Kudüs 100 yıldır kan ağlıyor. Ünlü bir Katolik olan Mark Sykes’in telkini ve meşhur kimyager Siyonist Weizmann’ın girişimi ile İngiltere dış işleri bakanı Balfour’un deklarasyonundan başlayarak, Birinci Dünya Savaşı yıllarında İngiliz işgaline girdikten beri kan ağlıyor Kudüs. Kudüs, İngilizlerin beceriksiz idaresinde Müslüman-Yahudi çatışmasını ağlama duvarından el Halil camisine ve oradan bütün kutsal mekanlara taşıdığından beri kan ağlıyor. İkinci Dünya Savaşında sokaklarında bütün kirli ellerin buluşup tokalaşmasından ve istihbarat ağlarının kesişmesinden sonra da kan ağlamaya devam etti Kudüs. 1947’de BM’nin taksim planı bir kere daha ağlattı Kudüs’ü. İngilizlerin bölgeyi boşaltıp, 1948 yılı Mayıs ayında İsrail devleti ilan edildiğinde artık kurumuştu gözleri Kudüs’ün. Akıtacak ne yaş kalmıştı ne de ağlayacak mecali.

Bu tarihten günümüze Filistinliler pek çok yasakla karşılaştı. Çoğu kere nefes alma hürriyetleri bile engellendi. Sürgüne giden milyonlarca mültecinin geri dönüşü yasaklandı. Aileler Batı Şeria ile Gazze arasında bölündü. Köyler şehirlerinden koptu, şehirlerin gelişmesi durdu ve hepsi sığınma kamplarına dönüştü. Savaşlar, görüşmeler, Camp David, Madrid ve Oslo hiçbiri ne “tek devlet iki toplum” ve ne de “iki devlet” çözümünü üretemedi. Palyatif tedbirler ve siyaseten gönül alan girişimler oldu. Hiç kimse İsrail’in bir ulus devletten bir Yahudi devletine evirilmesine muhalefet edemedi. Ama Filistin bayrağını da BM önünde göndere çekerek hem gönül alındı ve hem de zaman kazanıldı. Filistinliler ikiye hatta daha fazla guruplara bölünerek siyasi çözüm arayışları tıkandı. Gazze defalarca ablukaya alındı. 2 milyon insanın yurdu hapishaneye dönüştürüldü. En basit insani hak ve hürriyetlerinden yoksun bırakılmış bu insanlar bir de terörist olmakla suçlandı.

BM, İİT, Arap Birliği ve daha pek çok uluslararası kuruluşlar meseleye taraf oldular fakat çözüm üretemediler. Bugün Ortadoğu dörtlüsünün (BM, AB, ABD ve Rusya) son yaşanan gelişmeler karşısında yaptığı gibi çoğu kere çözümü olmayan “tavsiyeler” ürettiler.

Peki Neden?

Birçok sebebi var elbet fakat detaylara giremeyeceğim. Ama asıl nedenin sorunun 100 yıl içinde dünyayı ilgilendiren büyük bir medeniyet ve paylaşım kavgasından küçültülerek, sadece Filistin-İsrail çatışmasına indirgenmesindedir. Tabii olarak dünyada güçlü lobisi olan İsrail bütün agresif davranışlarını “varlığını sürdürebilme adına” meşrulaştırabildi. Filistinlilerin meşru talepleri ve hayatta kalma mücadeleleri de İsrail’in güvenliğine endekslendi. İsrail güven duymadıkça onlara hayat yasaklandı. Böylece lokal bir probleme dönüşen Filistin sorunu alışkanlık yaptı ve çözümsüz kaldı. Gösterilen ilgi her lokal olaya gösterilenden farklı olmadı. Soruna global yaklaşım sergileyen pek çok Müslüman ve Hristiyan lider ise çoğu kere sempatik görünmek adına, İsrail’in “Hasbara” bakanlığında hazırlanan metinlerden seçilmiş cümleleri okudu.

Bugünkü tartışma 14 Temmuz günü İsrail’in Mescid-i Aksa’da silahlı saldırıda bulunduğunu iddia ettiği üç Filistinliyi öldürmesi ile başladı zannedilmesin. Kutsal mekanlara, Mescid-i Aksa’ya girişlerde yaşanan yaş sınırlaması, ezanın hoparlörden okunmasının yasaklanma girişimleri ve geçmişteki daha pek çok yasak unutulmasın. Yani bu durum yeni değil. Buna alıştırılarak gelindi.

Balfour’un 100. Yılında Yahudi Devletine Doğru

İsrail, Kasım 2017 ‘de Yahudilere “bir yurt” vaadi veren Balfour deklarasyonunun 100. yılını kutlayacak. İsrail, yüzyıl önce bu sayede elde ettiği ve önce “yurt” ve sonra “devlete” dönüştürdüğü ama asla egemen olamadığı Kudüs’ü fiili başkent yapmak istiyor. Bu yüzden gerilimi tırmandırarak, meseleyi yine lokal bir çekişmenin parçası yapıp dünyaya sesleniyor. Yani şiddetle sempati topluyor. Önce yasaklar koyacak, sonra bu yasakları kaldırıp Mescid-i Aksa’ya özgürce girmenin bedeli olarak –tabi bugün dünyanın hassas olduğu terörü ve güvenlik tedbirlerini de bahane ederek- hedefini gerçekleştirecek.

Bir zamanlar herkesin güvenle girdiği Kudüs şehri ve mabetleri İsrail’in arzusuna göre açılıp kapanacak. Mabetlere girip çıkan Müslüman ve Hristiyanlar potansiyel terörist olarak tasnif edilecek.

Oysa bu toprakların mirasındaki tecrübe bu değildir. Bütün Ortadoğu coğrafyasında özellikle de Kudüs’te tarih boyunca dini hürriyetler hep garanti altında olmuştur. Siyasi sistemler ve idareciler özellikle İspanya’dan kovulmalarından sonra bu bölgelere göç eden Yahudilere karşı yerli Hristiyanların bazı haksız yargıları karşısında daima teyakkuzda bulunmuşlar ve Yahudileri korumuşlardı. Osmanlı asırlarında Sultanlar, özellikle 18 ve 19. yüzyılda Suriye, Halep, Rodos ve daha pek çok yerde kaybolan Hristiyanların Yahudiler tarafından kaçırılıp dini bir törende kanlarının kullanıldığı efsanesi ile mücadele etmişlerdir. Yaptırdıkları araştırmalar ve yayımladıkları ferman ve iradeler ile suçsuz ve masum Yahudilerin bu cahilane efsane ile zarar görmeleri önlendiği gibi, sinagoglarında da asla baskı görmeden özgürce ibadetlerini sürdürmelerine imkan vermişlerdir.

Bugün Kudüs meselesi ne İsrail’e ne de Filistinlilere bırakılacak kadar yerel bir mesele değildir. Bu mesele bütün dünyayı ilgilendirmektedir. Dünya halklarının bugün sahip olduğu duyarlılığın siyasiler ve liderler tarafından da görülmesi gerekir. Elbette Müslümanların mabedi olan Mescid-i Aksa meselenin özündedir fakat sorun bundan ibaret değildir. Kudüs meselesi, Mescid-i Aksa üzerinden -Filistin meselesi gibi- küçültülerek hedef saptırılmak istenmektedir.

Kudüs sorunu kendi tasarrufuna bırakılması halinde İsrail’e –en azından bazı kesimlerine- bir ulus devletten Yahudi devletine gidişin imkanını vermek demek olacaktır. Bu da Filistinlilerin felaketi değil, tam aksine dünyanın felaketi olacaktır. Dünya, bir din devleti iddiası sürdüren terör gurubu IŞİD’e karşı aciz kalmış iken böyle bir gelişme karşısında antisemitizmden beslenen yeni Haçlı örgütlerin doğması ihtimaline karşı ne yapabilecektir? Bırakın Müslümanların din ve ibadet hürriyetini korumayı; meşruiyetini mevcut sempatiden alarak yükselen bir Yahudi devleti karşısında dünya demokratik ve evrensel değerleri, kutsanan insan hakları ve benzeri prensipleri nasıl yaşatabilecektir?