2 Kasım 1917’de İngilizlerin, Filistin’de Yahudilere bir yurt kurmaları yönündeki politik söylemini Arthur James Balfour’un ağzından açık bir şekilde resmileştirmesi sonucu ortaya çıkan “Balfour Deklarasyonu”, geçen 100 yıllık zaman diliminin en önemli mektuplarından biri olarak etkinliğini korumaya devam ediyor. İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour’un Siyonist Federasyonu başkanı Lord Rothschild’e göndermiş olduğu mektupla başlayan bu süreç, etkileri günümüzde de devam eden bir dizi çatışmaya meydan vermiş, bu sebeple uluslararası toplumun da çok yakından ilgilendiği fakat müdahale edemediği yeni bir dünyanın kurulmasına ön ayak olmuştu. Çünkü Balfour Deklarasyonu, özünde Filistin’de bir Yahudi anavatanının kurulmasını kabul ediyor, bu uğurda Siyonist harekete her türlü desteğin verileceğini de teminat altına alıyordu. Tam da bu nedenle geçtiğimiz hafta ABD başkanı Donald J. Trump tarafından Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınacağına dair açıklamalarıyla gözlerin Amerika ve İsrail’e olduğu kadar uluslararası topluma da çevrilmesine neden oldu. Bu açıklamayla aynı zamanda “Yeni bir Balfour mu doğdu?” sorusu zihinlerde yerimi aldı.

Bu anlamda Balfour Deklarasyonu’nun siyasi ve sosyal boyutunu ortaya koymak amacıyla 9 Aralık Cumartesi günü Tabip Odası Merkez Bürosu’nda düzenlenen bir konferans, Filistin’de çok sıcak günlerin yaşandığı şu zaman diliminde önemli konukları davetlilerle buluşturdu.  “Balfour Deklarasyonu’nun 100. Yılı ve Tarihsel Sorumluluklar” başlıklı konferansın ev sahipliğini ise “Boycott, Divestment and Sanctions” / (BDS) ismiyle Temmuz 2005’de Filistin topraklarında kurulan bir koalisyonun 2009’ da kurulan Türkiye’deki şubesi üstlendi. Geniş katılımlı konferansta konuşmacı olarak Filistinli tarihçi Adel Manna, İsrailli Profesör Ilan Pappe ve Doç. Dr. Fikret Başkaya yer aldı.

BDS hareketinin kuruluş amacı ile hedeflerinin tanıtıldığı başlangıç konuşmasından sonra ilk söz alan Filistin diasporasından aktivist Şirin el-Arrac, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınmasının son yirmi yıldır atılan barış sürecinin yok sayılması anlamına geldiğini ifade ederek sözlerine başladı. Arrac, Kudüs’ün Filistin kimliğinin, Arap ve İslam vicdanı açısından çok önemli olduğuna vurgu yapmasının ardından Kudüs’ün İsrail başkenti olarak tanınmasıyla birlikte ortaya çıkacak muhtemel senaryoları sıraladı. Bu aralar hemen herkesin fikir yürüttüğü demografik sorunlar, Amerikan düşmanlığının artması gibi temel düşüncelerden söz eden Arrac, uluslararası toplumu ve tüm kuruluşları bu işgale karşı tepki göstermeye çağırdı.

Arrac’dan sonra ilk oturum, BDS Türkiye’den Nazlı Koca’nın konferansın hazırlık sürecini anlattığı tebliğ ile başladı. Genel anlamda 19. yüzyıl Osmanlı Filistini’nin sosyal ve idari yapısının anlatıldığı hazırlık bildirgesinde Yahudi göçlerine özellikle vurgu yapılarak göçlerin politize olmaya başladığı sürecin ayrıntıları aktarıldı. Konferans için oluşturulan atölyenin üç aylık bir araştırma sürecine yayıldığı ve atölye sonucunda hazırlanan tebliğ ile önemli bulgular paylaşacağını ifade ederek söze başlayan Koca’nın anlattıklarını ‘’bulgu’’ olarak değerlendirmek ne yazık ki mümkün görünmüyor. Filistin hakkında hemen her yerde görüp işittiğimiz genel kültür bilgilerinden ibaret bu tebliğ dinleyiciye soru sormadığı gibi dinleyicinin soru sormasına imkân verecek bir sunum da değildi. Daha Filistin’in sınırları bile tartışılamıyorken bu tebliğin özgün bir bildiri şeklinde sunulması esasen dinleyicileri hayal kırıklığına uğratmaktan öteye gidemedi. Aslında bu tebliğ bize doğru bir araştırma safhasının nasıl olması gerektiğini henüz kavrayamadığımızı açıkça gösteriyor. Çünkü tebliğin özellikle Osmanlı tarihini ilgilendiren kısımlarında, temel kaynaklara dayanarak ortaya çıkarılmış olan eserlere hiçbir şekilde müracaat edilmediğini gösteriyor. Osmanlı döneminde Filistin’deki yönetimin yerel eşrafa bırakıldığı ve bu eşrafın kendi askeri birliklerinin olduğu gibi bazı görüşler, derinlemesine bir araştırmanın mahsulü olarak ortaya çıkan bilgiler şeklinde sunuldu.

Konferansın ilk yurt dışı konuşmacısı ise Osmanlı dönemi Kudüs üzerine çalışmaları bulunan Adel Manna’ydı. Filistin’de 1948 yılında İsrail’in bağımsızlık ilanıyla başlayan “Nekbe” sürecinin tanıklarından olan Manna, Filistin tarihini Osmanlı dönemi, I. Dünya Savaşı ve Balfour sonrası olmak üzere üç kısımda aktararak tarihe ayna tuttu. Bu açıdan bakıldığında Manna’nın konuşması Osmanlı’dan günümüze kısa bir Filistin tarihi anlatımı tadında geçtiği için sunulan hazırlık bildirgesinin bir devamı niteliğindeydi. Bununla birlikte Osmanlı devletinin Filistin politikaları üzerinde özenle duran Manna, Filistin’in Osmanlı hakimiyetindeyken işgal altında olduğuna dair ortaya atılan iddiaların karşısında olduğunu söyledi. Siyonizmin 19. yüzyıldaki faaliyetlerine karşı Filistin cephesinden gelen tepkilere de yer veren Manna’nın, Kudüs’ün ilk belediye başkanı Yusuf Ziya el-Halidî ismine özellikle eğilmesi de ilginç bir bağlamdı. Halidî’nin altı dil bilmesi ve Meclis-i Mebusan’ın tek Filistin temsilcisi(!) olması detayları üzerinde duran Manna, konuşmasını Filistin hakkındaki bilimsel faaliyetlerin artması gerekliliği üzerinde durarak tamamladı.

Manna’nın kendisinden önceki tebliği desteklemesi ve tebliğin genel olarak kendi yazılarıyla örtüştüğünü savunması, Türkiye’deki Filistin ve Arap ülkeleri tarihi algısının kaynağını da ortaya koydu. Çünkü Manna da hararetli bir şekilde Osmanlı Filistini’nde yerel eşrafın yönetimde Osmanlı’dan daha etkin olduğu düşüncesini savunmakta. Genel itibarla Filistinli tarihçiler Osmanlı dönemi Filistin’ini incelerken yönetimdeki Osmanlı etkisini en aza indirgeme çabasında. Osmanlı Devleti’nin 400 yıllık süreçte Filistin’de yerel eşrafın katkısı olmadan idareyi sorunsuz bir şekilde tesis etmesi elbette düşünülemez. Fakat yönetim birimleri olan vilayet ve sancaklardaki askeri birlikler Osmanlı memuru olan vali ve sancak beylerinin komutası altında bulunuyordu. Böyle bir yapıda Osmanlının, şehirlerdeki ileri gelen ailelerin, kendi askerlerini bulundurmalarına müsamaha göstermesi beklenemezdi. Örneğin Kudüs’te bulunan Hüseynî, Alemî, Hâlidî, Deccânî ve Lutf gibi önde gelen aileler yönetime karışamazken sosyal, kültürel ve eğitim alanlarında çok önemli vazifeler îfâ ediyorlardı.

İkinci oturum önemli bir Yahudi tarihçi olan Ilan Pappe ile başladı. İngiltere’de yaşayan Pappe, Balfour’dan BDS’ye uzanan süreci ele alırken konuşmasına bir utanç meselesi olarak Balfour’un İngiltere’de resmi çerçevede kutlanmasına atıf yaparak başladı. Ilan Pappe, Filistinlilerin haklarını tamamen yok sayma anlamına gelen İngiliz politikalarının yalnızca deklarasyondan değil “Nekbe” sürecinden de tamamen sorumlu olduğunu belirtirken, konuşmasında siyonizmi “yerleşimci sömürgecilik” şeklinde niteleyerek ele almasıyla da, Filistin sorununun küresel düzleme aktarılmasındaki önemli çıkış noktalarından birini ortaya koymuş oldu. Bu bağlamda Siyonizm politikaları çerçevesinde Filistin’de yaşanan etnik temizlik meselesi de Pappe’nin altını çizdiği önemli bir başlıktı. Pappe için haritadan silinen Filistin köyleri, Filistin kimliğinin imhası, kültürel ve ekonomik izolasyonlar bugün Filistin’in yok olmasındaki en önemli nedenlerdi.

“Balfour Deklarasyonu’nu dünyayı hiç tanımayan birisinin incelediğinde sanki Filistin’i tamamıyla Yahudilerin yaşadığı veya tamamıyla Yahudilere ait olan bir coğrafya olarak telakki edecektir” diyen Pappe, bu belgenin dünyayı aldatmaya yönelik hazırlanmış bir belge olduğunu savundu. Aynı zamanda bu deklarasyonun Filistin’i Yahudi toprakları haline getirmenin bir vaadi olduğu savunuldu. Bu amaç çerçevesinde İngiliz Manda Yönetimi’nin Filistin’deki varlığı boyunca Filistinlilerin direniş gücünü, onları köylerinden uzaklaştırarak ve mülksüzleştirerek kırdığını söyledi. Nihai olarak Pappe, 1948 öncesindeki Filistinlileri bir bedene benzeterek şu değerlendirmeyi yaptı:

Bu bedenin beynini kent ve kasabalarda yaşayan seçkinler, ekonomik ve kültürel elitler oluşturuyordu. Siyonistler Filistin’i ele geçirmenin anahtarını bu beyni yok etmekle mümkün olacağını düşündüler. 1946’da yoğunlaşan saldırılar bu amaca yönelikti. O zamanlar halen Filistin’de düzenin sağlayıcısı olan İngiltere de Siyonistlerin bu hareketlerine her türlü desteği sağladı.

Filistinlilerin yok edilen beyinlerinin ardından ortada kalan gövde Siyonistler için herhangi bir tehlike arz etmeyecek ve baskı altına tutulmasında bir zorlukla karşılaşılmayacaktı.

Konferansın son konuşmacısı Fikret Başkaya ise Filistin’deki işgale karşı direnişe değindi. Başkaya meselelerin tartışılması bağlamında objektif düşünce, patolojik düşünce ve uzmanlık gibi kavramlarla teorik yorumlar yaparak konuşmasına başladı ve Ortadoğu’da batı sömürgeciliğinin zihinlerimize nasıl işlediği üzerinde durdu. Bu tür sloganik söylemlerle konuşmasına devam eden Başkaya’nın Filistin davasına olan yaklaşımında yeni bir görüş ileri sürmediği yahut meseleyi farklı bir yaklaşımla değerlendirmediği müşahede edildi.

Balfour Deklarasyonu ile başlayan ve günümüzde de devam eden Filistin’i Siyonist bir ülke haline getirme teşebbüsleri Müslüman ve Hristiyanlarca olduğu kadarıyla sağduyulu Yahudiler tarafından da endişe ile takip edilmektedir. BDS Türkiye tarafından organize edilen bu toplantının üç farklı kesimden konuşmacısı (Adel Manna/Filistinli, Ilan Pappe/Yahudi, ve Fikret Başkaya/Türk) Siyonist işgalin hukuksuzluğu noktasında sağduyunun nasıl aynı söylemde birleşebildiğini göstermiştir.