Son bir yıl içinde meydana gelen gelişmeler ve özellikle bütün dünyayı rehin alan ama en çok İslam toplumlarını etkileyen kanlı terör yüzünden hemen her toplum olumsuzlukta eşitlenmiş durumdadır. Sürekli tekrarlanır durur: Terörün, dini, ırkı, prensibi, davası vs. yoktur. Evet ama “terörün sahibi” vardır. Bu sahip ise çoğunlukla görünmez. Terörist diye isimlendirdikleri bir takım kişilere verilen bazı kısaltma/uzatma isimlerin arkasında kamufle olan bu “sahip”, çoğu kere milletlerin, devletlerin ve toplulukların hayrını isteyen dost ve müttefik görüntüsü sergiler. Özellikle bizim gibi toplumların, gerçekten kimin dost kimin düşman olduğunu anlaması/kestirmesi için yıllar hatta bazen asırlar alması gerekir. İşte bu durumlarda, siyasi muhterisler, menfaat devşirmeyi meslek edinenler, kifayetsiz ama tamahkarlar, düşünmüş gibi yapıp düşünemeyenler, bilgi yoksunu olup uzman kesilenler ve en önemlisi tarih ve siyaset bilgisinden yoksunlar bulanık suda ava çıkarlar. Oysa bu tür durumlarda her tarafa hakim bakışlar geliştirmek gerekir.
Sözü, fazla uzatmadan son zamanlarda Türkiye’nin yaşadıklarına getirmek istiyorum. Önemli bir kalkınma ivmesi kazanan ve en önemlisi dış borç batağından kurtulan Türkiye’deki gelişmelere paralel bir dış politikanın gelişmediği aşikardır. Bunun onlarca sebebi vardır ve bu yazının sınırları içinde tartışılması imkansızdır. Dış politika bir paylaşım kavgasıdır. Bu bazen askeri güç ile bazen de diplomasiyi önceleyen yumuşak güç unsurları ile mümkündür. Tercihiniz sahip olduğunuz maddi unsurlar ve çağın size sunduğu avantaj ve dezavantajlar ile doğru orantılıdır. Bu yüzden dış politika inşasında iki önemli hususun asla ihmal edilmemesi gerektiğini düşünüyorum: sürekli yenilenen geçmişteki birikim üzerine bina edilen bilgi ve hızlı hareket etmeye imkan veren esneklik. Birinin diğerinden bağımsız düşünülmesi, mümkün değildir. Zira bilgiye sahip olup, bunu kendi donmuş ve esneklik imkanı olmayan politikanıza uygulayamazsanız hiç bir faydası yoktur. Aynı şekilde bilgiden yoksun ama esneklik adına hiç bir sabitesi kalmamış olan davranış da bundan farklı değildir.
Gelelim menfur söyleme: “Son zamanlarda yaşadığımız sorunlar ve yalnızlık; özellikle canımız yakan terörün sebebi Türkiye’nin Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da görünürlüğünün artması veya iradi olarak orada varlık gösterme çabasından kaynaklanmıştır”. Kulağa hoş gelen bu iddia, ancak bu dünyada yaşamayıp, gerçeklerden bağımsız siyaset yapan bir ülke için geçerli olabilir. Türkiye böyle bir ülke değildir. Fazla okuma-yazma ve entelektüel birikim gerektirmeden sadece haritaya bakan biri de Türkiye’nin jeopolitiğini kavrayabilir. Yeter ki buna niyeti olsun. Hele biraz siyaset, biraz tarih ve biraz reel politikten nasibini almışsa bunu anlamaması için ya başka bir ülkede yaşadığını zanneden matuh, ya da art niyetli ve başka bir ülke adına konuşan biri olmalıdır.
Evet, Türkiye yeni bir bayrama çok ağır şartlarda giriyor. Ama Türkiye her zaman bölgesinde –kendi bilmese de- ihmal edilemeyecek bir ağırlığa sahiptir. Bu yüzden bölge ülkeleri ve dünya ile olan ilişkilerini bilgiye dayalı doğru prensipler ama ihtiyaca cevap veren esnek bir yapıda sürdürmelidir.
Bu yüzden;
Türkiye, tarihi ve psikolojik olarak hasım kabul ettiği ama gerekli durumlarda müttefik gibi davrandığı Rusya ile iyi geçinmek zorundadır. Bu hem tarihi bir gerçekliktir ve hem de günümüzün gereklilikleri ile uyumludur. Tarihi devlet geleneğimizde de, bütün yaşanan Türk-Rus savaşlarına rağmen, objektif kriterler daima ön plana çıkmaktaydı. Kuzey sınırlarının güvenliği, Kafkaslar’da etkin olmak ve hatta İran ile sağlıklı ilişkileri geliştirebilmek için savaş yılları dışında derhal Rusya ile barış ortamı sağlanmaktaydı. Bugün de bu tarihi gerçekler ortadan kalkmamıştır. Üstelik 90lardan sonra Türkiye için ortaya çıkan fırsatların değerlendirilmesi açısından Türkiye-Rusya diyalogu bir zarurettir. En önemli dost ülkemiz olan Azerbaycan ile olan ilişkilerimizde bile Rusya faktörünü ne kadar devre dışı tutabiliriz?
Türkiye, sorunun çıkmasından itibaren Filistinliler ile her daim dayanışma içinde olmuştur ve bu dayanışma bir devlet geleneği haline gelmiştir. Filistin ve özellikle Kudüs meselesinin halledilmeden dünya barışının da tamamlanmayacağını yakinen bilir. Bu bilgiler arşivlerde saklıdır. Ama bölgesel dengelerde rol oynamak isteyen ve buna mecbur olan bir devlet olarak da İsrail gerçeğini hiç bir zaman inkar etmemiştir. İsrail karşısında takınılan siyasi, ahlaki tavır ile devlet politikasını ayrı tutmuştur. Bu yüzden Türkiye, İsrail ile ilişkilerini doğru bir zemine çekmek zorundadır. Bu hem iradelerini ortaya koyamayan bölge ülkeleri ve hem de Filistinlilerin geleceği için de bir zorunluluktur.
Türkiye, geçmişte Osmanlı Devleti’nin de büyümesinde rol oynayan ve İslam dünyasında gerçek söz sahibi olmasına imkan veren Mısır ile ilişkilerini yeniden gözden geçirmelidir. Meşruiyeti yok sayan, bölgesel gelişmeleri dikkate almayan ve kendi halkının içinden çıkan siyasileri mahkûm, hatta idam eden bir iktidarın desteklenmemesi ile Türkiye-Mısır ilişkilerini aynı kefede görmek doğru değildir. Bunların da birbirinden bağımsız olmadığının farkında olup; hangi aracı kullanmak gerekiyorsa ona başvurarak, Türkiye’nin Mısır ile stratejik ortaklığını hemen ve hızlı bir şekilde yeniden başlatması gerekmektedir. Bu tarihi gerçekliğin ve reel politiğin amir bir gereğidir. Türk-Mısır ilişkileri, hem Türk-İsrail ve hem de Türkiye’nin diğer Arap ülkeleri ile olan ilişkilerini belirleyecek en önemli faktördür.
Türkiye, Suriyeli kardeşlerinin uğradığı zulme ortak olmuş, her bir feryadı içinde duymuş, ölümün, yıkımın sonuçlarını kendi evinde hissetmiş bir ülke olarak Suriye politikasını da revize etmek zorundadır. 600 bin insanın katili bir rejimi meşrulaştırmayan ama bölge gerçeklerinden ve dünyanın meseleye bakışının nasıl sonuçlar doğurduğundan hareketle de kendi politikasını yeniden belirlemelidir. Yanı başında oluşmaya başlayan ve esasında hem dünyanın ve hem de İslam toplumlarının kanseri olan IŞİD’in kesilip atılması için Suriye politikalarının daha net bir şekil alması elzemdir.
Türkiye, tarih boyunca “emin olmadığı” fakat hiç bir zaman gerçek bir düşman da bellemediği İran ile içine girdiği ve başkalarını da sürüklediği politik girdaptan kurtarmak için de iyi geçinmek zorundadır. Meseleye sadece mezhebi direnç açısından bakılmamalı, iki komşu devletin menfaatleri, ortak paydaları, rekabetleri ve en önemlisi komşuluk ilişkileri bakımından değerlendirilmelidir. Uygulanacak esnek politikalar, hem Irak sorunu ve hem de Kürt sorunu bakımından yeni ufuklar açacaktır. Dünyadaki istikrarsızlıktan, enerji politikalarının belirsizliğinden istifade eden İran’ın bu haliyle ila-nihaye varlık sürdüremeyeceği ortadadır. Ancak İran’a büyük değişim geldiğinde Türkiye de şimdiden geliştireceği ilişkileri ile hazır olmalıdır.
Türkiye dünya ile ama özellikle AB ile başlattığı ve yıllarını alan görüşmeleri, müzakereleri, AB içinde bulunma sevdasından bağımsız olarak sürdürmek zorundadır. Zaman zaman izhar ettikleri dini taassubu, ya da kendi gerçeklerinden kaynaklanan dirençleri veya zaten dağılma aşamasına gelmiş olan kararsızlıkları dikkate alınmadan, Türkiye’nin batıya doğru yürüyüşünü sürdürmek zorunluluğu vardır. Bu hem Türklerin tarihi bir misyonudur ve hem de dünya barışına verilebilecek en büyük katkıdır.
Hülasa Türkiye, dünya haritasındaki konumuna göre davranmalı, bilgiye dayalı esnek politikalar üretmelidir.