Suudi Arabistan’ın doğusunda önemli bir liman şehri olan Katıf zaman zaman meydana gelen Şii protestoları ile gündeme gelmekteydi. Şimdi ise, 22 Mayıs Cuma günü namaz esnasında Kudeyh bölgesindeki Şiilere ait İmam Ali camisine yapılan saldırı ile gündeme geldi. 25’ten fazla kişinin hayatını kaybettiği yüze yakın kişinin yaralandığı olayı IŞİD üstlendi. Yayımladığı beyanname ile intihar bombacısının (onlara göre şehitlerinin) Ebu Amr en Necdî olduğunu ileri sürdüler ki, lakabından bu kişinin kimliği de ortaya çıkıyor.

Hangi taraftan gelmiş olursa olsun bu durum, ibadethanede masumlara yönetilmiş bir terör hadisesinden başka bir şey değildir. Bölge, tansiyonu yüksek ve yıllardan beri tartışmalara konu olmaktadır. Suudi Arabistan’da yaşayan yaklaşık üç milyon Şiînin üçte biri burada bulunmakta ve esasında kendi kimliklerini de korumaktadır. Bölgeyi 1990larda ziyaret ettiğimde her tarafta Hanbeliliğin (daha doğrusu Vehhabiliğin) icra ettirildiği zannımın aksine bir öğle vakti Katıf kalesini seyrederken duyduğum Şii tarzı ezan beni şaşırtmış ve sosyal yapıya daha yakından bakmamı gerektirmişti. Şii İmamiye akaidini taklit eden bölge ahalisi (hem ahbarî ve hem de usulîlerin yanısıra, Ahmed el Ahsaî ekoluna mensup Ahsaîler ve diğer Şii anlayışların pek çoğu mevcuttur) her ne kadar İran etkisine açık ise de homojen özellik göstermemektedir. İçeriden geleneksel Şii yapısını muhafaza eden toplum, esasında yeni Suudi yönetimi ve Sünni toplum ile de kaynaşmış gözükmektedir. İki tarafın hafızasında yer alan bazı olumsuzluklar, müşterek şehir hayatı ve ekonomik gelişmenin paralelinde arka plana itilmişti. Muhtemelen burada Şii ezanının da okunabilmesi bu anlayışın bir sonucu idi.

Genç nesillerin yüksek öğrenime intisabı ve özellikle yurt dışında eğitim alanların çoğalması ile bölgede “vatandaşlık” duygusu daha da gelişti. Ancak özellikle selefi hareket içinde gelişen radikallerin, “tekfiri” tabir edilen ve selefi anlayışın dışındaki anlayışları küfürle itham eden gurupların ilk yöneldikleri ve eylem yaptıkları bölgelerin buralar olması da dikkat çekicidir. Tabii olarak Necid/Riyad merkezli bazı din adamlarının idareden aldıkları güçle zaman zaman tansiyonu yükselten açıklamalar yapmasının bu tür olaylarda etkisinin olabileceği varsayılabilir. Ancak bölgenin dünyanın en önemli petrol kaynaklarının üzerinde bulunması da dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Zira burası ABD’nin enerji güvenliği açısından risk düzeyi, doğal olarak da güvenliği sağlama düzeyi de en yüksek alanlardan birisidir. Buralarda meydana gelen hadiseleri salt mezhep çatışmaları ile izah etmek büyük yanılgılara sebep olur.

Irak, Libya, Suriye ve nihayet Yemen’den sonra Suudi Arabistan’a da bulaştırılmak istenen mezhepçilik (veya yerli ifade ile “taifiyye”) ile İslam aleminde tam bir karanlık çağ yaratılmak istenmektedir. Bundan elbette öncelikle Suudi Arabistan ama bölge dengelerini sarsacağı için bütün İslam dünyası da büyük zarar görecektir. Bu anlamda bugün dayanışma ve samimiyetin gösterilmesi gerekir. Aksi takdirde tarih herkesi adil bir şekilde yargılayacaktır.

Adet olduğu üzere fazla tatvil-i kelam etmeden (sözü uzatmadan) biraz da bölgenin bugüne uzanan tarihinden bahsedelim. Basra Körfezi’nde yaklaşık 3500 yıllık bir yerleşim bölgesi olan Katıf, İslam tarihinde de erken dönem Şiilerin yerleşmesi ile öne çıkmıştır. 16. Yüzyılın başında bölgeye yerleşen Portekizlilerin elde tutmak istedikleri en önemli stratejik nokta olduğu gibi, esasında Osmanlılar da burayı ele geçirdikten sonra Basra Körfezi’ne yerleşebilmişlerdir. Zira Kanuni, Portekizlileri buradan Hürmüz’e doğru sürdükten sonra, Katıf ve çevresi Lahsa (Ahsa) Beylerbeyliği olarak teşkilatlandırıldı. Burası savaş ile Portekizlilerden alındığı için Haraç arazisi kabul edildi ve bölgede tahriri (emlak ve vergi kaydı) yapılan yegane yer oldu. Bu kayıtlarda bugün saldırıya uğrayan caminin bulunduğu yer Kudeyh de geçmektedir. Hint Okyanusu ve Uman’dan gelen ticaret gemileri buraya getirdikleri doğu mallarını buradan Batı’ya ulaştırmaktaydılar. 17. yüzyılda Evliya Çelebi, haritasında burayı “inci çıkarılan” yer ve büyük ticari gemilerin uğrak limanı olarak tanımlar.

Lahsa’nın bir müddet yerli hanedanlardan Beni Halid aracılığı ile idare edildiği ve Suudiler gibi başka hanedanların da ortaya çıktığı tarihlerde de önemini koruyan Katıf, Osmanlı Devleti’nin merkezi idareyi yeniden tesis etmek istediği zamanlarda da stratejik bir mevki işgal eder. Midhat Paşa’nın Ahsa askeri seferinde önemli askeri bir üs olarak kullanılır ve ardından da kurulan Ahsa Mutasarrıflığının bir kazası olarak teşkilatlandırılır (1871). Bu teşkilatlanmanın ardından Midhat Paşa’ya gelen en önemli şikayet yerel hanedanların Şiiler üzerindeki baskısı ve bu konuda düzenlemeler yapılması gerektiğidir. Midhat Paşa mezar yerlerinin yeniden iadesi gibi somut tedbirler alarak bölgede Şii-Sünni barışını kurar. Hatta buradan göç edenlerin geri gelmesini sağlar.

Bölge bu tarihten sonra Bahreyn, Katar ve hatta Kuveyt’in gözlenme yeri olur. 19. yüzyılın sonlarında Basra Körfezi’nde İngilizlerin faaliyetlerinin artmasına paralel olarak II. Abdülhamid de buraya özel ilgi gösterir. Bir politika olarak benimsediği, dış tehlikelere açık stratejik yerlerdeki bir kısım kamu veya özel arazileri satın alarak kendi emlaki haline dönüştürme (Emlak-i Hümayun) politikasına burayı da katar. Ahsa mutasarrıflığına kaydedilen 400’den fazla arazi ve akarın çoğunun Katıf bölgesinden olması hasebi ile burada bir de Emlak-i Seniye İdaresi kurar.

Bölge, Osmanlı idaresinden Suud idaresine geçmeye başladığı 1913 yılından itibaren de aynı önemini korur. Hatta Suudi Arabistan’ın kurulmasına giden süreçte önemli bir dönüm noktası olan Ukayr Protokolü de bu bölgenin bir parçası olan Ukayr (Uceyr) limanında Percy Cox ile İbn Suud arasında 1922 yılında yapılmış ve burada kısmen Suudi Arabistan’ın sınırları tespit edilmiştir. 1932 yılında resmen krallık olarak tanınan Suudi Arabistan idaresinin o tarihteki kalkınma kaynakları da buradan sağlanır. Katıf ve Ukayr limanlarından gelen ticari gelirler ile Ahsa’daki geniş hurmalıklar aslında Suudi Devleti’nin temel mali kaynakları olur.

Bugün Suudi Arabistan’ın zenginliğinin kaynağı da yine bu bölgeden çıkarılan petroldür. Ancak petrolün bölgede keşfi ile birlikte beklenenin aksine Katıf büyük bir gelişme göstermez. Daha ziyade Katıf yakınlarında kurulan Jubeyl şehri ile Dammam kentleri daha büyük gelişme gösterirler. Bunda Suudi yönetiminin denge kurma arayışlarının yer aldığı varsayılabilir. Zira nerede ise tamamı Şiilerden oluşan Katıf halkı hizmet sektöründe ve petrol işinde yer almıştır. Fakat bu işleri sadece onlara bırakmak yerine Sünnî kabilelerin yerleştirildiği Jubeyl ve ağırlıklı olarak petrolde çalışan yabancıların yaşadığı Dammam’a ağırlık verilerek bir denge kuruldu. Ayrıca Doğu Eyaletleri Emirliği’ne Suud ailesinin en makbul (bazen de en sert) isimleri tayin edildi. Ancak zaman içinde burada nüfusun artması ve Suudi Şiilerinin üçte birinin (yaklaşık 1 milyon) buralarda yaşaması tabii olarak dengeleri alt üst etmiştir. Ancak buna bir çözüm üretilememiş ve bölge bir taraftan İran etkisine diğer taraftan da radikal anlayışların hedefine açık hale getirilmiştir.

Zaman zaman Şii kalkışması olarak adlandırılan birçok gösteri ve yürüyüşün yapıldığı Katıf’ta, Arap Baharı sürecinde Bahreyn ile birlikte burada da hareketlenmeler olmuş (2011) ancak Bahreyn’de alınan sert tedbirler burada daha ileri gidilmesini önlemiştir. Suud yönetimi de zaman zaman başlattığı diyaloglar ile devlet-vatandaşlık ilişkisini geliştirmeyi amaçlamış, fakat Şii terörüne destek vermekle suçlanan Şiî dinî lider Şeyh Nimr’in ölüme mahkûm edilmesi (infaz edilmedi) tansiyonu bir kere daha yükseltmiştir.

Son olayların Suudi Arabistan’da Kral ve veliahtların değişmesine paralel gelişmesi dikkat çekicidir. Zira burada gözüken sonuç masum insanların hayatlarını kaybetmesi olsa da asıl hedef Suudi Arabistan’da yenilikçi ve gelenekçi çatışmasını yeniden alevlendirmektir. Kral Selman yönetimindeki Suudi Arabistan’ın dünya gerçekleri ile mi yoksa selefi talepleri ile mi hareket edeceği test edilmek istenmektedir. Nitekim apaçık bir terör hareketi olmasına rağmen sosyal medyada Şiilere (Rafizilere) karşı bir cihat olduğu daha şimdiden söylemeye başlamıştır. Bu yüzden Suudi Arabistan eğitim sistemi, dini anlayış ve tarihi ile bir kere daha yüzleşmek durumundadır. Zira bu son hadise Şiilerden çok yönetimi hedeflemektedir.

Kuşkusuz bu son olaylar, bir taraftan bölgede zaten nüfuzu olan İran’a diğer taraftan da Suriye ve Irak’ta istediği sonucu almış olan IŞİD’e yarayacaktır. Onlar bundan istifade edecektir. Ancak kolayca okunabilen bu görüntüye de aldanmamak gerekir. Soruna uluslararası ilişkiler ve esasında bölgede rekabet içinde olan büyük güçler açısından da bakmakta yarar vardır.