanlı Devleti Trablusgarp cephesini açtığında pek çok Libyalı, devletinin yanında yer almıştır.

Öte yandan Suriye ve civarı, Irak vilayetleriyle Yemen, merkez ile olan bütün eski ihtilafları bir tarafa bırakarak, Osmanlı Devleti’nin yanında savaşa dahil olmuştur. Hemen her cephede bu bölgeden askere alınmış er ve subaylara rastlamak mümkündür. O güne kadar yaşanan bütün siyasi çekişmeler unutulmuş ve her biri kendisine düşen görevi yapmıştır. Suriye merkezli IV. Ordu ve Hicaz bölgesinde kurulan Şark Ordusu askerlerinin nerede ise tamamı Araplardan oluşmuştur. Karargahta ise Mısırlı Dr. Fuat Selim Bey ve Osmanlı Devleti adına propaganda faaliyetlerini üstlenmiş olan Dürzi lider Emir Şekip Arslan gibi isimlerin verdiği destek tarihte yerini almıştır.

Aslında Suriye ve Filistin cepheleri yapay cepheler idi. Amaç buradan sağlanacak lojistik destek ile hem Yemen’in ihtiyaçlarını karşılamak ve hem de İngilizlerin kontrolündeki Mısır’a baskı oluşturmaktı. Nitekim bu konuda başlangıçta beklenen sonuçlar alınmış iken (1915 Şubat ve 1916 Temmuz) Kanal Seferlerinin başarısızlığı burada da bir iç cephenin açılmasına sebep olmuştur.

Kanal seferlerinde alınan başarısızlıklarına ve Araplar arasında kötü şöhretine rağmen Cemal Paşa, açık yüreklilikle onların devlete ve millete olan sadakatlerini dile getirmektedir. Kanal seferine karşı olduğu için görevden alınan Halepli Zeki Paşa’nın yerine gelen Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Halep, Hama, Humus ve Tarblusşam’da incelemeler yaptıktan sonra “geçtiğim bütün şehirlerde ahali fevkalade vatanperverlik tezahüratı yapıyor ve Osmanlılığa bağlılık gösteriyordu” (Cemal Paşa, Hatıralar, İstanbul 1959, s.160) şeklindeki gözlemlerinden sonra şu değerlendirmeyi yapıyor: “Pekala görüyor ve anlıyordum ki Arapların büyük kısmı İslam hilafetinin bu kurtuluş harbinde ciddi fedakarlık göstermekten geri durmuyordu.” (Aynı yer).

Aynı şekilde I. Kanal Seferini anlatırken Cemal Paşa, Türkler’den ve Araplardan müteşekkil olan askerlerinin ibraz ettikleri hizmeti ve dayanışmayı büyük bir takdirle anlatmakta ve özellikle tamamı Araplardan oluşan 25. Fırka menzil teşkilatının kahramanlıklarını, sonuna kadar sebat etmelerini ve hiç birinin firar etmemesini büyük bir takdirle dile getirmektedir (Aynı eser, 169,178)

Arap İsyanı mı?

Peki bütün bunlara rağmen Türk-Arap ilişkilerinin adeta geleceğini belirleyen gelişmeleri nasıl anlamak gerekmektedir? Arap yarımadasında iki önemli yerel güç olan Abdülaziz b. Suud ile ihtirasları İngilizler tarafından erken keşfedilmiş Şerif Hüseyin’in tavrı nasıl yorumlanmalıdır? İngilizler, bütün Araplar arasında ayrılık tohumları serpme faaliyetleri geliştirmişlerdi. Bu anlamda 1915 yılına kadar da başarılı oldukları söylenemez. Hatta yukarıda adı geçen isimler bile bütün ihtiraslarına rağmen, Osmanlı Devleti şemsiyesi altında ama mümkün olduğunca bağımsız kalma arzusundan fazlasını ortaya koymamışlardır. Cihat fetvasına İngilizlerin teşviki ile olumlu cevap vermeyerek tarafsız kalan Abdülaziz b. Suud, 1915 yılına kadar İngilizler ile bir tarafsızlık anlaşması yapmamıştır. Diğer taraftan cihat fetvası karşısında eski ihtilafları kenara atarak Hicaz Valisi Vehip Paşa ile derhal bir savunma planı yaparak bunu İstanbul’a bildiren (bu planın İstanbul’a varışı 15 Kasın 1914’tür. Bak: Başbakanlık Osmanlı Arşivi, BEO 324033) Şerif Hüseyin de 1915 yılına kadar İngilizler ile doğrudan bir diyaloğa girmemiştir.

Ancak İngilizler gerek Çanakkale’de aldıkları sonuç ve gerekse I. Kanal Seferi’nin üzerlerinde uyandırdığı baskı ile Abdülaziz b. Suud’u tarafsızlık anlaşmasına, Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’i de Mısır’daki Arap bürosu aracılığı ile isyana ikna ederek, Lawrence’i de isyanı organize etmek için görevlendirmişlerdi. Planın ana hedefi Abdülaziz b. Suud’u Necid içlerinde beklemeye mecbur ederek; Hicaz’da Şerif Hüseyin isyanını yaygınlaştırmak ve özellikle Arap Yarımadasının lojistiğini sağlayan Şam-Medine arasındaki Hicaz demiryolunu etkisiz kılmaktı. Böylece Şam ve Kudüs’ün yolu itilaf devletlerine açılacaktı. Nitekim bu amaç doğrultusunda milyonlarca altını seferber eden ve aslında ganimet karşısında kolay taraf değiştiren bazı bedevi kabileleri Hicaz demiryoluna saldırtarak bir iç savunma cephesinin oluşmasına neden oldular.

Burada Şerif Hüseyin kuvvetlerine katkı veren bedevi Arapların sayısını tam olarak vermek mümkün değilse de isyancıların toplamının 5000-10000 arasında değiştiği söylenebilir. Genelkurmay Başkanlığı, Hicaz demiryoluna yapılan günlük saldırıların tablosunu verirken (Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, Hicaz, Asir, Yemen Cepheleri ve Libya Harekatı, Ankara 1978) en kalabalık saldırının 2000 kişi kadar olduğunu belgelemesi isyana katılanların sayısı hakkında fikir vermektedir. Lawrence’in bütün yeteneklerine ve hesapsız altınlarına rağmen Nacı Kıcıman’ın da ifadesi ile Medine etrafındaki kabilelerin çoğunun isyanın dışında kaldıklarını anlamaktayız. Aynı şekilde 1910 yılında Havran ve Kerek isyanı sırasında idam ile yargılanan el Mecali aşireti reisleri, düşman Suriye ve Filistin’e yaklaşınca bütün gücü ile devletinin yanında yer almış ve bundan dolayı madalyalar ile taltif edilmişlerdir. Bölgede önemli bir gücü temsil eden Nuri eş-Şa’lan savaş öncesi merkezi hükümet ile ihtilafa düşmesine rağmen savaş sırasında kendisine “paşalık” rütbesi verilecek kadar yararlılıklar göstermiştir. Aynı şekilde İngilizlere büyük kayıplar verdiren I. Gazze Savunmasında da Türkler ve Araplar yan yana savaşmış ve İngilizleri geri püskürtmüşlerdir. Ancak İngilizler bu direnişi General Allenby’yi komutan olarak göndererek kıracaklarını düşünmüşler ve onu Haziran 1917’de bölge komutanlığına tayin etmişlerdir. Osmanlı Genelkurmayı da aynı oyuna başvurmuşsa da yapılan sık değişiklikler ile dengeyi sağlayamamıştır. Gerek diğer Gazze savunmalarında ve gerekse Şeria nehri etrafındaki Ürdün savunmalarında alınan başarısızlıklar önlenememiştir. Bu başarısızlıkları bölgedeki bedevi saldırıları ile izah etmek mümkün değildir.

Aslında daha sonraki yıllarda Türkler ile Araplar arasında adeta bir kan davasına dönüşecek olan Arap isyanı sadece Şerif Hüseyin’in sınırlı isyanından başka bir şey değildir. Nitekim Ezher uleması başta olmak üzere Arapların büyük bir çoğunluğu tarafından reddedildiği gibi; Suriye ve Filistin Arapları tarafından da kabul görmemiştir. Bunun en açık delili ise, 1924 yılında Türkiye’de Hilafetin ilgası akabinde Şerif Hüseyin’in kendisini halife ilan ettiğinde beklediği ilgiyi bulmamasında görülebilir.

Nitekim erken dönem Türk tarih yazımına baktığımızda bu olaylar daha serinkanlı bir şekilde ele alındığı görülecektir. 1940li yıllara kadarki Tarih müfredatında bu mesele hakikate daha yakın anlatılırken; bu tarihten sonra Araplık üzerinden İslam’a karşı tenkit getirmek isteyen amatör tarihçiler, siyasetçiler, edebiyatçı ve demagoglar yabancıların bu konudaki fikirlerini tekrar etmişlerdir.

Arap bölgelerinde kurulmuş olan manda yönetimini meşrulaştırmak için 1930lu yıllarda Georges Antonious’un gayretleri ile Araplara aşılanan Osmanlılara karşı “Arap Uyanışı” safsatası, bir süre sonra Türkçe literatürü de etkilemiştir. Bu fikrin amacı Arap bölgelerinde kurulan manda yönetimlerini meşrulaştırmak iken Türkiye’de Osmanlı Tarihi ve İslam ile hesaplaşma aracı olarak kullanılmıştır. Ancak Türkiye’de arşivlerin açılması ve yeni araştırmaların yapılmasına paralel olarak bu meseleler akademik araştırmalara konu olmuş ve hakikatler aydınlığa kavuşmaya başlamıştır. Bununla birlikte eski fikirler hala popülaritesini sürdürmektedir. Bunun için arşive dayalı yeni mevzi çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır.