20. yüzyıldan 21. yüzyıla intikal etmiş olan ve hala çözüm bekleyen en büyük sorunlardan bir tanesi kuşkusuz Filistin sorunudur. Yüzbinlerce ölü, milyonlarca mülteci ile hem hatıralarda hem de gündelik hayatta önemini koruyan bu sorun binlerce görüşme, yüzlerce karar ve onlarca anlaşmaya konu olmuştur. Dünya 21. yüzyılın başında soruna daha fazla ilgi göstermiş ama bu sefer de yüzleşilen gerçekler çözümü daha da zorlaştırmıştır. Filistin İdaresi BM’ye gözlemci alınırken, iki devlet formülünün hayata geçebileceği düşünülmüştü. Ancak fiilen bölünmüş bir halde olan Gazze ve Ramallah’ın birleşme girişimleri bu son planların da yönünü değiştirerek, yeniden çok toplumlu (belki çok dinli demek daha yerinde olacak) tek devlet modelini de yeniden gündeme getirmiştir. Bütün bunlar olup biterken doğal olarak tarihten uzaklaşarak mevcut problemler üzerinde yoğunlaşılmıştır. Aslında Filistin sorununa nerede ise “sil-baştan” mantığı ile yaklaşıldığı bugünlerde biz de bu yazıda tarihi geçmişi bir rapor üzerinden hatırlatmak istedik.

Avrupa’da genelde kabul görmemiş olan Yahudiler, yurt arama fikrini daima canlı tutmuşlardır. Zihinlerinde mevcut “vaat edilmiş topraklar” fikri ise, onları Filistin’e yönlendirmiştir. 18. yüzyılın sonlarında Musevileri kutsal topraklara yerleştirme düşüncelerini dile getiren Napolyon, Yahudilerin bu yöndeki umutlarını yeşertti. Öte yandan 1818’de Amerika’da Mordehay Manual Noah ve 1830’da da Fransız tarihçi Joseph Salvador Siyonizm’den bahsederek Yahudilere hedef göstermiş; hatta, Salvador bunun için bir kongre toplanmasını önermiştir. İngiltere’de Hollingsworth ve Almanya’da Sosyalist Moses Hessile Hahambaşı Hirsch Kalisherde Siyonizm fikirlerine katkıda bulundular. Bu konudaki ilk adım 1870’de Alliance İsraélite tarafından Yafa yakınlarında bir ziraat mektebi açılması ve orada “Siyon Muhibbânı” namında bir cemiyetin kurulmasıyla atılmıştır; ancak, şurası bir hakikattir ki, Siyonizm’in yaygınlaşması için en büyük gayreti Theodor Herzl göstemiştir.

Theodor Herzl, Yahudi Devleti adıyla 1896’da bir kitap neşrederek Yahudilerin devlet kurma fikirlerini ve planlarını ortaya koyar; bu tarihten sonra Avrupa’nın çeşitli kentlerinde toplanan kongrelerde bu düşünce daha da geliştirilir. Birkaç kere İstanbul’a gelen ve II. Abdülhamid’den Filistin’de bir yer talep eden Theodor Herzl, bu konuda başarılı olamadığı gibi, Filistin’e Yahudi göçünü engelleyen kararların çıkmasına sebep olur. 1904’teki ölümüne kadar dünya liderleriyle görüşerek Avrupa Yahudilerine yer bulmaya çalışan Herzl, bu konuda başarılı olamaz. Filistin dışında gündeme gelen Sina ve Doğu Afrika gibi bazı seçenekler ise, Yahudiler tarafından benimsenmez. Bu arada Osmanlı vatandaşı olan Filistin Yahudileri desteklenir ve kurulan şirketler aracılığıyla daha fazla toprak sahibi olmaları sağlanır; kaçak göçmenlerle yavaş yavaş Filistin topraklarında Yahudi kolonileri oluşturulur.

Filistin meselesi, ortaya çıktığı günden beri dünya barışını tehdit eden konuların başında gelmiştir. Sorun, 19. yüzyılın sonunda Filistin’e başlayan Yahudi göçü neticesinde bölgede bir Yahudi devleti kurulmasından ibaret değil; aynı zamanda bir kısım Yahudilerin din-devlet ve dünya algılarını şekillendiren Siyonizm meselesi olarak gelişmiştir.

Filistin Meselesi-Siyonizm Davası Raporu

Osmanlı Hariciye Nezareti tarafından hazırlatılan 3 Mart 1918 (3 Mart 1334) tarihli ve Filistin Meselesi-Siyonizm Davası başlıklı rapor önemli öngörüler içermektedir. Bu yazıda, üzerinde çokça çalışılmış olan Osmanlı-Yahudi ilişkilerini tekrardan ziyade, bu raporun yaklaşımı ele alınacaktır.

Raporu hazırlayan diplomatın ismi belli değildir; ancak o tarihlerde Hariciye Nezareti’ne bağlı olan Hukuk Müşavirliği tarafından hazırlatıldığı bilinmektedir. Rapor hazırlanırken o dönemin Osmanlı Bern Büyükelçisi Fuad Selim’in raporlarından istifade edildiği de açıkça anlaşılmaktadır.

Esasında Filistin meselesi çok konuşulmakla birlikte, Osmanlı diplomasisinde en son ortaya çıkan sorunlardandı. Zira Osmanlı Devleti özellikle II. Abdülhamid’in benimsediği temel yaklaşımı tartışmaya bile ihtiyaç duymuyordu. Hatta ondan sonra uygulamada zaman zaman farklılıklar olmuşsa da temel politika değişmemişti. Bu yüzden konunun tartışılıp devletler arasında istismar edilen bir diplomasi meselesi olması istenmemiştir. Nitekim, bu yazıya konu olan raporun da, meselenin özünü teşkil eden Kudüs’ün İngilizler tarafından işgal edilmesinden sonra duyulan ihtiyaç üzerine hazırlandığı anlaşılmaktadır.

İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour tarafından Lord Rothschild’e yazılan ve daha sonra Balfour Deklarasyonu diye adlandırılan mektubun akabinde Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulması fikri tartışılmaya başlanır. Balfour’un mektubu esasında Yahudilere net bir vaat içermez; fakat, bunu bir vaat olarak algılayan İngiltere’deki Siyonistler, Londra’da elli bin kişilik büyük bir miting düzenleyerek Filistin konusundaki niyet ve arzularını bütün dünyaya ilan ederler. Büyük bir yankı yapan bu toplantı Avrupa kamuoyunda da geniş yer bulur.

Ağırlıklı olarak Avrupa matbuatı kullanılarak hazırlanan rapor, bu haliyle, aslında bugüne kadar Türkçede  konuyla ilgili yapılan çalışmalarda ihmal edilen bir malzemeyi de gözler önüne sermektedir. Raporun başında, Osmanlı Devleti için “bir çıban gibi sivrilmiş olan Siyonizm’in” başlangıcından itibaren önemli hedeflerinin olduğu vurgulanır. Gerçekte başta Avrupalılar olmak üzere kimi Yahudiler tarafından bile uzak bir hayal olarak görülen Siyonizm’in hedeflerinin Osmanlı Hariciyesi tarafından nasıl algılandığı açıkça görülür. Nitekim, hiç şüphesiz bunun arkasında, Yahudilerin yaklaşık yarım asırdır Filistin’e yönelik mevcut politikalarının biliniyor olması vurgusu yapılarak Siyonizm’e karşı takınılan tavır ortaya konulur.

I. Dünya Savaşı ve Siyonist Faaliyetler

Savaştan bir hayli önce sadece bir hayal olarak ortaya çıkan Siyonizm, yani Filistin’de bir Yahudi devleti kurma fikri, Avrupalı Yahudi sermayedarların işin içine girmesiyle birlikte hayata geçme imkânı bulur. Aslında, Yahudi siyasetçiler, savaş öncesinde uluslararası rekabetten çekindikleri için devlet kurma fikirlerini düşük perdeden seslendirirse de, savaşın çıkmasıyla birlikte önlerine çıkan bu altın fırsatı değerlendirmek amacıyla her çareye başvururlar. Böylece İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan İtilâf Devletleri’nin Osmanlı Devleti’nin taksimini ön gören planlarının içine kendi fikirlerini de yerleştirirler.

Raporda, 1917 yılında Petersburg’da neşredilen belgelerden alıntı yapılır ve İtilâf Devletleri’nin fikirleri, “Kudüs ve Makamât-ı Mübareke üç devlet beyninde akdedilecek mukavele ahkâmına tevfikan hususi bir idareye tâbi olacaktır” ifadeleriyle özetlenir. Aslında, İtilâf Devletleri’nin bu yaklaşımı, dünyadaki pek çok kuruluşun da bu yönde düşünmesine imkân tanır ve Filistin meselesi daha savaşın başından itibaren en çok tartışılan konular arasına girer. Siyonistlerin Avrupa basınını elde ederek lehlerinde yazılar yazdırmaları da bu yaygınlıkta önemli bir rol oynar. Bir gazeteciye verdiği beyanatta Yahudilerin bu konuda ulaştıkları sonucu özetleyen Hollanda Sosyal Demokrat İşçi Partisi Başkanı M. P. Troelstra, Yahudilik meselesinin diğer milli meseleler arasında özel bir konuma sahip olduğunu, sadece fikri ve ilmi özerklik bahşederek bu problemin çözülemeyeceğini ve dolayısıyla iktisadi alanda da Yahudilerin gelişmesine imkân tanımak amacıyla Musevi örgütüne bir kısım özerklikler verilmesi gerektiğini belirtir.

Bu ve benzeri fikirler meyvelerini verir; Museviler kısa zamanda o sıralarda tarafsız olan Cenevre, Bern ve Lahey’de birer istihbarat şubesi kurar ve başta Avrupa olmak üzere fikirlerini bütün dünyaya yayarak Filistin’de Yahudi devleti kurma yolunda önemli adımlar atar.

Öte yandan bu rapor, Osmanlı’ya sığınan Yahudilerin hiçbir zaman ihanet etmedikleri yönündeki efsaneyi de yıkacak mahiyettedir; nitekim, raporda, Siyonist fikirleri benimseyen Osmanlı uyruklu bazı Filistinli Yahudilerin, Çanakkale’de İngiliz ordusu saflarında Osmanlı askerlerine kurşun sıktıkları belirtilir.  “Katırlı Birlikler diye anılan bu küçük Yahudi birliğinin maksadı, İngilizlerin Siyonizm davasına daha olumlu yaklaşmalarını sağlamaktı” tezini ileri sürer.

Raporda, bu konuda İsviçre’de yayımlanan Le Suisse gazetesinin 1 Ekim 1915 nüshasından şu ilginç alıntı yapılır:

İngiltere ordusunda kendi ırkdaşları olan zâbitleri ve İbranî lisanı ile tanzim ve idare olunan küçük bir gönüllü Yahudi ordusu vardır ki, bu ordu başlıbaşına bir vâhid-i kıyasi teşkil ediyor. Bu ordunun efradı, Filistin’de mütemekkin olan genç Siyonistler’den ibarettir. Bunlar efrad-ı âileleriyle beraber Yafa’ya kadar kaçmağa muvaffak olmuşlardı. Oradan bilâhare İskenderiye’ye nakledilmişlerdir. İşte İskenderiye’de bu genç Siyonistler’in British in Palestine ordusuna kaydı icra edilmiş ve ordunun ester-süvâr müfrezesini teşkil eylemişlerdir. Bu küçük müfreze altı hafta talimden sonra Gelibolu dârü’l-harekâtına sevkolunmuşlardır. Çanakkale heyet-i seferiyyesi karargâh-ı umumîsinden yazdığı bir mektupta General Sir Hamilton münhasıran Yahudilerden mürekkep olan bu fırka-i askeriyyenin fedakârlık ve bahadırlığından bir lisan-ı sitâyiş ile bahsetmektedir.Bâbıâli Hariciye Nezareti, Filistin Meselesi-Siyonizm Davası, İstanbul 1334, s. 7

Avrupa’daki Yahudi sermayedarlar savaşın kendilerine yarattığı fırsatları kullanarak servetlerini arttırır ve hem savaştan dolayı sıkıntı içinde olan Avrupa devletlerini etkileri altına alma hem de Siyonizm fikrini yayma imkânını bulurlar. 12 Aralık 1917 tarihli Reichspostgazetesinde yayımlanan bir makalede bu husus açıkça dile getirilerek Wilson ve Lloyd George gibi liderlerin Musevilerin ellerinde oyuncak oldukları iddia edilir. Siyonistlerin buna rağmen Osmanlı Devleti hakkında olumsuz bir beyanatta bulunmaması da dikkat çeker. Bunda, Yahudilerin dünyada en rahat yaşadıkları ülkenin Osmanlı Devleti olduğu gerçeğinin yanı sıra, hedeflenen devletin Osmanlı topraklarında kurulacak olması dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin tepkisini çekmeme gayretinin de etkili olduğu muhakkaktır. Yahudi etkisindeki gazeteler, Yahudilerin huzur içinde yaşadıkları Osmanlı Kudüsü’nü sıklıkla gündeme getirir.

Türkler bu şehr-i mukaddesi top ateşi altında bırakmamak içün muharebesiz terk edecek kadar yüksek bir uluvv-i cenabî izhar etmişlerdir

İngilizlerin Kudüs’ü işgal etmelerinden sonra Yahudilerin yayımladıkları bir beyanname de oldukça dikkat çekicidir.Correspondence Bureau Telgraf Ajansı’nın 18 Aralık 1917 tarihiyle Varşova’dan tebliğ ettiği bir telgrafta şu ifadelere yer verilir: “Yahudi Sözü gazetesi, İngiliz Yahudilerine hitaben bir beyanname neşretmiştir. Bu beyannamede, Kudüs’ü işgal ile ele geçiren İngilizlerin oradaki Yahudi yerlerine ve kutsal mekanlarına taarruzda bulunulmaması için Yahudilerin sahip oldukları bütün nüfuzu, İngiltere hükümeti nezdinde kullanmaları lâzım geldiği bildirilmekteydi. Ayrıca; “Türkler bu şehr-i mukaddesi top ateşi altında bırakmamak içün muharebesiz terk edecek kadar yüksek bir uluvv-i cenabî izhar etmişlerdir” dendikten sonra, İngilizlerden şehrin kutsiyetine uygun davranmaları istenir.

İngilizlerin Mısır’daki ve Hindistan’daki uygulamalarından, işgal ettikleri yerlerde kazı ve araştırmaları başlatarak buldukları kıymetli eserleri kendi müzelerine naklettiklerini bilen Yahudiler bu konuda onları uyarır. Öte yandan Hıristiyan çevreler de, Kudüs’ün işgali ve Yahudilere verilme ihtimaline karşı bir kampanya başlatırlar. Ancak, Siyonistlerin ulaştığı güç karşısında bu söylemler çok cılız kalır. Zira, o sırada Osmanlı Devleti’ne karşı olan her politikaya yakın duran İngiliz siyaseti, savaş sonunda mali kayıplarını Yahudi sermayedarların yardımıyla karşılayacağını umuyordu. Buna rağmen, bu mesele, İtilâf Devletleri arasındaki en önemli anlaşmazlık konusunu oluşturur ve sorunu bugüne kadar taşır.

O tarihte gerek siyasi mahfillerde ve gerekse basında başlayan tartışmalar, sadece Kudüs’teki kutsal mekânlarla sınırlı değildi; Müslümanların kutsal mekânları da gündeme getirilerek bir noktada Osmanlı Devleti ile Hilâfetinin geleceği de tartışılmaya başlanır ve Arap coğrafyasının savaş sonrasında şekillendirilmesi sorunu ortaya çıkar. Bütün bu anlatılanlar, Modern Ortadoğu’nun Filistin meselesi üzerinden şekillendiğini ve bu sorun çözümlenmeden burada barışı sağlamanın mümkün olmadığını açıkça ortaya koyuyor.

Osmanlı hükümeti, savaşın sonunda bile Filistin’in daha fazla Yahudi göçüne uygun olmadığını belirterek işgalci İngilizleri uyarır ve savaş sonunda işgalin Osmanlı lehinde kaldırılması beklentilerini bir temenni olarak ortaya koyar. İtilâf Devletlerinin Filistin üzerindeki ihtilâfları ve özellikle Papalığın Yahudilere karşı olan itirazları, Osmanlıların bu bağlamda güvenebileceği argümanlardı. Ancak, unuttukları bir şey vardı ki, artık değişen değerler üzerinden kurulan yeni dünyada, dönemin bir çok imparatorluğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu’na da yer yoktu.